"Dikkat Önemli"
'' O ğ u z 33 '' T i m i 90'lı Yıllarda Terörle Mücaadelenin İçerisinde Yer Almış, Dillere Destan '' O ğ u z 33 '' Timin Yaşadıklarını Anlatan Sitemize Hoş geldiniz, Sizleri Burada Tutabilmek İçin, Yapılması Gereken Her Şey Yapıldı, Umarım Kaldığınıza Değer...!!!>'' O ğ u z 33 '' T i m i
   
  ‘Oğuz33’ Timi
  TERÖRİSTİN NOT DEFTERİ
 
 

 
 
 TERÖRİSTLERDEN DAĞ VE YOL HİKAYELERİ

Dağlarda 19 yıl :

Kuzey Kürdistan’dan Medya Savunma Alanları’na çekilen 6. gerilla grubunu karşılamak üzere sınır hattına gidiyoruz. Gün ışır ışımaz karşılama noktasına ulaşıyoruz. 16 kişilik grup yorgun, ama yüzlerinde tebessümü eksik etmeden ellerini uzatıyor kendilerini karşılamaya gelenlere.

Bıçkın bir kavgadan çıkmış savaşçılar teker teker yoldaşlarıyla tokalaşırken,  dakikalara sığan o anda Botan’ı düşünüyorum. Tarihi, toplumsal köklerinden kopmayan güçlü kültürel mirasını, nice direnişe tanıklık etmiş görkemli dağlarını; Cudi’yi, Gabar’ı, Besta’yı, Katoları, Herekol’u…

Bundan önceki 5 grup gibi 6. Grup da silahlı mücadelenin ilk başladığı Botan sahasından geliyor. PKK açısından ilk grupların Botan’dan geliyor olması diğer alanların, özellikle de doğa koşullarının imkan vermemesi yönüyle tercih edilmiş olsa da, son 30 yıllık savaşın en çetin alanlarından biri olan Botan’ın yeni bir mücadele sürecine öncülük etmesinin de ayrı bir anlamı var.

Bunları düşünürken askeri tören başlıyor. HPG komutanları ve gruptan biri erkek biri kadın iki gerilla konuşmalarında demokratik çözüm yürüyüşündeki zorlukları, Önderliklerinin başlattığı sürece dair kararlılıklarını ifade ediyorlar.

BOTAN GERİLLANIN SEMBOLÜ

Yapılan askeri tören ardından birkaç gazeteci arkadaşımla birlikte grubun yanında kalıyoruz. Çaylar içiliyor, koyu bir sohbet başlıyor.

Ancak bize tanınan kısa zaman dilimini iyi değerlendirmek zorundayız. Hemen grup sorumlusu Agit Civyan’ı soruyorum yanımda oturan gerillalara. Edebiyata ve fotoğrafçılığa ilgisini anlatıyorlar. Arkadaşlara yazdığı mektuplardan, günlüklerinden bahsediyorlar.

Geverli Gerilla Agit’i sadece sürece, geri çekilmeye ilişkin düşünceleri ile değil, ömrünün yarısını, tam 19 yılını dağlarda geçirmiş bir gerilla olarak tanımak istiyorum biraz da.

2009’dan bu yana Botan’da olan Agit’le sondan başa doğru gidiyoruz. Kürt Halk Önderi Öcalan’ın çağrısı ve geri çekilme kararını nasıl karşıladıklarını soruyorum. O, Botan’ın da aktif olarak katıldığı devrimci halk savaşı sürecini anlatarak başlıyor konuşmasına. “Botan gerillanın sembolü, gerilla merkezi olarak biliniyor. Buna denk bir rol oynamak ve Kuzey’in tümüne öncülük etmek gibi bir hedefimiz vardı ve planlamamızı da buna göre yaptık” diyor.

KATOLAR’DA HPG BAYRAĞI DALGALANIYOR

Kaldığı Kato Jirka alanındaki eylemleri anlatıyor. Özellikle bir eylem dikkatimi çekiyor. Eylül ayı başında gerçekleşen, Beytüşşebap’ın gerilla denetimine geçtiği eyleme ve devamı olarak gelen Kato Dağı’na HPG bayrağının dikildiği eyleme katılmış. 

Eylemi ve halkta yarattığı etkiyi anlatırken sanki o anları yeniden yaşıyor. Gerillanın 1993’de buna benzer bir eylem yaptığını, bunca yıl aradan sonra Katolar’da dalgalanan bayrağın halkta büyük bir moral etkisi yarattığını anlatıyor. Önce her zaman kullandıkları ebatlarda bir bayrak asmış gerillalar. Ama halkın talebi üzerine yeni bir bayrak yaptırmışlar 10 metre büyüklüğünde. Şimdiye kadar da bayrağın orada dalgalandığını söylerken gözlerinin içi gülüyor:

“Amacımız propaganda değildi. Bir gerçeğin ifadesiydi. Alan gerilla denetimine girmişti. Demokratik özerkliğin bir sembolü olsun istedik, Botan’da demokratik özerkliğin bayrağını yükseltmek istedik. Bu, halkta büyük bir heyecan yarattı. Nasıl ki çölde su bulursun sevinirsin öyle bir sevinçti halktaki. Silopi’de insanlarımız katledilmişti. Halk üzerinde katliamlar baskılar yoğunlaşmıştı. Devrimci halk savaşı süreci tüm bu yaşananlara karşı böyle bir etki yarattı.”

Alan tutma eylemlerinin gerilla için de bir tecrübe, 1994 yılı için bir hazırlık niteliği taşıdığını ifade ettikten sonra demokratik çözüm sürecine getiriyor sözü. “Botan’da demokratik özerkliğe öncülük etmek bu şekilde sonuca gitme hazırlığındaydık. Devrimci halk savaşını daha da yükseltme kararlılığındaydık. Önderliği izleyen her bir militan, Önder Apo’nun 20 yıldır Kürt sorununun demokratik çözüm süreci için çaba harcadığının bilincindedir. Ancak bu, hep tek yanlı yürüdü. Süreç başladığında tereddüdümüz bu yönlüydü. Ama süreç Önderliğimizin inisiyatifiyle başladı, öyle de yürüyor. Önderliğimize, kendi gücümüze güveniyoruz.”

‘O TOPRAKLARI ŞEHİTLERİMİZE EMANET EDEREK GELDİK’

Buraya gelirken geride bırakmakta en çok zorlandığın şey ne oldu, diye soruyorum devamla. Cevabı; toprağa düşen yoldaşlarını orada bırakmak oluyor: “Saha olarak karar almıştık. Kato, Besta, Herekol, Cudi tüm alanlarda arkadaşlarımızın cenazelerini toplayıp bir şehitlik yapacaktık. O toprakları şehitlerimize emanet ederek geldik.”

Bu cümleden sonra susuyor. O anda kim bilir toprağa düşen kaç can, yanı başında kucağında yitirdiği kaç yoldaşı aklına düşüyor. Devam etmekte zorlandığını görünce başka bir soruyla ağırlaşan havayı dağıtmak istiyorum. Botan’ın tüm alanlarında kalıp kalmadığını soruyorum. Cudi’de kalmamak, Gabar’ı görmemek içimde kaldı, diyor hayıflanarak. Grubun tümünde de gözlemlediğim bir istekti Cudi’ye gitmek. Ama Agit en azından Cudi’nin zirvesinden Kürdistan’ın üç parçasına bakmayı başarmış. “Cudi’nin tarihi bir yönü var. Cudi’ye gidince tarihi görüyorsun, yaşıyorsun. Zirvesine çıkınca hem 30 yılın şehitlerini hem de tarihi hatırlıyorsun. Cudi bir anlamda şehitlerin mekânı” diye açıklıyor Cudi’nin O’nun için anlamını.

BULDAN VE KARAY’IN KATLEDİLMESİ SON NOKTA OLDU

Daha da gerilere gidiyoruz, 19 yıl öncesine. PKK’yi nasıl tanıdığı nasıl katıldığı üzerine konuşuyoruz. Geverli Agit yurtsever Kürtlük bilinci olan bir aileden geliyor. 90’lı yıllardaki serhildanlar ve silahlı mücadelenin yükselişi onu da etkiliyor. 92’de katılım kararı alıyor ancak geçirdiği kaza sonrası İstanbul’a gitmek zorunda kalıyor. Üniversiteye gidişi son bir dönemeç oluyor. Bursa Uludağ Üniversitesi İktisat Fakültesi ikinci sınıfta iken kendi deyimiyle artık yeter dediği olay gerçekleşiyor. Akrabası Savaş Buldan ve amcası Hacı Karay’ın katledilişi ardından dağların yolunu tutuyor.

Dağa ilk geldiğinde ne hissettin, kafandaki PKK ile karşılaştığın PKK arasında fark var mıydı diyorum. Kısa ama keskin bir netlikle “Benim kafamdaki Apocular imajı hiç bozulmadı. Bazen içinde bulunduğumuz, yan yana durduğumuz için fark etmiyoruz ama bu havayı her zaman yaşıyorum. İsteğim, heyecanım hiç azalmadı” şeklinde yanıtlıyor.

Kendisini en çok etkileyen iki kişiden söz ediyor. Biri 1997’de yaşamını yitiren PKK Meclis Üyesi Harun kod adlı Hüseyin Özbey. Bir diğeri 2008 yılında Van Özalp’ta iki yeni gerillayı pusudan kurtarmaya çalışırken yaşamını yitiren Mervan Reşo adlı gerilla. Aralarındaki bağın sözlere yansıyandan çok daha güçlü olduğunu hissediyorum; “Onunla bir parça gibiydik. O’na hep senin alternatifin yok diyordum. Botan’a yürüyüşüm Mervan arkadaşın anısına oldu. Yazılarım da hep O’nadır.”

Mervan Reşo’dan sonra söz nihayetinde yazmaya, edebiyata olan ilgisine geliyor. Agit dağlardaki 19 yıl boyunca bir gün olsun yazmayı eksik etmemiş. En fazla da 12 yıl kaldığı Zagros Dağlarında kaleme dökmüş yaşadıklarını, düşüncelerini, hissettiklerini. Zaten ilhamını da Çarçela’dan aldığını söylüyor. Ne yazık ki 19 yılı anlatan o tarihi güncelerin çoğunu savaş koşulları nedeniyle koruyamamış. Şimdi yanında sadece Botan günlükleri var. Sakıncası yoksa kısa bir bölümü okumak isterim diyorum. Hepsini okuyabilirsiniz diyerek kitap kalınlığında 2 defteri uzatıyor.

‘BU KAHRAMANLAR MUTLAKA ANLATILMALI’

Mervan Reşo’nun anısına diyerek başlamış yazmaya. İlk sayfada Hecî imzalı bir şiir var:

“Vurulursak yürüdüğümüz yolda

Kürtlerin gözyaşından örtü isteriz

Gerilla bedenimizin üstüne

Ve yoldaşların

İntikam seline serin küllerimizi…”

Sayfaları çevirdikçe bir tarihi elimde tuttuğumu daha fazla anlıyorum. Ne yazık ki günlüğün tümünü okumaya imkan yok.

“Şehit arkadaşlara bir borç olarak yazıyorum. Yaşadıklarımı, hislerimi yazıyorum. Yetersiz de olsa yoldaşlık görevimi yerine getirmek istiyorum. Öyle arkadaşlarımız var ki tanınmıyor, kahramanlıkları bilinmiyor” diyor ben yazılara göz gezdirirken.

‘DENİZE BIRAKMAK GİBİ BİR ŞEY YAZDIKLARIM’

Gerillada yazmak başlıklı bir bölüm dikkatimi çekiyor. Gazeteci yönetmen gerilla Halil Dağ’ın ‘bu kahramanlar mutlaka anlatılmalı’ sözünü hatırlıyorum.  

“Yazı yazmak insanların kendisiyle monolog yapmasının belki de en güzel yöntemi. Bir defter sırdaşı oluyor insanın. Bir gerilla mutlaka yazmalı. Mücadeleyi, zorluğu, güzelliği, duyguyu, doğayı yazarken akıp giden zamanın bir muhasebesini yapmış oluyor insan; hem de gelecek kuşaklara bırakıyor anıları. Yazmayı seviyorum. Fakat benimkisi yazıp da denize bırakmak gibi bir şey oluyor. Bir tanesini 97’de Xakurke’de sakladım bir daha uğrayamadım. Bir tanesi Xinere’de toprak kaymasında gitti. Bir tanesini Şehidan’da kaybettim. 2004-2008 arası yazdıklarımı Çarçela’da bıraktım ondan hala umut var…”

Bu kısa zaman diliminde Agit’i tanıdığım, yazdıklarını okuma fırsatını bulduğum için şanslıyım. Ve biliyorum Agit’in denize bırakmak gibi bir şey dediği o yazılar şimdiden nice kıyıya nice insana ulaştı.


   Geverli Agit

15 kişilik grubun yol hikayesi:

Kuzey Kürdistan’daki gerillalar 14-15 Mayıs tarihlerinde iki grup halinde Güney Kürdistan’a geçtiler. Bu gruplar geçiş sürecinde neler yaşadılar, ilk haberleri duyduklarında neler hissettiler, ilk tepkileri ne oldu ve yürüyüş boyunca neler yaşadılar? Bu hususları ve merak edilen birçok hususu Güney Kürdistan’a geçen iki grupla konuştuk.

Tarihler 12 Mayısı gösterdiğinde KCK kuzeyden gelecek gerilla gruplarını izlemek isteyen basın mensuplarının 13 Mayıs’ta Medya Savunma Alanları'na geçebileceğini duyurdu. Ertesi gün yağış aralıksız sürmesine rağmen saatler 6:30’u gösterdiğinde ilk grup görünmeye başlandı. Şüphe yok ki, bu sürecin en önemli aktörleri geri çekilen gerillalar. Onlar geri çekilme yerine, demokratik çözüm yürüyüşü, diyorlar.

Kuzey Kürdistan’dan gelen ilk grup 6 kadın 9 erkek gerilladan oluşuyordu. Van eyaletinden geliyorlardı ve yürüyüşleri 7 gün sürmüştü. Grup komutanı Cigerxwin Fırat ilk geri çekilme haberi alışlarını şöyle anlattı; "Biz ilk haberi TRT radyosundan aldık. Açıkçası böyle bir karara hazırlıklı değildik ve şaşırdık. Önce bunu bir psikolojik savaş propagandası olarak değerlendirdik. Bunun üzerine yoğun tartışmalar oldu. Çünkü biz başlattığımız devrimci halk savaşına hazırlanıyorduk. Kış boyunca geçen yılın pratiğini değerlendirmiş ve bu savaşı daha da geliştirme üzerine yoğun eğitimler almıştık. Kimse böyle bir şeyi tahmin dahi etmiyordu.”

Baharla birlikte büyük bir savaşa hazırlık yapan gerillaların "çekilme" kararı karşısındaki tepkisi beklenmedik bir şey değildi. KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan daha önce basına verdiği röportajlarında bu sürecin gerilla içerisinde bir iknayı gerektirdiğini söylemişti. Sürecini başını gerilla komutanlarından Savuşka Siirt ise şöyle anlattı:

“Biz böyle bir sürece hazır değildik. İlk duyduğumuzda tam anlayamadık. Gelmek istemeyen birçok arkadaşımız vardı. Açıkçası kolay bir şey değildi. Biz onlarca yoldaşımızı o topraklarda yitirdik. savaşımızı geliştirmeyi düşünürken böyle bir kararın verilmesi bizde şok etkisi yarattı. Ancak hareketin daha sonra bize kararı bildirmesiyle artık geri çekilmenin gerçekten yaşanacağına ikna olduk.”

GERİ ÇEKİLMEDE ÖCALAN’IN ROLÜ

Sürecin olgunlaşmasında şüphesiz Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan faktörü önemli oldu. Birinci ve ikinci grupta gelen gerillaların Öcalan’a dair ortak vurguları ise şu şekilde; “Önderlik kararı olmasaydı ve örgüt talimat vermeseydi geri çekilme asla olmazdı.”

Öcalan’ın bu kararı aldığı, yeni sürecin artık Türkiye’de ve Kuzey Kürdistan’da silahsız şekilde demokratik siyasetle geliştirileceği gerilla cephesinde derinine tartışılmış. Bu sürecin nasıl geliştiği örgüt yönetimi tarafından telsiz ve diğer iletişim araçları üzerinden kuzey sahalarıyla sürekli paylaşılıyor. Birinci gruptan Berwar Şervan bu tartışmaları şöyle anlatıyor:

“Tabi biz ilk bu haberi alınca kesinlikle bir şeyler üzerine anlaşma var dedik. Ancak sonradan anladık ki bir anlaşma söz konusu değil. O zaman ne üzerinden geri çekiliyoruz diye sorduk. Yani daha önce de 99’da geri çekilme olmuştu ve Türk devleti hiçbir adım atmamıştı. O zaman 'Bu süreçte ne üzerinden geri çekiliyoruz' diye sorduk. Uzak olunca, bir de kış ve savaş koşullarından gelişmeleri yakından takip etme imkanımız fazla yoktu. Örgütten doğru bu konuda sorularımıza cevap istedik. Sürecin detaylarına çok hakim olmazsak da bizde örgüt kararlarını, önderlik talimatlarını uygulamak esastır. Bizde bu çerçevede hareket ettik. Bir de işin özü biz örgütümüze, önderliğimize ve kendimize güveniyoruz.”

HERKES ÇEKİLMEDE SONA KALMAK İSTEMİŞ

Karar alındıktan sonra ilk grup hemen hazırlıklarına başlıyor. Ancak bu sefer de herkes sonraya kalmak istiyor. Bunun için de ilk grubu oluşturma da zorluklar çıkıyor. Gelenler “Biz grupta gelmek istemiyorduk. Kuzeyden kopmak zor geliyordu. Süreç gelişmez ve yeni bir durum ortaya çıkarsa kuzeyde olmak istiyorduk" diyor.

Buna rağmen alınan karar gereği 15 kişilik ilk grup Van eyaletinden Güney Kürdistan’a doğru yola çıkıyor. Bahar ayları olmasına rağmen Kürdistan’ın birçok yerinde hala kar var. Yüksek ve engebeli dağları bu karlara rağmen aşmak oldukça zor. Gerillalar yolda yaşadıklarını “Geri çekilme başladığından beri havalar oldukça soğuk ve yağışlıydı. Bunun için çok zorlandık” diye anlatıyor.

KCK 25 Nisan'daki açıklamasında geri çekilen gruplara dönük her hangi bir saldırı durumunda çekilmenin durdurularak meşru savunma pozisyonuna geçileceği duyurmuştu. Çekilen gruplar da böyle bir şeyin yaşanmaması için oldukça disiplinli hareket ettiklerini söylüyor. Gece yürüdüklerini söyleyen gerillaların anlatımları şöyle: "Bazı yerlerde korucuları gördük. Hareket halindeydiler. Onlarla karşılaşma ve bir çatışma yaşanmasın diye yolumuzu uzatmak durumunda kaldık. Onun için de 4 günde alacağımız yolu 7 günde alabildik.”

İkinci gruptan gelen gerillalar da aynı hassasiyetle yol aldıklarını belirterek "Biz 5 günde yürüyeceğimiz yolu ancak 9 günde bitirebildik. Çünkü bizden kaynaklı bir aksiliğin yaşanmasını istemiyorduk. Bazı yerlerde korucular ve asker hareketliliği vardı. Karşılaşmamak için yolumuzu uzattık. Bu da güneye geç gelmemize neden oldu” diye anlatıyorlar.

'GEREKTİĞİNDE YİNE GEÇERİZ'

Heronların sürekli keşif yaptığını hatırlatan gerillalara göre zorlu ama tarihi bir yürüyüş gerçekleştirmişler. Her iki grupta gelenler kuzeyden çıkarken yaşadıkları duyguları şöyle anlatıyorlar; “Kuzey bizim mücadelemiz açısından çok önemli bir yer. Mücadelenin ilk nüvelerinin atıldığı bir alan. İlk büyük komutanlarımızı bu topraklarda yitirdik. Halkla bir şekilde iç içe geçmişlik var. Zaten halk da bize niye gidiyorsunuz diyordu, onların da kaygıları çoktu. Ama onlara da önderliğin kararıdır, dediğimizde ikna oluyorlardı. Fakat yine de böyle bir kopma bizi de çok zorladı.”

Gelen birinci grup komutan Cigerxwin Fırat kamuoyunda silahların tümden bırakılması konusunda ne düşündüğü yönündeki soru karşısında şöyle konuşuyor: "Önderliğimiz özgürlüğüne kavuşamadan, Kürt halkı özgürleşmeden böyle bir şey asla söz konusu olmayacaktır. HPG gücü olarak, bizler bir halkın savunma gücüyüz. Kürt halkı hala özgürlük mücadelesi veriyor."
 

  
               Yürüyüş kolundan kareler

 
Oramar’da ‘bir’ gerilla direnişi:
Hakkâri'nin Gever ilçesine Oramar alanında bulunan Şehit Rahime tepesinde beş gün boyunca çatışan gerilla Helo Mahabat toplam 8 askerin öldüğü çatışmaların içyüzünü anlattı.

Kuzey Kürdistan’ın bir çok yerinde olduğu gibi Hakkâri'nin Gever ilçesine bağlı Oramar alında da çatışmalar çok sıcak ve yoğun geçmekte. Türk ordusu gerillanın denetiminde bulunan arazileri almak için yoğun bir çaba gösteriyor. Oramar alanında bulunan Şehit Rahime tepesi de bu alanlardan biri.

Kendisi Doğu Kürdistanlı olan gerilla Helo Mahabat üç kişilik gerilla timinin sorumlusu. Gerilla Helo’nun anlattığına göre 9 Hazirandan 14 Haziran gününe kadar Türk ordusu gerillaların bulunduğu Şehit Rahime Tepesine yönelik birçok defa sızma girişiminde bulunmuş. Her seferinde gerilla Helo’nun fark ettiği sızma girişimleri gerillalar tarafından engellenmiş. Tabii burada ilginç olan ise Türk ordusunun yüzlerce asker ile yapmak istediği sızma girişimleri tek bir gerillanın direnişiyle engellenmiş. Yani gerilla Helo Mahabat’ın direnişiyle.

ASKERLERİ BEKLİYORDUK

Türk ordusu ile bire bir çatışan gerilla Helo Mahabat beş gün boyunca süren çatışma ve Türk ordusunun saldırılarını şöyle anlatıyor:

“Biz üç kişi Şehit Rahime tepesinde kalıyorduk. Geçen Haziranın 9’unda arkadaşlar su almak için çeşmeye gitmişlerdi. Biz düşmanı karşımızda bulunan bir boğazda bekliyorduk. Zaten uzun bir süreden beri operasyonlar olduğu için askerlerin ne zaman geleceği belli değildi. Onun için biz de sağlam bir yerde mevzilenmiş düşmanın hareketini takip ediyorduk. İki arkadaş suya gittiğinde ben de çevreyi kolaçan ediyordum. Birden düşmanın iki arkadaşı taradığını fark ettim. Ama arkadaşlar gelen mermilere karşı kendilerini korudular. Ateş açan askerler daha sonra Oramar tepesine geri çekildiler.

Biz tedbir olarak iki boğaz daha tutmuştuk. Tutulan yerler alanın stratejik yerleridir. Bazı alanlarda düşmanın gelme ihtimalini düşük buluyorduk ama yine de tedbirimizi almıştık.

DÜŞMAN SIZMA TARZINI ESAS ALDI

Düşman bulunduğumuz tepeye bir operasyon başlatırsa önce havadan ve karadan bombalar ondan sonra gelir diyorduk. Çünkü bu düzenli orduların klasik bir tarzıdır. Ama düşman öyle yapmadı. Tekniği kullanmadan sızma tarzını esas aldı. Tabii biz bu sızma tarzını da hesaba katmıştık. Ve ona göre de sürekli olarak keşiflerimizi yapıyorduk.

9 Haziran günü akşama doğru yaptığım keşifte düşmanın yine hareketli olduğunu fark ettim. Tepede üç kişiydik ama düşmanı beklerken oldukça moralli ve heyecanlıydık. Durumu diğer iki arkadaşa iletince onlarda gülerek “gelsinler” dediler. Hep birlikte kendi aramızda espriler yaparak gülmeye başladık.

AY IŞIĞINDA ÇATIŞMA: ÜÇ ASKER ÖLÜ

Akşam saat sekizde araziyi takip ediyordum. Bu arada bulunduğumuz yerden biraz aşağılara inmiştim. Bir ara bazı sesler duydum. Taşlar yuvarlandı ve ilk başta yabani hayvan olacağını düşündüm ama bir anlık bir dinleme sonrası seslerin normal olmadığını fark ettim. Havada ay ışığı vardı. Bir kayanın arkasında mevzilenerek sesleri takip etmeye başladım. Kısa bir süre geçmeden gelenlerin düşman askerleri olduğunu anladım. Asker üç koldan bulunduğumuz tepeye doğru hareket ediyordu. Benimle düşman arasındaki mesafe 30 metre bile yoktu. Diğer iki arkadaştan çok uzaklaştığım için gidip onlara haber vermek istedim ve bulunduğum kayalığı dönüp çıkmak isterken bir kol askerin de orada olduğunu fark ettim. Onlar beni fark etmemişlerdi. Aramızdaki mesafe 8-9 metre ancak vardı ve onlar daha beni fark etmeden ben hedef alarak onlara ateş ettim. İki asker hemen orada öldü. Askerler şok olmuşlardı ve bazıları bağırıyordu. Ben onların hareketlerini takip ediyordum. Ve bu arada iki tane asker kayanın üzerine çıktı ve onları da vurdum. Biri kayanın önüne düştü öldü, diğeri ise diğer tarafa yuvarlandı. Tabii bu arada askerlerin savunması da bana doğru ateş açtı ama ben hemen yer değiştirdiğim için bir şey olmadı.

“ASKERLERİ İZLİYORDUK”

Bu çatışma birkaç dakikada gelişmişti. Ben hemen arkadaşların yanına gittim. Her iki arkadaş da mermi seslerini duymuş ve hazır bekliyorlardı. Onlara durumu anlattım ve üçümüz de mevzilendik. Bir süre bekledik ve düşmanda da bir sessizlik oldu. Saat 12.00’a doğru askerlerin iki koldan ilerlediklerini gördük. Etrafı aydınlatmak için havaya ışıldak attılar. Işıldağın altında düşmanın kendi ölülerini ve yaralılarını sürükleyerek götürdüklerini fark ettik. Biz yukarıda onların tüm hareketlerini izliyorduk.

Diğer gün sabah keşif yaptığımda 12 askerin karakola doğru gittiğini gördüm. Arkadaşlar tekmil verdim ve 3 askerin öldüğünü ve birinin de yaraladığını, operasyon yapan hareketli birliğin de geri çekildiğini söyledim. Diğer taraftaki arkadaşlar da kendi yerlerinde mevzilenmişlerdi. O gün sessizlik vardı ve bir şey olmadı.

Üçüncü gün sabah diğer iki arkadaş yine su getirmek için gitti. Ben de tedbir olarak iki arkadaşında birbirlerini savunarak gitmesini istedim. Saat 09.30’da silah sesleri geldi. Ben gelen sesleri takip ettim ve birden sayıları elliyi bulan dört kol askerin benim olduğum tepeyi çembere aldıklarını fark ettim. Kendi kendime bunlar rahat durmayacaklar dedim. Tahmin etmediğim bir yerden geliyorlardı. Ben askerlerin hareketini de hesaplayarak onları kandıracağım, dedim. Çünkü tek başınaydım ve iki taraftan da geliyorlardı. Birkaç dakika kalmıştı. Ben son nefesime kadar tepeyi bırakmayacağım dedim. Bana en yakın arkadaşlar en az kırk dakika uzaktaydılar. Askerler Türkçe konuşuyorlardı ama ben anlamıyordum. O arada bir askerin koştuğunu görünce onu vurdum ve o düştü, öldü. İki asker daha bana doğru geldi ve ikisini de vurdum. Biri kayalardan düştü. Ben o arada bulunduğum kayalıklardan diğer tarafa bakayım dedim ve orada üç askerin geldiğini gördüm. Neredeyse tepeye çıkmışlardı ve ben onları da vurdum. Bu arada askerler de ateş ediyorlardı. Mermiler benim olduğum yere gelince ben yerimi değiştirdim. Askerlerle aramızda yoğun bir çatışma başlamıştı. Bu çatışma yaklaşık yarım saat sürdü. Ben bu çatışmada beş askerin cansız bedenlerinin yerde uzanmış hallerini görüyordum. Zaten bir tanesi yaralanmış ve durmadan bağırıyordu.

“YOĞUN BİR ÇATIŞMA YAŞADIK”

Ben askerlere göre daha avantajlı bir yerdeydim ve onları çok rahat görüyordum. Bu arada diğer iki arkadaş da benim yanıma gelmişlerdi. İki arkadaşın gelmesiyle birlikte ben de rahatladım. Kendi kendime şimdi bir ordu da gelse bir şey yapamaz dedim. Kısa bir süre sonra bir grup arkadaş daha gelince hiçbir kaygımız kalmadı. Sayımız çoğalmıştı ve düşman bir daha sızma yapmak istedi ve yoğun bir çatışma yaşandı. Düşmanın burada da kayıpları oldu ama tam tespit edemedik. Bu çatışma yaklaşık iki saat sürdü.

“TEPEYİ ALAMAYINCA GERİ ÇEKİLDİLER”

Düşman bir şey yapamayacağını anlayınca bu sefer ağır silahları kullanmaya başladı. Bulunduğumuz tepeye savaş uçakları, kobra helikopterleriyle, havan ve obüs toplarıyla, tanklarla yoğun bir şekilde bombardıman altına aldılar. Bu bombardıman tam iki gün sürdü. Yerimiz sağlam olduğu için bize bir şey yapamadılar. Düşman tepeyi alamayınca beşinci gün operasyon gücünü geri çekmek zorunda kaldı.”

 
Gerilladan notlar...
Bütün dünyanın ve bölgenin gündemi Suriye'de yaşanan gelişmelerdi. Esad gidecek gitmeyecek tartışması ile Batı Kürdistan'da Kürtlerin kendi yönetimlerini geliştirmesi bir devrim olarak tanımlandı ve gündeme oturmuştu. Ancak günlerdir Şemdinli'den (Şemzinan), Çukurca'ya (Çêlê), Siirt'in Eruh (Dihe) ilçesine, Cudi'den Amed'e ve Doðubeyazıt'a kadar uzanan gerilla eylemleri bölgenin gündemini alt-üst etmiş durumda. Gerilla yol kontrolleri yapıyor, karakolların içine kadar giriyor. Yemekhane, banyo ve yatakhanelerde arama/tarama faaliyetleri yürütüyor. Karakolların içindeki ağır/hafif silahlarını, panzerleri ve lojistik araç gereçlerini imha ediyor. Askerlere yardım ne karadan ne da havadan gelemiyor. Gerillalar bir noktaya odaklı eylemden çok çok noktaya odaklı ve sonuç alıcı eylem taktiği geliştirmiş durumda.

Herkes bir yönü ile gerilla eylemlerinin amaçları, sonuçlarını değerlendiriyor. Gerillanın ne yapmak istediğini anlamak için çaba gösterenlerin bir bölümü ise medyanın gözü ve TSK'nin aklı ile bu süreci anlamaya çalışmayın. Çünkü bu durum gerçekten uzaklaşmak anlamındadır.

Devletin geleneksel söylemi ile gerillanın eylem ve hareketliliğini anlamaya çalışmak ve yorumlamak büyük bir yanılgı. Stratejik araştırma uzmanları, "bölgeyi yakından takip ettiğini sanan gazeteciler/köşe yazarları", devletin gölgesinde düşünen liberaller, AKP'liler, AKP'nin yedeği haline gelmiş sosyal demokratlar yaşanan süreci klasik devlet alışkanlığı ile yorumlaması büyük bir yanılgıdır. Çünkü Türk Silahlı Kuvvetleri ve Türk medyasının ağırlıklı bölümü bölgede yaşanan gerilla eylemlerini, eylemlerin sonuçlarını ve yaşanan tüm gereçleri gizlemektedirler. Gizlenen gerçeklerin neler olduğunu tek bir yazı ile anlatmak zor. Ama Medya Savunma Alanlarında gerilla ortamından, gerillaların günlük yaşamlarından, askeri ve siyasi yetkililerinden, dağların doruklarındaki mevzilerden, patikalardan, mevsim koşullarından, bölgedeki diğer gelişmelerin buraya, buradakilerin ise dışarıya etkisinden biraz daha iyi anlayabiliriz. En azından yaşanan gerçeğe daha yakın olabiliriz.

Evet günlerdir Medya Savunma Alanlarındayız. Savaşın şiddetini ve sıcaklığını yaşayanlar ile görüşüyor ve konuşuyoruz. Durum dışarıdan göründüğü gibi deðil. Gerillanın askeri/siyasi eylem çizgisi nitelik ve nicelik olarak 15 Aðustos 1984'den bu yana en etkili, en yaygın ve en radikal halini yaşamaktadır. Bunu sadece HRK'den ARKG'ye ve HPG'ye kadar olan bütün gerilla sürecini yaşayanlar da söylüyor. Bu dönemlere tanık olanlardan.

Gerilla yetkilileri ile görüştüğümüzde bu durumun özelliğini vurguluyorlar. Şemdinli, Çêlê, Eruh ve daha geniş bir hatta yaşanan gerilla eylemliliklerinin temel özelliği dar anlamda bir gerilla eylemi olarak algılanmaması gerekiyor. Altını çizdikleri temel nokta bunun yeni bir duruma işaret ettiği. Yani gerillanın bu pratiği klasik gerillanın "vur/kaç" taktiği üzerine oturtulmuş değil. Eylemleri karakterize eden temel kavram olarak Kürdistan üzerinde askeri egemen güçlere karşı "Gerilla Operasyonu" olarak tanımlanıyor. Bu durumun detayını sorduğumuz HPG Komuta Konsey Üyesi Sabri Tendürek, sorularımızı kısa ama net ifadelerle açıklıyor. HPG'nin deneyimli gerilla komutanlarından Sabri Tendürek, alanda günlerdir askerin otoritesinin kalmadığını somut örneklerle ortaya koyuyor. Sadece tepedeki asker mevzileri, pusulama faaliyetlerinin aşan çok yönlü gerilla taktiklerinin başarı ile alanda uygulandığını somut örneklerle anlatıyor. Gerillalara karakolları ele geçiriyor, mutfak, yatakhane ve banyolarına kadar aramalarda bulunuyor. Karakollardaki ağır ve hafif silahları ya imha ediyor ya da beraberinde getiriyor.

Gerilla yetkilileri Türk devletinin hükümet ve askeri savcıları ile bazı "uzmanların" yorumlarına gülüp geçiyor. Çünkü yaşananların detayına çok daha fazla hakim durumdadırlar. Gerillanın bu yeni taktiği konusunda gerilla komutanları çok emin ve başarılı sonuçların ortaya çıkacağını da söylüyorlar. TSK nin gerçeği gizlemesiyle istediği sonucu alamayacağını vurgulayan gerilla yetkilileri, ellerinde eylem görüntülerinin detaylarını olduğunu belirtiyor. Dolayısıyla TSK nin gerçeği daha fazla gizleyemeyeceğinin altını çiziyorlar.


Dağlara yolculuktan notlar :

Sabah altıda gerillaların Rojbaşıyla uyandım. Deliksiz bir uykuydu. Kalkar kalkmaz kendimi hiç de yeni uyanmış gibi hissetmedim.  Buraların havası çok güzel. Hava da şansıma sıcak ve güneşli. 

Sabah kalktığımda kampa dün gece dört gerillanın daha gelmiş olduğunu öğrendim. Gerilla, gece gündüz demeden yürüyor. Burada her şey o kadar çabuk değişiyor ki!

Kahvaltı sofrasını yine dışarı da kurmuşlar. Beni bekliyorlar. Yeni gelen gerillalarla selamlaşıyorum. Kahvaltıda otlu omlet var. Bir de domates. Güzel bir kahvaltı.  Kahvaltı yaptıktan sonra dün gece yarı kalan sohbetimize devam etmek istiyorum. Bu sefer kahvaltıda ana Fatma dedikleri bir ottan yapılmış çay var. Çok lezzetli. Ayrıca çok da faydalıymış. Ana Fatma çaylarımızı içerken dün yarım kalan öğrenemediğim demokratik modernitenin diğer boyutlarını soruyorum.

Peki eko-endüstriyel toplum nasıl bir şey, diye soruyorum.

“Demokratik modernitede ekonomi ve endüstrinin örgütlenme tarzıdır. Ve kapitalist modernitedekinden çok farklıdır. Yaşanabilir bir dünya yaratacak ekonomi ve endüstri modelidir” diye cevap verdi uzun boylu ela gözlü Hamza adındaki gerilla.  

Neden yaşanabilir bir model, şimdiki modelin neresi yaşanmaz, diye araya giriyorum.

Hamza; “Neresi yaşanır ki? Mevcut ekonomik sistemde milyarlarca insan açlık sınırında, ancak birkaç bin kişi firavunlardan bile daha lüks yaşıyor. Milyonlarca insan işsiz. Gelişen endüstriyle doğa alarm veriyor. Daha pek şey söylenebilir, örnekler verilebilir. Mesela İstanbul’u bilirsiniz. Bundan yirmi yıl kadar önce Haliç’in durumunu hatırlarsınız değil mi? Yıllarca milyonlarca insan o kokuyu çekti. Ve yine milyonlarca insandan alınmış vergilerle onu temizlediler. Kendileri kirlettiler. Halkın parasıyla temizlettiler. Bazı şeyler var ki Haliç gibi de değil. Geri dönüşümü bile yok. Bundandır mevcut sistemle kıyamete doğru gidiliyor” diye yanıtlıyor. 

“Peki, bu alternatif nasıl gelişecek?”

“Nasıl olacağını anlamak için ilk başta ekonomi tanımını iyi anlaman gerekir. Kapitalizmin bir ekonomik sistem olmadığını bilmen gerekir.”

“Nasıl yani?” diyorum.

Tekeller kırk haramilerden farksız!

“Ekonomi toplumun zorunlu maddi ihtiyaçlarını gidermedir. Ama mevcut durumda ekonomi denilince çek, senet, bono, tahvil, borsa gelir herkesin aklına değil mi? Bunların toplumun zorunlu maddi ihtiyaçlarını gidermeyle ne alakası var? Bunlar bir anlamda zenginlerin oynadığı kumardır. Ama ceremesini de fakir halk çeker. Söylenen, yaratılan her ekonomik krizde fakirler daha fazla fakirleşir, zenginler daha fazla zengin olur.  Aslında masallarda anlatılan kırk harami ve korsanlarla mevcut sistemimizin tekelleri arasında hiçbir fark yoktur. Tek farkları bunların emirlerinde mevcut durumlarını gizleyecek binlerce medya kuruluşu, binlerce üniversitenin ve ulus devletin olmasıdır. Mesela günümüzde yaşanan pek çok savaşın altında ekonomik talan vardır. Ancak gösterilmeye çalışılan demokrasi götürme, uygarlaştırma yalanlarıdır” diye cevap veriyor Hamza.

Peki alternatifi nasıl olacak?, diye soruyorum.

Va’lı Sozdar adındaki kadın gerilla sessizliğini bozuyor:

“Demokratik modernitede ekonomi kullanım değerlerini esas alır. Şimdi toplumun o kadar temel ihtiyacı varken hiç de insanın zorunlu ihtiyacı olmayan pek çok şey üretiliyor.  Demokratik modernitede ekonomi kar hesabı yapılmadan, sınıf ayrımına yol açmadan ve ekolojiye zarar vermeden hangi yöntemlerle daha verimli karşılanabilir bu toplumsal tartışmalarla kararlaştırılır ve yürütülür. Ekonomi, üretim, toplumun işidir; elitlerin değil.”

Peki, endüstri nasıl olacak?

“Endüstri tarih boyunca bu boyutlarda olmasa da hep olmuştur. Demokratik modernitede endüstrinin sınırı ekolojiye zarar vermeme ve temel ihtiyaçların karşılanmasını esas alır. Bu iki sınırı aşamaz. Amacı kar olmamalıdır. Böyle olunca işsizlik sorunu da aşılabilir.  En son haberlerde Türkiye nüfusunun yüzde yetmiş yedisinin şehirlerde yaşadığını söylüyor. Bundan yüz yıl önce tam tersi yüzde yetmiş yedisi köyde yaşıyordu. Kapitalizm köy kent dengesini bozarak hem ekonomik hem sosyal hem de ekolojik bir yıkıma neden oldu. Demokratik modernitede endüstri bu temel koşullara dikkat edilerek örgütlenir ve tekellerin oluşmamasına dikkat edilir”  diye sözünü tamamlıyor Sozdar.

Ekonomi devletin değil yerelin inisiyatifiyle örgütlenir

Peki üretim nasıl planlanacak? diye soruyorum.

“Demokratik modernitede ekonomi topluluk ekonomisidir. Binlerce birim ekonomik birim olarak kendini örgütleyebilir. Kocaeli’yi biliyor musun? İçinden geçilince hatta tüm Marmara bölgesinde ekonomi adı altında yutulan şehirler var. Sosyalist ekonomi ya da merkezi devlet ekonomi planlamaları gibi değil yerelin karar ve eylemiyle üretim örgütlenir. Bölgesel ve hatta ulusal koordinasyonlar gereklidir. Ama inisiyatif yerelindir. Şimdi yerelin hiç yetkisi hakkı var mıdır?” diye soruma soruyla karşılık veriyor.  

Tartışmalarımız sıcak bir şekilde devam ederken gerillalar yemeğin hazır olduğunu söylüyorlar.  Yemek yediğimiz yerin yan tarafında küçük bir kertenkele bizi izliyor. Bir gerilla bir parça ekmeği küçük küçük parçalara bölüyor. Kertenkeleye yakın bir yere bırakıyor. Kertenkele de yavaş yavaş sokulup payına düşeni alıyor.

Yemekten sonra sohbete devam ediyoruz. Demokratik modernitenin “Demokratik Konfederal Toplum Modeli”nin ne olduğunu öğrenmek istiyorum.

Leyla yanıtlıyor bu sefer: “Kapitalist modernitede siyasal hatta tüm örgütlenme boyutlarının temelinde ulus devlet vardır. Her şeyi belirleyen odur. Merkezidir. Buna karşılık demokratik modernitede demokratik konfederalist model esastır. Bu model ulus devlet gibi iktidarı hedeflemez. İsminden de anlaşılabileceği gibi demokrasiyi esas alır. Devletler idare eder, demokrasiler yönetir. Devletler iktidara, demokrasiler kolektif rızaya dayanır. Devletlerde atama, demokrasilerde seçim esastır.”

Demokratik Siyasetle Olacak!

Peki, bu nasıl örgütlenecek?

Leyla devam ediyor: “Demokratik siyasetle olacak. Demokratik konfederalizm demokratik siyasetle inşa edilecek. Kapitalist modernite merkezi, seçkin siyasetle ve iktidarla örgütlenir ve kendini yapılandırırken toplumun hiçbir yetkisi, yeteneği kalmıyor. Politik toplum yok oluyor. Türkiye örneğine baksanıza! Gerçekten kaç kişi seçimde oy kullanmak dışında politikada etkisi olabiliyor. Bunu son yıllarda Kürtler kazandıkları politik düzeyle biraz aşsalar da Türkiye toplumunun hali vahim. Demokratik konfederalizm toplumun her kesim ve kimliğine kendini ifade etme, siyasi güç olma olanağı sunar. Böylelikle toplum politikleşir.”

Peki, bunun örnekleri var mı?

Leyla gülerek; “Sanıldığının aksine tarihte bu tarz çok yaygındır. Ta ki ulus devlet tarih sahnesine çıkana kadar. Aşiretler, kabileler, etnisiteler imparatorluklar içinde kendi kimliklerini koruyarak ve bir güç olarak yaşarlar. Tarihe baktığımızda aslında devletçi merkezi sistem istisnadır. Yani okyanusta ada gibi bir şeydir. Hatta çok küçük bir ada” diye yanıtlıyor beni.

Peki, söylediğiniz toplumsal birimlerin ilişkileri nasıl olacak, farklı daha kapsamlı örgütlenmeler içinde de bulunabilirler mi?

Bu sefer Hamza cevap veriyor:

“Her birimin yerelden küresele örgütlenme konfederasyonlaşma şansı vardır. Her birimde doğrudan demokrasi esastır. Ama köyden ta kıta hatta uluslararası örgütlenmeler tarzında kendilerini örgütleyebilirler. Mesela Kürdistan’daki Süryaniler kendi köylerinde, kendi ilçelerinde, Kürdistan’da ve genel tüm dünyada örgütlenmiş bir yapıda kendilerini var edebilirler.”

Toplum örgütlenerek kendini savunur ve özgürleşir!

Peki, bu toplum kendini nasıl korur? Ordusu yok mu bunun?  diye merak ediyor ve soruyorum.

“ Tabii tümden ordu gibi olan, özünde askeri bir sistem olan ulus devlete karşı kendini koruyabilmek gerekir. Buna biz toplumun öz savunmasını gerçekleştirmesi diyoruz. Öz savunma da öyle sadece askeri bir örgütlenme değildir. Kimliklerini koruma, politikleşmelerini sağlama ve demokratikleşmelerini gerçekleştirme olgusuyla iç içedir. Toplum ancak kendini savunabiliyorsa kimliğini koruduğundan, politikleşmesini sağladığından ve demokratik siyaset yapabildiğinden bahsedebilir. Demokratik konfederalizm aynı zamanda bir öz savunma sistemi olarak boyutlanmak durumundadır. Tekellerin küresel hegemonik çağında ve bütün toplumu ulus-devlet biçiminde askersizleştirdiği koşullarda, demokratik modernite ancak tüm toplumu kapsayacak tarzda, tüm zaman ve mekân koşullarında öz savunma ve demokratik siyaset temelinde, konfederal ağlardan oluşan öz sistematiğiyle hegemonyaya karşılık verebilir. Ne kadar hegemonik ağ, şebeke varsa, demokratik modernite de o denli konfederal, öz savunmacı ve demokratik siyaset ağları geliştirmek durumundadır. Tabi toplumun öz savunma birimlerinden biri şimdilik biziz. Gelecekte PKK gerillaları olmasa bile toplum her mahalle, her köy kendi savunmasını hem içe hem de dışa karşı yapacak şekilde örgütlenmelidir. Bir gül nasıl kendini korumak için dikene sahipse toplum da öyle mekanizmalara sahip olmalıdır. Şimdi dünyada ve Türkiye’de olduğu gibi öyle özerk, dokunulmaz değil, toplumsal birimin köy meclisinin, mahalle meclisi ya da il meclisinin denetimi altında faaliyet yürütür. Bu yönlü ulus devlet nasıl ekonomik sahada tekelse askeri anlamda da tekelliğini korumak için çok uğraşır. Buna karşı toplum konfederal tarzda örgütlenerek kendi öz savunmasını yapar” diyor ve duraksıyor.

Sohbetimiz devam ederken karşıdaki dağların ardında kızılın ve mavinin yüzlerce tonu günün bittiğini gösteriyor. Kaç gündür tartıştıklarımızın daha fazla ayrıntısını nereden öğrenebileceğimi soruyorum.

Leyla, “Önderliğimizin Demokratik Uygarlık manifestosu adını verdiği Avrupa insan hakları mahkemesine sunduğu beş ciltlik savunmayı okursan tartıştıklarımızı daha iyi anlarsın” diyor.

Hava kararmaya doğru içeri giriyor akşam yemeğini yiyor, televizyon izliyoruz. Yarım saat kadar televizyon izledikten sonra yatmaya gidiyorum.

Üç saatte Avaşin

Sabah kahvaltısından sonra yola çıkıyoruz. Bu sefer gidiş kolay. Çünkü hep aşağı doğru yürüyoruz. Hava bu sefer parçalı bulutlu. Bundan dolayı biraz sıcak. Beni Avaşin’in oraya kadar götürecek gerillalardan biri olan Hamza “bulutlu havalar eğer yağış getirmezse bunaltıcı bir sıcak getirir” diyor. Önümüzde birkaç gün önce bulanık akan su biraz daha berraklaşmış. Taşların şekilleri buralarda çok ilginç. Göz kamaştırıcı. Çevreyi izleye izleye yürüyüşe devam ediyoruz. Üç saat kadar sonra Avaşin’e varıyoruz. Bizi yolda bir araba bekliyor. Arabaya binmeden önce Hamza ve diğer gerillalarla kucaklaşıp veda ediyorum. Başarılar dileyerek beni uğurluyorlar.

Arabada birkaç günün muhasebesini yapıyorum. Gerçekten bildiklerimin sarsıldığını hissediyorum bu kaç günde.
 

 

Kürdistan dağlarında bir Arap kadını :


Arap Yekbun Kürtlerin içinde büyüdü. Kürtçeyi kendi anadili gibi konuşan Yekbun dünyayı tanımaya başladıktan sonra Kürt özgürlük hareketine katıldı. Şimdi PKK’nin enternasyonalleri arasında yer alan Yekbun Kürdistan dağlarında Ortadoğu halkları için savaştığı için kendisiyle gurur duyduğunu söylüyor.

“Ben aslen Arabım” diyor gerilla Yekbun. Soyadını Arap yapmasının nedeni de bu. Arkadaşları arasında Yekbun Arap olarak tanınıyor. Yekbun Güney Batı Kürdistan’ın Dirbesiye şehrine baðlı Tıleylu köyünden dünyaya gelmiş. Kürtlerden ve Araplardan oluşan köy yaklaşık elli haneden oluşuyormuş. Coğrafya Kürdistan coğrafyası olunca Kürt kültürü ve dili daha baskın gelmiş. Onun için Yekbun’un ailesi bile Kürtçe konuşuyormuş.

Ailesinin Kürtlerin yaşadığı alanları nereden geldiğini gerilla Yekbun şöyle anlatıyor: “Aslında bizim hikayemiz biraz eskilere dayanıyor. Ben tarihini tam olarak bilemiyorum ama bizim aşiretimiz öncesinde çöllere yakın alanlarda kalıyorlarmış. Tabii Kürtlere göre çok fakirlermiş. Verimli araziler daha çok Kürdistan’daymış. Suriye devleti de çöldeki Arapları alıp Kürtleri yaşadığı alanlara yerleştirmiş. Öyle ki birçok yerde de Kürtlerin elindeki arazileri zorla alarak bizim Arap ailelere vermiş. Böylece bölgede Araplar da zenginleşmeye başlamış. Devlet Arap aileleri genelde bir köyde veya mıntıkada toplamış. Ama benim ailem Kürtlerin yaşadığı ve benim doğduğum köyde kalmış. Devlet ne kadar ısrar etmişse de dedem Kürtlerle kalmayı tercih etmiş.”

Kürtlerin içinde kalan Yekbun’un ailesi Kürtler ile güçlü bir dostluk geliştirmiş. Tıleylu köyünden ayrılmak istemeyen aileye Kürtler de sahip çıkmış. Ne bir gün Yekbun’un ailesini dışlamışlar ne de onları hor görmüşler. Devlet birçok sefer aile üzerinde baskı yapmış ve “neden Kürtler ile birlikte kalıyorsunuz” demiş. Öyle ki Suriye devleti ailenin elinde bulunan arazilere el koyarak başka Arap ailelere vermiş. Ama devletin tüm baskısına rağmen aile Kürtlerden ayrılmamış.

AİLESİ DE PKK’LİLERE YARDIM EDİYORDU

PKK’nin alanda etkisinin artması ile birlikte yörede bulunan çoğu aile gibi Yekbun’un ailesi de PKK'lılar ile kaynaşmış. 1990’lı yıllar ile birlikte aile PKK’lilere yardım etmeye başlamış. Ailenin yaşamına siyasi boyut da eklenince Suriye devleti bundan daha fazla rahatsız olmaya başlamış. Hele bir de toplumsal olaylarda aile PKK’lileri koruyunca devletin aile üzerinde baskısı daha da artmaya başlamış.

Evlerine gelen PKK’lilerden çok etkilendiklerini anlatan gerilla Yekbun, “PKK'lı arkadaşların oturup kalkmalarından konuşmalarına kadar onlardan çok etkileniyorduk. Aileden en çok etkilenen ben oldum. Önderliğin bazı kitaplarını okumuştum ve kesinlikle Önder Apo’yu görmeliyim diyordum. Partiye katılmak istiyordum ama ailem izin vermiyordu. Hatta o zamanlar Önderlik Suriye’deydi ve özel günlerde halka toplantılar yapıyordu. Ben o toplantılara gitmek istiyordum ama ailem ona bile izin vermiyordu. Ailemin bu kararının temel nedeni bir kadın olmamdı.”

“DÜNYA BİRLEŞSE GERİLLAYI YENEMEZ”

Ailenin tüm ısrarına rağmen Yekbun ailesinden gizli PKK’lilere milislik yapar. Bu durum 2001’e kadar sürer. Ve o tarihte Yekbun gerillaya katılır. Gerillaya katılan Yekbun’un içindeki heyecan daha da büyür. Gerillaya ilk geldiği anları gerilla Yekbun şöyle anlatıyor: “Gerilla arkadaşların yaklaşımları çok güzeldi. Her bir arkadaşın yaklaşımı insanın çok değerli bir varlık olduğunu hissettiriyordu. Bunun yanı sıra dağların heybeti de anlatılmayacak güzellikte duygular yaratıyordu. Kürdistan dağlarını gördükten sonra kendi kendime dünya da gelse gerillayı yenemez dedim.”

“KENDİ GERÇEĞİMİ GÖRDÜM”

Diğer taraftan bir Arap kadını olarak Kürdistan dağlarında gerillacılık yapmak Yekbun için daha da derin duygulara neden olur. Özellikle Ortadoğu halklarının yanı sıra kendi halk gerçeğini daha yakından tanıdığını söyleyen gerilla Yekbun “Arkadaşların bana verdikleri eğitimler ile kendi halkımın tarihinin yanı sıra bölgenin gerçekliğini daha iyi kavradım. Bütün bunlar benim için mücadelemde temel dinamikler oldu. Hem kendi halkımın hem de kadının tarihini tanıdıkça içinde bulunduğum mücadele gerçeğinin tarih karşısındaki rolünü daha iyi anladım. Tarih yazan bu gerçeklik içinde oldukça da PKK’ye olan bağlılığım daha da arttı. Hele hele bir Arap kadını olarak kendime olan inancım ve güvenim daha da gelişti.”

Hangi halktan olursa olsun PKK’nin insana kendini ifade edebileceği bir dil kazandırdığını ifade eden gerilla Yekbun, “Ben de kendi gerçeğim gördükçe özgürlük mücadelesine daha aktif katıldım” diyor.

“PKK KÜLTÜRLERİN BULUŞMASIDIR”

PKK saflarında Kürtlerin yanı sıra farklı halklardan insanlar olduğuna dikkat çeken gerilla Yekbun PKK’de birçok kültürün buluşmasının yaşandığını belirtiyor. Gerilla Yekbun “Böyle zengin kültürel bir topluluğun içinde olmak insanı mutlu ediyor. PKK’nin bu gerçeğini gören farklı halkalardan insanlar daha fazla katılıyorlar. Özellikle bu süreçte Kürt olmayan birçok gerilla ile karşılaştım. Her halkın tarihi biliniyor ama insan PKK’ye katıldı mı kendi tarihini daha iyi tanıyor. Benim gibi farklı halklardan olan arkadaşlar kendi tarihlerini bir de PKK’de gerçekliğe göre örendikçe daha da mutlu oluyorlar. Çünkü PKK her yönüyle açık bir harekettir” diye konuşuyor.

 
 

Gerillada Kürdistanlı bir Türkmen :
Siverekli Yılmaz, Kürdistan’da büyümüş bir Türkmen. Kürtçeyi anadili gibi konuşuyor. Okumak için Türkiye metropollerine gittiðinde sırf Siverekli olduðu için Kürt sanılarak hakarete uðramış. Sonrasında yönünü Kürdistan daðlarına çevirmiş.

Yılmaz Tolhıldan (Yılmaz Kalan) 1988 yılında Urfa’nın Siverek ilçesinde dünyaya gelir. Liseye kadar kendi köyünde okur. 17 yaşına kadar Siverek’te kaldıktan sonra liseyi okumak için Antalya’ya gider. Liseyi bitirdikten sonra üniversitede muhasebe bölümünü okur.

Yılmaz’ın aşireti Türkmen bir aşirettir. Köydeki Kürt nüfusun yoðunluðundan kaynaklı Kürtçe’yi de anadilleri gibi konuşurlar. Yılmaz için de bu daha çocuk yaşlardan itibaren ‘öteki’ olarak görülmesi, asimilasyoncu politikalarına maruz kalması demektir.

Daha ilkokul sıralarındayken öðretmenleri ve köydeki askerler Kürtçenin yasak olduðunu ve Türkçeden başka bir dili konuşmaması gerektiðini söylerler. Ana dili gibi konuştuðu bir dile yasak denilmesi daha ilkokul sıralarında aklını karıştırmış Yılmaz’ın.

KÜRDİSTANLI OLMAK SALDIRILARIN HEDEFİ OLMAYA YETTİ

Yılmaz’ın esas çelişkileri ve Türk devletinin yasakçı zihniyetini kabullenmemesi liseli yıllara geldiðinde başlar. Liseyi okuduðu Antalya’da Türk olmasına raðmen kendisine bir Kürt’müş gibi baskı yapılması durumunu Yılmaz şöyle anlatıyor: “Ne kadar Kürt olmasam da Kürtlerin içinde Kürtleşmiş bir aileden gelmekteydim. Bu da hem yaşam tarzıma hem de konuşma üslubuma yansıyordu. Devlet her zaman bana bir Kürt gibi yaklaştı. Ve ikinci sınıf olarak gördü. Liseye başladıðımda Kürt olmadıðım halde Kürdistan’da geldiðim için hocalarım tarafından aðır hakaretlere maruz kaldım. Derslerden atıldım, okuldan uzaklaştırıldım. Sınıfta Kürdistan’da gelen tek kişi bendim. Benim Kürtlerin haklarından bahsetmem onlar tarafından kabullenilmediði gibi bu durum hem hocalar tarafından hem de öðrenciler tarafından zamanla şiddete dönüştü. Aynı zamanda yaşadıðım mahallede de Kürtçe konuştuðum için aynı yaklaşımlara maruz kaldım.”

DEVLETİN GENÇLERİ ÇEKTİĞİ BATAKLIK…

Yılmaz liseye başlayana kadar Kürdistan’da yaşamış ve devlet görevlileri dışında kendisine Kürtçe konuştuðu yine Kürtler gibi yaşadıðı için ona hiç kimse tarafından hakaret edilmemişti. Antalya’ya gelmesiyle birlikte, devletin yarattıðı önyargıların halklar arasında yarattıðı uçurumu gözleriyle gördü. Ötekileştirildi, yalnızlaştırıldı. Gençlik çaðındaydı. Yoðun çelişkileri ve çaresizliði arkadaş çevresiyle gidermeye çalışıyordu. Ancak bu çevre onu büyük bir bataðın içine doðru sürüklüyordu. Uyuşturucu ve alkol kullanmaya başladı. Ailesinden giderek uzaklaşıyordu.

KÜRT ARKADAŞLARLA YENİDEN DOĞUŞ

Üniversiteye başladıðında işte bu çelişkilerle doluydu Yılmaz. Üniversite sıraları, çocukluðundan bu yana yaşadıðı çelişkileri zirveye taşınmasına tanıklık edecektir. Çevresinde sürekli Kürtlere hakaret edilmesine, saldırıya maruz kalmasına sessiz kalmaz. Bu tutum, arkadaş ortamında Yılmaz’ın dışlanmasına neden olsa da boyun eðmez. Kürt yurtsever öðrencilerle tanışması bir dönüm noktası olur. Kendi deyimiyle “yeniden bir doðuş” yaşanır.

Uyuşturucu ve alkol baðımlılıðından kurtulmayı başarır. Yılmaz bırakmasında Kürt yurtsever ortamın belirleyici olduðunu şu sözlerle anlatıyor:

“Maddeler kullandıðım zaman yaşam tamamen boştu. Ýnsanları ve geleceði düşünemiyordum. Bıraktıktan sonra ilk başlarda toplumla birlikte olmaktan zorlandım ama zamanla aşarak bir normalleşme yaşandı. Uyuşturucu maddeleri bırakmamın temel nedeni yurtsever ortamdı. Partiye yakışır bir kişi olmak istedim. Çalışmalara katıldıðım süreç içerisinde Kürtlerin yaşadıklarını daha iyi gördüm. PKK’ye olan merakım arttı ve PKK’yi araştırdım. Öðrenmeye çalıştım.”

“Kürtler Üzerindeki imhaya Dayanamıyordum”

Hem Kürt halkı üzerindeki baskılar hem de Türk ordusunun imha operasyonları sonucunca yaşanan gerilla kayıpları Yılmaz’da büyük bir öfkeye neden olur. Hele hele Türk askerlerinin gerilla cenazeleriyle oynamaları Yılmaz’ın Türk devletine olan kinini daha da arttır. Hiçbirini tanımasa da her bir gerilla onun için çocukluk hayallerini paylaştıðı arkadaşları gibidir. Kürdistan’da doðmuştur ve liseli yıllara kadar da Kürt çocuklarıyla birlikte büyümüştür. Kendi deyimiyle, “o daðlarda gezen her bir genç onun gibi o coðrafyanın havasını solumuş olanlardır.”

Yaşanan bu durumların yüreðe sıðmayacak acılara neden olduðunu ifade eden Yılmaz “Kürtler üzerinde bir imha politikası vardı ve bu ben de bir öfkeye neden oluyordu. Eðer devlet beni büyüdüðüm coðrafyadan dolayı bir Kürt olarak görüyorsa ben de olmam gereken yerde olmalıyım dedim. Kürt halkına yapılanları kabul edemezdim ve 2010 yılında gerillaya katılmaya karar verdim.”

“Bu dağlara gelen herkes kendi isteðiyle ve büyük bir tutkuyla geliyor” diyen Yılmaz gerilla yaşamına baðlılıðını şöyle anlatıyor:

“PKK yaşamı her şeyiyle yoldaşlık ilişkileri üzerine gelişiyor. PKK yaşamında her şey anlamlıdır. Bunları gördükçe gerillaya daha fazla baðlanıyorum.

Şimdi bulunduðum yerden baktıðımda Türk devletin Kürt gençleri üzerinde oynadıðı oyunları dahi iyi görebiliyorum. Türk devleti Kürt gençlerinin gerillaya katılmaması için bir sürü oyun oynuyor. Özel savaş yöntemleri var. Bunlardan birisi de uyuşturucudur. Gençliði uyuşturucuya alıştırma var. Kürt gençlerinin yapması gereken sistemden yaşamak deðil, olması gereken yerde yani özgürlük saflarında olmasıdır. Yaşanan soykırım ve imha politikasına karşı verilecek en iyi mücadele daðlarda gösterilir.”

29 yıllık bir gerillanın anlatımıyla Komutan Agît :

Gerilla komutanı Mahsum Korkmaz (Agît) ile gerillacılık yapan ve 29 yıldır Kürdistan dağlarında olan gerilla Gürcan, komutan Agît için “Savaşçıyla savaşçı komutanla komutandı. Çalışmasıyla emeğiyle arkadaşlara da halka da kendini sevdirdi” dedi. Gerilla Gürcan, Mahsum Korkmaz, Mazlum Doğan, Kemal Pir’lerle yaratılan bu ruhun yazılması, nesillere aktarılmasının da önemini vurguladı.

Kürt özgürlük hareketinde efsane gerilla komutanı olarak bilinen ve 15 Ağustos 1984 Şemdinli-Eruh eylemleriyle ilk gerilla kurşununu atan Mahsum Korkmaz (Agît), gerillacılığın Kürdistan dağlarında gelişmesinin temelini atanlardan bir oldu. PKK ile tanıştığı ilk günden itibaren gerilla savaş tarzı ve taktikleri üzerine sürekli araştırmalar yapan gerilla komutanı Agît, bugün Kürdistan dağlarını da aşıp Türkiye’nin Karadeniz ve Akdeniz dağlarına kadar mevzilenen, sayısı binlerle ifade edilen gerillanın savaş tarz ve taktiklerinin temelini atan komutan oldu. Kürdistan dağlarında geçirdiği her anı gerillacılığı geliştirmeye adayan komutan Agît 28 Mart 1986 yılında Şırnak’ın Gabar dağında bir asker pususunda yaşamını yitirdi. Onun kaybı sonrası Türk devleti gerillanın biteceğini düşündü ama Agît ardında yenilmez bir gerillacılık mirası bıraktı.

Gerilla Gürcan, adı Abdullah Bayık. 1970 yılında Şırnak’a bağlı Deştê Lala köyünde doğdu. 1984 yılında gerilla saflarına katıldı. Gerillaya katıldığı yıllarda Agît’i tanıdı. Kendi deyimiyle “gerillacılığı ve partiyi komutan Agît’ten öğrendi.” Birçok çatışma ve eylemde komutan Agît’in yanında olan gerilla Gürcan, komutan Agît’in yaşamını yitirdiği çatışma anında da O’nunla birliktedir.

Agît ile geçirdiği ilk gerillacılık yıllarını çok özlediğini ve kendisi için o yıllara ait her an’ın büyük anlamlar ifade ettiğini belirten gerilla Gürcan, sorduğumuz sorulara verdiği cevaplarla bizi de o yıllara götürdü.

 Mahsum Korkmaz’ı ilk olarak ne zaman ve nerede tanıdınız?

Agît arkadaşı ilk olarak 1985 Ağustosu’nda Siirt-Pervari’ye bağlı Xalila dağında gördüm. Biz Girê Pîro’dan oraya gitmiştik. Onlar bir grup olarak orada kalıyorlardı, biz de onların yanına gitmiştik. O zamana kadar görmemiştim ama arkadaşlar Agît arkadaştan çok bahsediyorlardı.  Sohbetlerde de sürekli Agît arkadaşın ismi geçiyordu. Onun için bende müthiş bir merak uyanmıştı.

‘KENDİNDEN EMİN BİR DURUŞU VARDI’

İlk gördüğüm anı hiç unutamıyorum. Kısa boylu ama kendiden emin bir duruşu vardı. Saçı, sakalı uzundu. Saçları çok sık ve siyahtı. arkadaşların yanına neden gittiğimizi bilmiyordum. Daha sonra toplantı için orada bulunduğumuzu öğrendim. Agît arkadaşın yanında Selim hoca, Rojhat arkadaş, Ahmet Rapo arkadaş, Resul arkadaş gibi arkadaşlar vardı. Bizim grubumuzda ise Mustafa Yöndem (Erdal) arkadaş, Xılxıle Kemal gibi arkadaşlar vardı. Xılxıle Kemal Dersim’li bir arkadaştı. Erdal arkadaş ise Maraş’lıydı. Kemal arkadaş da Batman’lıydı.

Agît arkadaşın silahı M-16’ydı ve çok dikkatimi çekmişti. Çünkü o zaman silahımız azdı. Elimizdeki silahlar sini, buruno ve kırma tüfeği gibi çeşit çeşit silahlardı. M-16’yı ilk olarak Agît arkadaşın elinde görmüştüm. Hal ve hareketleri de dikkatimi çekti. Konuşmaları, arkadaşlarla olan ilişkileri çok dikkat çekici ve etkileyiciydi. Arkadaşlarla konuştuğunda, şakalaştığında çok doğal ve sadeydi.  

Konuşmaları daha çok gerilla savaşı, gerilla tarzı ve taktiği üzerineydi. Bir askeri hedef keşfinden tutalım da gerillanın gizliliğine kadar bütün konuları konuşuyordu. Bir keşfe gittiğinde, bir eyleme gittiğinde nelere dikkat etmen gerekiyor, ne zaman çatışmalara girmen gerekir noktalarında sürekli bir yoğunlaşması vardı. Yani bir çay veya sigara arasındaki kısa sohbetlerde bile savaş üzerine, gerilla üzerine, taktik üzerine, halk ve parti üzerine değerlendirmeler yapıyordu.

Agît arkadaş çok paylaşımcı biriydi. Bildiği her şeyi arkadaşlarla paylaşmak istiyordu. Gerilla ve PKK yaşamını esas alıyordu. Gerillacılığa ve devrimciliğe dair bütün birikimlerini çevresine mal etmeye çalışıyordu.

Önderlikle, arkadaşlarla anılarını anlatıyordu. En fazla Önderliği anlatırdı. Önderliğin tarzını, eğitimlerini anlatır ve bize öğretmeye çalışırdı. Agît arkadaşın ruhunda, beyninde önderlik, Mazlum Doğan ve Kemal Pir arkadaşlar vardı. Onun tüm dünyasında Önderlik ve bu iki arkadaş vardı. Onlardan çok etkilenmiş ve onları kendine örnek alıyordu. Önderliğin nasıl insan eğittiğini yine Önderliğin yaşam tarzını anlatarak bizim de aynı tarzı esas almamızı istiyordu. Düşünsel anlamdan tutalım da yaşamın her anı ve ayrıntısına kadar Önderlik esaslarına göre yaşardı. Ve çevresini de buna katmaya çalışırdı.

ÇALIŞMASIYLA EMEĞİYLE ARKADAŞLARA DA HALKA DA KENDİNİ SEVDİRDİ

Mahsum Korkmaz ile birlikte kaç yıl kaldınız? Bu süre zarfında en fazla dikkatinizi çeken özellikleri neler oldu?

Bazen ayrılıyorduk, toplantılarda bir araya geliyorduk. Ama son düzenleme ile birlikte şehit düşene kadar birlikte kaldık. O zaman düzenlememizi Duran Kalkan arkadaş yapmıştı.

Agît arkadaşın komutanlığı gerçekten örnekti. HRK’den tutalım ARGK ve HPG’ye kadar örnek teşkil eden bir komutanlık duruşunu gösterdi. Gerilla savaşında, gerilla taktiğinde, eylemde başarıyı yakalayan bir tarzı vardı. Mücadeleye katıldıktan şehit düştüğü son an’a kadar da örnek bir arkadaş oldu. Her davranışı ile bizi eğiten bir özelliği vardı.

Bizim komutanımızdı, parti merkeziydi, arkadaşlarla çok ilgileniyordu. Bir nöbet yeri için bile kendisi gider arkadaşlara yer gösterirdi. Çünkü bir çatışma durumu yaşandığında nasıl hareket etmek gerektiğini hesaplıyordu.

Agît arkadaş çok planlı ve saatine göre hareket ederdi. Rast gele bir tarzı yoktu. Gerçekten zorluklar içinde bu şekilde gelişen arkadaşlar unutulmaz kişiler oldu. Tarihe ve halka mal oldular. Agît arkadaş da bunlardan birisidir.

Biz o zamanlar her şeyi tam anlamıyorduk. Hem imkanlar sınırlıydı hem de zor koşullardı. Silahtır,  paradır, ilişkidir neredeyse sıfır düzeydeydi. Bir ayakkabı almak için, bir torba un almak için veya bir silah temin etmek için bir karakol kaldırman gerekiyordu. Agît arkadaş çalışmasıyla, emeğiyle, çabasıyla tanındı. Hem arkadaşlar içinde hem de halk içinde tanındı. Adını tarihe yazdırdı.

Agît arkadaş zafer ruhunun kaynağını Önderlikten, Mazlum Doğan ve Kemal Pir arkadaştan almıştı. Bilinç, inanç, cesaret, fedakarlık gibi özellikleri onlardan almıştı. 1985-1986 yıllarının o zor koşullarında inanç, cesaret ve fedakarlık çok gerekiyordu. Yiyecek, silah, elbise imkanları yoktu. O koşullar için de sürekli çatışma halindeydik. Doğru dürüst yemek bile yiyemiyorduk. Öyle bir duruma dayanmak gerçekten de zordu. Ve bu noktada Agît arkadaş tüm arkadaşlara cesaret ve güç veriyordu. Zorlanan her bir arkadaşla tek tek ilgileniyor ve onlarla sürekli sohbet ediyordu.

O zamanlar sürekli olarak şunu diyordu: Gabar, Besta, Oramar, Komata alanlarını özgür alanlar yapacağız. Eğer özgür alanlar yaratırsak yüksek yerlere doçkalar indirir ve köylere de jeneratörler koyacağız, diyordu. Biz bu sözlere bir hayal diye bakıyorduk. Gerçekten hiçbir imkan yoktu. Kimse bizi tanımıyor ve kapılarını bile açmıyorlardı. Ama diğer taraftan da Agît arkadaş bunları söylüyordu. Sayımızın binlere ulaşacağını ve stratejik yerleri tutacağımızı söylüyordu. Yani bugünkü gerillanın ulaştığı düzeyi o zamandan Agît arkadaş bize anlatıyordu.  

Agît arkadaş çok moralli bir arkadaştı. O moralini arkadaşlara da yansıtıyordu.

Hem gerilla taktikleri, hem keşiflerde hem de düşmanı vurmada sürekli bir yoğunlaşması olduğu gibi kendimizi de nasıl koruyabiliriz üzerine de duruyordu. Gerillanın gizliliği çok önemliydi. Örneğin bir çay içtiğimizde, sigara içtiğimizde kesinlikle bulunduğumuz yerde hiçbir iz bırakmazdık. Orada geçen ne köylü ne de asker bize dair hiçbir iz göremezdi. Sürekli olarak birileri çevremizde olabilir ihtimaline karşı yüksek sesle konuşmazdık. Bulunduğumuz yerlerde hem ses hem de iz olarak köylülerin de bizi görmemesi ve fark etmemesi gerekiyordu. O şekilde bir dikkat vardı.

SAVAŞÇIYLA SAVAŞÇI KOMUTANLA KOMUTAN

Gerillalarla, diğer gerilla komutanlarıyla ilişkisi nasıldı?

Şehit düşene kadar Agît arkadaşın PKK merkezi olduğunu bilmiyorduk. Harun arkadaş (Şehmuz Yiğit), Cafer Serhat, Xılxıle Kemal, Mahir, propagandacı Kemal vardı. Agît arkadaş, savaşçının yanında savaşçı, komutanların yanında da komutan gibiydi. Bir bakıyorsun savaşçıdır, bir bakıyorsun keşifçidir, bir bakıyorsun kuryedir,  bir bakıyorsun öncüdür, bir bakıyorsun komutandır, bir bakıyorsun tepecidir, bir bakıyorsun nöbetçidir. O zamanlar için bu noktalar çok önemliydi. Her eylem keşfine kesinlikle kendisi giderdi ve eylemlerin üzerinde dururdu. Yine pusulara giderken de direkt kendisi üzerinde dururdu. Taktik ve tarzda uzmanlaşmıştı. Düşmanın en zayıf anını, zayıf yönünü takip ederdi. Sabah mı, akşam mı, yemekte mi, sürekli takip eder düşmanın zayıf yönlerini keşfedip düşmana nasıl darbe vurabiliriz diye sürekli bir arayış içerisindeydi. Düşmanın zayıf tarafını yakalayıp orada düşmana darbe vururdu. Yani savaşın her anını çok iyi hesaplardı.

Ne kadar da anlatsam onun komutanlığını ve özelliklerini anlatamam. PKK’yi, HRK’yi ve ERNK’yi ayakta tutan şeylerden birisi de Agît arkadaşın tarzı, üslubu ve yöntemi oldu.

TAKTİKLERİ İLE KORKU YARATMIŞTI

Daha şehit düşmeden önce biz Besta’da, Cudi’de,  Oramar’da veya Gabar’dayken kaldığımız noktalara düşman askeri gelemezdi. O zamanlar Gabar’da geceleri asker gezemezdi. Agît arkadaşın olduğu alanlara asker kolay kolay giremezdi. Asker Agît arkadaşın korkusundan dolayı özellikle geceleri çıkamazdı. Agît arkadaşın taktikleri ve vuruş tarzı düşmandan büyük bir korku yaratmıştı. Agît arkadaş sürekli araştıran bir arkadaş olduğu için nerede ve nasıl düşmanı vuracağını çok iyi biliyordu. Nerede olursak olalım bulunduğumuz alanlardaki karakollar da kendi korkularından dolayı sürekli olarak rast gele çevrelerini tarıyorlardı. Ben o zamanlar askerin geceleri araziye çıktığını da görmedim, gelemiyorlardı. Düşman, Agît arkadaşın grubunun o alanda olduğunu fark ettiği andan itibaren korkudan ölüyordu.  

Argit arkadaş şehit düştükten sonra asker Eruh, Gabar, Uludere ve genel Botan’da gece de gezmeye başladı. Bu bile Agît arkadaşın ne kadar etkili bir olduğunu gösteriyordu.

BİRLİKTE KATILDIKLARI EYLEMLERİ ANLATIYOR

Birlikte katıldığınız eylemler var mı?

Bazı eylemlere birlikte gittik. Bunlardan ikisi kapsamlı eylemlerdi. Bütün eylemlerde taktik ve planlamalara çok dikkat ediyordu. Mesela 1986’ın 21 Martında yaptığız Fındê eylemi var. Agît arkadaş sabah 05.00’da eylem yapacağız demişti. Bizim tuhafımıza gitmişti. Çünkü biz sadece gece eylem yapabiliriz diyorduk. Gündüzleri de sadece operasyonlar ve pusularda yaşanan çatışmalar oluyordu. Ama sabah beşte düşmanı vuracağız, dedi ve aynen newroz günü eylemimizi yaptık. O eylemi de Mazlum Doğan ve Kemal Pir’in intikamı için yapmıştık. O eylemde ben Agît arkadaşın grubunda yer aldım. Diğer grubun sorumlusu ise Harun arkadaştı. Eylemin genel komutanı da Agît arkadaştı. Biz yukarıdaydık ve askerler aşağıda kalıyordu. Arazi taşlık bir arazi olduğu için Agît arkadaş önce taş yuvarlayalım ondan sonra silahlarımızı kullanalım dedi. Eylem de öyle başladı. Bir taraftan uygulanan taktik diğer yandan eylem saati düşmanı şaşırtmıştı. Eylemde 8 asker öldü çok sayıda asker de yaralandı. Sayısını tam hatırlamıyorum ama çok sayıda silah ve asker çantası da kaldırdık.

1985 sonbaharında Biyava köyü yakınlarında çatışmaya girdik. O çatışmada Şehmuz arkadaş şehit düşmüştü. Bir on başı arkadaşlara küfretmiş ve Şehmuz arkadaşı da kendisi vurduğunu söylemiş. İşte o Fındê eyleminde o onbaşıyı da öldürdük. O çevredeki halk bundan çok etkilenmişti.

KÂRLI ÇIKAN BEN OLDUM

Unutamadığın bir anınız...

1986 Mart ayında bir arkadaşla silah üzerinde bir diyalogumuz oldu. Benim silahım Alman G-3’üydü. O arkadaşın G-3’de Türk malıydı. Onun silahının kolu benim silaha göreydi, benim silahımın kolu da onun silahına göreydi. O arkadaş benden silahımı istedi. Ben de vermek istemedim. Çünkü silahımı seviyordum ama diğer yandan bir arkadaşım silahımı istiyor ve vermemek de ayıp olurdu. Bir de o silahı bir arkadaş bana vermişti ve benim için manevi bir ağırlığı vardı. Biz kendi aramızda tartışırken bir birimizi ikna etmeye çalışıyorduk. Bu arada ses tonumuz biraz yükselince Agît arkadaş da neden tartıştığımızı sordu. Ben durumu anlatınca Agît arkadaş bizi yanına çağırdı. İkimize de silahların kollarını çıkarın dedi. Biz de kolları çıkardık. Silahların kollarını değiştiğimizde ikimizin de silahı tamam oluyordu. Agît arkadaş her iki silahın kolunu değiştirdi ve sorun çözüldü. İkimizin de silahı tamam oldu ve ikimiz de memnun olmuştuk. Tabii benim silahım Alman malı olduğu için bu işte karlı çıkan ben olmuştum. O zamanlar G-3, A-4 Alman silahı çok meşhurdu. Simsiyah bir silahtı ve havası vardı. Kolu da alınca benim keyfim tam yerine gelmişti.

MERMİLER BOŞA GİTMESİN

Yine bir 1 Mart günü Agît arkadaş benimle bir arkadaşı çağırdı ve göreve gönderdi. Besekê taraflarında bir gurup arkadaşı getirmemizi istedi. Bana yolu tanıyıp tanımadığımı sordu ben de tanıyorum, dedim. Benim hem arazi hem de halkı tanıma sorunum yoktu. Benim yaşım küçüktü. Diğer arkadaş yolu bilmiyordu. Ama kimse olmadığı için mecburen bizi gönderdi. Biz gittik çatışmaya girdik. Aynı zamanda Agît arkadaş onlar da çatışmaya girdi. Biz çatışmadan çıkıp Agît arkadaşın yanına gittiğimizde bize, 1 Mart günü operasyon olacağını unuttuğunu söyledi. Her yıl 1 Martta genel operasyon oluyordu ve Agît arkadaş o tarihi unuttuğu için bize de söyleyememişti. O bizim için bir tecrübe olmuştu. Her yıl 1 Martta Türk devleti operasyon yapıyordu. Mart ayında daha ağaçların yaprakları açılmadığı için düşman bunu fırsat bilerek bize darbe vurmaya çalışıyor. Hala da aynı tarzı yürütüyorlar. Ağaçların yaprakları açmadan operasyonlar başlıyor.

Tabii bu görevden sonra Agît arkadaş bizi eleştirdi. Çünkü operasyon gücü ile çatışmaya girmiştik. Her birimiz de 20’den fazla mermi atmıştık. Agît arkadaş bize kaç asker öldürdüğümüzü ve kaç silah kaldırdığımızı sordu. Biz şehit vermedik, yaralı da vermedik, sağ salim arkadaşlara ulaştık ama sıktığımız mermilerin de boşa gitmemesi gerektiğini söyledi. Her mermi bir asker indirmeliydi, diyordu. Cephanemiz azdı ve atılan mermiler kesinlikle boşa gitmemeli, diye bizi eleştirdi.

EN BÜYÜK HEDİYESİ ANILAR

Yanınızda Mahsum Korkmaz’a ait her hangi bir hediye kaldı mı?

En büyük hediye anılardır. Daha şehit düşmeden önce yanında sadece silahı radyosu, kalem ve defteri vardı. Başka bir şeyi yoktu. Ona ait bir şeylerin yanımda olmasını çok istedim ama nasip olmadı. Fakat onunla yaşadıklarımız, ondan öğrendiğimiz parti ahlakı, kültürü, gerillacılık tarzı her şeye bedeldir. Bilinç, tecrübe, siyaset, ahlak olarak bize bıraktıkları her şeye bedeldir. Birlikte çektiğimiz resimler vardı ama benim elime geçmedi. Ama benim için Agît arkadaştan kalan en büyük hediye PKK’ye, HPG’ye ve Kürt halkına bıraktığı değerlerdir.

ŞEHİT DÜŞTÜĞÜNÜ RADYODAN ÖĞRENDİK

Mahsum Korkmaz vurulduğunda siz de o çatışmadaymışsınız. O çatışmayı kısaca anlatabilir misiniz?

1986’da 28 Mart günü Gabar’da pusuya girdik. Meydin, Xursê, Karne, Berkêvir, Bêseke, Bertir, Şerefiye köylerinin tam ortasına denk gelen bir yerde pusuya girdik. Tabii detayları geniştir. Biz o gün askerleri fark ettik. Yolumuzu değiştirdik. Biz askerleri gündüz görmüştük. Agît arkadaş uzaktan gideceğimizi söyledi ama gittiğimiz güzergahta gece saat 02.00’da pusuya girdik. Metin arkadaş orada yaralandı. Agît arkadaş ile bağlantımız kesildi. Diğer gün biz radyoda Agît arkadaşın şehit düştüğünü öğrendik.

O an’ı anlatmanızı istesek…

1984’den 1986’ya kadar Agît arkadaşın yanında ve yakınında kaldım. Agît arkadaşın şahadeti bizim için derler ya yetim kalmıştık. Biz de öyle bir duygu oluşmuştu. Gerilla tarzını, taktiğini, üslubunu, savaşı yürüten Agît arkadaştı. Biz gerillacılığı, partiyi ilk ondan gördük ve öğrendik. Birçok kahraman komutanımız da Agît arkadaşın izinde yürüdüler ve gerillayı geliştirdiler. Herkes Agît arkadaşın intikamını almak ve Agît arkadaşın tarzını yürütmek istedi. Kimisi başardı, kimisi de başaramadı.

Agît arkadaşın şahadetinden sonra PKK ve HRK kendini yeniden ele aldı. Çünkü Agît arkadaşın şahadeti büyük bir etkiye neden olmuştu. Türk devleti gerillanın komutanını vurduk, artık bunlar bitti, dedi. Ama diğer taraftan ise Agît arkadaşın şahadeti biz de büyük bir intikam duygusu yarattı. O intikam duygusu partiyi de HRK’yi de güçlendirdi. Zaten Agît arkadaşın şahadetinden sonra parti ARGK’yi ilan etti. Agît arkadaşın mirası sayesinde düşmana karşı daha güçlü direndik ve cevap olduk. Düşman gelişen gerilla direnişi karşında gerillanın bitmediğini, bitmeyeceğini gördü.

Tabii bütün bunlarda Önder APO’nun emeği belirleyici oldu. Hem ARGK hem de PKK’yi ayakta tutan ve geliştiren önder APO’nun emekleri oldu. Agît arkadaşın şahadetinden sonra Önderlik onun anısına bağlılığın gereği eğittiği birçok gerilla grubunu ülkeye gönderdi. Önderlik her bir arkadaşla bire bir ilgilenerek eğitmişti. Savaşta neler ile karşılaşacağını, nasıl davranması ve savaşması gerektiğini herkese detaylı bir şekilde anlatmıştı. Gerçekten savaş zor bir iş öyle kolay değil. Anı anına ve attığın her adımda iyi hesap yapman gerekiyor.

BU DEVRİMCİ RUH YAZILMALI, NESİLLERE AKTARILMALI

1984’den beri geri gerilladasınız. Bu gün gerilla Şaho’dan Karadenizlere kadar mevzilenmiş. O zamanlar gerillanın bu kadar gelişip yayılabileceğini düşünebiliyor muydunuz? Yine Mahsum Korkmaz’ın hayali olan özgür alanlardan bahsettiniz, şimdi de Medya savunma alanları var ve bu durum siz de nasıl duygular yaratıyor?

Üç nokta ile bağlamak istiyorum. Bir, 1982 21 Mart Mazlum arkadaşın şahadeti. İki, 1982 14 Temmuzunda ölüm orucu direnişi ve 1984 15 Ağustos atılımı PKK, ARGK, HPG, KCK’yi yarattı. Bir direniş ruhu bıraktı. Hiç kimse de bu ruhu bozamaz. Haki arkadaşın şahadetinden Agît arkadaşın şahadetine kadar yine Zilan ve Beritan arkadaşların direnişlerine kadar bir ruh yaratıldı. xBugün Ortadoğu’da PKK bir güç olmuşsa Önderliğin emeği, düşüncesi ve iradesi sayesinde olmuştur. Bu işler sadece konuşmayla olmuyor, pratikte uygulanması ve yaşamsallaşması gerekiyor. Şahadete ulaşan ve kahramanlaşan arkadaşlarımız da Önderliği temsil ettiler.

Ben kendim ise ilk katıldığım günkü ruhu yaşıyorum. Agît arkadaşın ruhunu emeğe dönüştürerek mücadeleye katmaya çalışıyorum. Bu devrim ruhunun yazılması gerekiyor. Ayrıntısı çok ve binlerce şehit verdik. Her dağda, her vadide şehit arkadaşlarımız var. Bu ruhun yaşaması gerekiyor. Bu ruhun unutulması insanlıktan çıkıştır. Yeni nesillere de bu ruhu aktarmak gerekiyor. Nereye gidersen git, köy olsun, şehir olsun, kasaba olsun, dağ olsun PKK her yere dağılmış. Bugün bir arkadaş şehit düştüğünde tüm halkımız toplanıp şehidine sahip çıkıyor. Bütün bunların hepsi de devrimsel gelişmedir.

Şimdi her şey var, imkanlarımız arttı, eğitim imkanlarımız arttı ama o zamanın tadı benim için farklıdır. Bana sorsalar ben yine o yılları tercih ederim. 
 


Abdullah BAYIK (Gürcan)

Dağlara yolculuktan notlar :

Abdullah Öcalan’ın Newroz çağrısından sonra tüm Türkiye’de çok farklı bir hava oluştu. Aylar önce ilk defa gördüğüm PKK gerillalarının bu süreç hakkında ne düşündüklerini öğrenmek için yine yola koyuluyorum.

Gitme istemimi ilettiğim arkadaşımdan birkaç gün sonra olumlu cevap geliyor. Kısa süren hazırlıktan sonra yola çıkıyorum.  Geçtiğim şehirlerde şimdi farklı bir hava var. İnsanların gözleri ışıl ışıl. Bundan birkaç ay önce yine aynı yerden geçmiştim. Ama baharın doğa nasıl canlanıyorsa buradaki insanlar da Öcalan’ın açıklamasından sonra öyle canlanmış gibiler.

Amediye, kayalar üzerinde kurulmuş kent

Sınırı geçtikten sonra Zaxo’ya, oradan birkaç küçük kasabadan sonra Amediye denilen tarihi bir kente akşam vakitlerinde varıyorum. Kayalar üzerinde kurulmuş bir kent. Uzaktan çok güzel bir manzarası var. Her iki yanında yüksek dağların olduğu, baş döndürücü bir güzelliğe sahip. Baharın insanın içine usulca sızan bir soğuğu var. Ay ışığı bulutların arasına girip çıkarken dağlara gizemli bir güzellik katıyor. 

Yaklaşık üç saatlik bir araba yolculuğundan sonra gerillaların alanlarına girdimizi yolda nöbet tutan gerillalardan anlıyorum. Selam veriyorlar. Hava soğuk ama elleri sımsıcak.  Üzerlerinde ince askeri bir yağmurluk var. Saçları hafif ıslak. Gözleri pırıl pırıl.

On beş dakika daha arabayla yol alıyor ve duruyoruz. Beni Mahsum adında uzun boylu bıyıklı, diğeri ise Tirêj adında orta boylu geniş omuzlu Malatyalı bir gerilla karşılıyor. Gülümseyerek karşılıyorlar. Heyecan verici değil mi? diye soruyor Mahsum. Ne diyorum? Süreç, Amed’de toplanan milyonlar herkese heyecan verdi değil mi, diyor. Mahsum, Mardinli, Mıhelmi Araplarının yoğun olduğu bir mahallede büyümüş. Daha sonra Avrupa’ya göç etmişler. Tirêj ise ODTÜ bilgisayar mühendisliğini okurken gerilla saflarına katılmış.

Bulutların üstüne doğru yolculuk

Arabadan indiğimiz yerin kenarında büyük bir nehir akıyor. Adını soruyorum. “Avaşin” diyor. “Mavi su” demekmiş. “Baharın maviliği çok belli olmuyor ama yazın gelirsen maviliğini görürsün” diyor. “Yanlış vakitte geldin. Sırf bu suyun maviliğini görmek için bile olsa yazın gelmen lazım” diyor. “Ama baharda gelmiş olmakta bir şans” diye ekliyor. Bu dağlar baharın bir başka güzel.

“Uzun bir yürüyüşe hazır mısın, Üç saat yürümeye dayanabilir misin?” diye soruyor. “Arada bir dinlenirsek olabilir” diyorum.

Başlıyoruz yürümeye. Bir süre sonra Avaşin denilen nehir boyunca yürümeyi bırakıp ayrı bir vadiye doğru sapıyoruz. Bu vadide de su akıyor. Avaşin kadar olmasa da büyük bir dere. Dere boyu yürüyoruz. Yürüdükçe vadi daralıyor. Kayalar arasında açılmış geniş bir patika boyunca yürüyoruz.  Bir saat sonra büyük suya karışan daha küçük bir su kenarında duruyor su içiyoruz. Hava bulutlu.  Hafif bir yağmur başlıyor.  Tekrar yola çıkıyoruz.  Dere boyu yürüyüşümüz devam ediyor. Yarım saat sonra yukarı doğru bulutların içine, dağın doruklarına doğru hareket ediyoruz.  Yukarı doğru çıktıkça sis yoğunlaşıyor. Yol yokuş yukarı olduğundan biraz zorlanıyorum. Ayrıca serin hava, bol oksijen ciğerlerim patlayacak gibi hissediyorum.  Tam pes ediyorum ki dağın doruğuna varıyoruz. Aslında dağın doruğu değil vadiyi oluşturan yamaçlardan birinin bir basamağı sadece. İlerde ayrı bir yükselti daha görülüyor. Ama o yükseltiye paralel yürüyoruz. Yürüyoruz. Havanın serin olması bir avantaj. Çünkü bu kadar yürüyüşten sonra hiç terlemedik ve yürüyüşten dolayı aslında üşümedik de.

Ve sonunda devasa bir kaya kitlesine doğru yaklaşırken bir kadın gerillaya rastlıyoruz. Gülümseyerek bizi karşılıyor. Sıcak bir merhaba sonrasında önümüze geçiyor. Devasa kaya kitlesinin içinde açılmış bir deliğe giriyoruz. Yüz metre kadar kaya içerisinde açılmış tünelde yürüyoruz. Büyük bir salona giriyoruz. Salonun duvarları yeşil branda,  brandanın üzerinde ise PKK bayrağı ve Abdullah Öcalan’ın resmi var. Yirmiye yakın gerilla var. Tek tek selamlaşıyorum. İçeri sıcak.  Ortalıkta soba göremiyorum. “Yeriniz nasıl böyle sıcak oluyor?” Kısa boylu Halil isimli gerilla gülümseyerek cevap veriyor; “Gizli bir ısıtma sistemimiz var” diyor. Herkes birlikte gülüyor. Sonra Halil devam ediyor. “Kışın sıcak, yazın serin olur buralar” diyor.

Kurutulmuş bamya, fasulye, domates ve patlıcandan yapılmış bir sebze yemeği ve sıcak bir saç ekmeği getiriyorlar. Ben, Mahsum ve Tirêj sofranın etrafına oturuyoruz. İri taneli denilebilecek lezzetli bir pirinçte var. Çok güzel bir tadı var. İran pirinci diyorlar. Ayrı güzel bir kokusu var bu pirincin.    

Yemeği yedikten sonra büyük cam fincanlarla tavşan kanı çaylar geliyor. Sıcacık. İçimi ısıtıyor.

Çevremdeki gerillaların çoğu diğer gezimde gördüklerim gibi gençler. Yedi kadın, on iki erkek gerilla salonda oturmuş.

PKK mücadelesi kapitalist sisteme karşıdır

Sayın Öcalan yeni bir dönem başlattı. Ne hissediyorsunuz? diye başlıyorum.

Evet diyor karşımda oturan gerilla. Adı Numan, Diyarbakırlı. Kısa boylu esmer. Yüzü yuvarlakça. “Evet. Yeni bir mücadele dönemine girdi Kürt halkı” duruyor. Hatta diye devam ediyor “Büyük bir hamle başlattı Önderliğimiz”

“Kapitalist moderniteye karşı demokratik modernite adına büyük bir hamle.”

“Neden bir hamle?” diye soruyorum.

“Yıllardır bölge ve dünya halkları kapitalist güçler tarafından pek çok trajediyle karşılaşmışlar. Kürtler imha edilmek istenmiş, Türk halkı ve pek çok halk devletlerce pek çok kirli politikayla sürü haline getirilmişler. İşsizlik diz boyu, fakirlik diz boyu.  Bu fakirlikleri, bu baskıları perdelemek içinse bir halk adına dünyanın pek çok devletinde diğer halk ve kültürleri yok etmeye girişmişlerdir. Mesela Türk ulusu adına egemen güçler pek çok kültür ve halkı yok etme girişiminde bulunmuşlar.

Tabi bu baskılara karşı dünyanın pek çok halkı gibi Kürtler de direnmişlerdir.  Direnişler günümüze kadar en son PKK öncülüğünde önemli bir aşamaya gelmiştir” diyor Numan.

Edip, devam ediyor. Edip Niğdeli bir Türkmen. Lise yıllarında İzmir’de PKK ile tanışmış ve gerillaya katılmış.

“Yıllardır yürütülen bu mücadelede pek çok bedel verilmiş olsa da Kürtler bu mücadeleyle kendilerinin farkına vardılar. Aslında Türkiye’de pek çok kesimde de bir uyanışı ve gerçeklikleri görmeyi sağladı. Ben de katılırken farkına vardığım şimdi daha derin hissettiğim hakikat ise PKK Türk halkına karşı bir hareket değil. Hatta Türkiye halklarının örgütü. PKK mücadelesi kapitalist modernite güçlerine karşı savaş yürüttü.”

PKK ‘bölücülüğe’ karşı bir hareket

İran’dan katılmış Agit adlı gerilla da sohbete katılıyor. Agit, uzun boylu diğer gerillalara göre yaşça daha büyük.

“Şimdiye kadar PKK’ye ‘bölücü’ denirdi ya. Aslında PKK bölücülüğe karşı savaşan bir hareket. Ortadoğu’da halklar arasına çizilmiş sanal ve suni sınırlara karşı mücadele eden bir hareket.  Aslında tüm Ortadoğu ve dünya halkları adına ezilmişliğe, bilgisizliğe, haksızlığa, geri bırakılmışlığa her türlü baskı ve ezilmeye karşı yürütülen bir mücadele.”    

Edip araya giriyor. “Ben Türkmenlerin haksızlığa uğradığını, aslında halkın elitler tarafından ezildiğini PKK’den öğrendim.”

Goran adında orta boylu esmer tenli Suriyeli gerilla da sohbetimize dahil oluyor. “Şimdi gerek Suriye, Türkiye gerek tüm Ortadoğu ve Orta Asya bir yeni sistem arayışında. Bu, ekmek su kadar somut bir ihtiyaç haline gelmiş durumda. Burada tarihte köy devriminde olduğu gibi günümüzde de Mezopotamya halkları hem buna hem de dünyanın yeni bir sistem arayışına öncülük edecek güçtedirler.”

Urfalı şişmanca gerilla Rêzan gülümseyerek sohbete katıldı.

“Şimdi kapitalizm ciddi bir krizde ve aynı zamanda bu krizden kurtulabilmek için her zaman ki gibi büyük komplolar, oyunlar peşinde. Şimdiye kadar PKK ve Kürt halkı bu mücadelede önemli bir seviye kazandı. Artık kapitalist sistemin bu sürecinde gelinen düzeyi büyük bir hamleye ve büyük kazanımlara dönüştürme zemini çok fazladır. Yapılacak hamle böyle bir hamledir.”

İsrail’in açıklaması yapılan hamleye bir cevap

Uzun boylu zayıf bir kadın gerilla salonun köşesindeki televizyona doğru yöneldi.  Haber vakti dedi.

Gerillalarla birlikte haberleri izlemeye başladık. Son dakika haberi olarak bir yazı ekranın altından geçti. “İsrail Mavi Marmara olayı için Türkiye’den özür diledi”

Televizyonu açan Arjin adlı kadın gerilla heyecanla “Gördünüz mü? Önderliğimizin yaptığı hamleye karşı nasıl da hemen hamle yapıyorlar” dedi.

Ne alakası var diye bir an düşündüm. Gözlerimden, içimden ne geçtiğini anlamış olsa gerek, Arjin devam etti.

“Öyle ne alakası var diye düşünüyor olabilirsiniz. Ama bu hamle eğer başarılı olursa Ortadoğu ve dünya siyasetinde nasıl etkide bulunacak bunu İsrail çok iyi görüyor” dedi.

Zaman o kadar çabuk geçmişti ki. Bir de uzun yol yürüyüşünden yorgun düşmüştüm.  Bulunduğum birliğin komutanı Şiyar adlı gerilla yoruldunuz, yatacağınız yer hazır, isterseniz sizi oraya götüreyim dedi. Gerçekten çok yorulmuştum. Kalktım. Şiyar’ın arkasından oturduğumuz salondan çıkan ayrı bir tünelden geçerek küçük bir odaya girdik. Burada özenle katlanmış düzenlenmiş yatak ve battaniyeler vardı.  Teşekkür ettim. Şiyar başka bir isteğim olup olmadığını sordu. Yok dedim. İyi geceler dileyerek çıktı. Yatağa uzandım. Uzanmamla uyumamın arasında kaç dakika hatta kaç saniye geçti bilemiyorum. Uyudum.

İkinci gün güneşli

Sabah saat 6’da  Şiyar adlı gerilla beni Rojbaş diyerek uyandırdı. Dışarı çıktım. Gökyüzü dünkü gibi değil. Masmavi. Güneşin ışınlarıyla otlar ve çiçeklerin üzerindeki su taneleri ışıl ışıl parlıyor. Karşımızda olanca heybetiyle bir dağ yükseliyor. Bu dağın ismi ne diye soruyorum. Ahmet adlı gerilla “Kurejaro” diye cevap veriyor. Türkçe anlamı “Fakirin oğlu” imiş. Kahvaltıda peynir, zeytin ve incir reçeli var. Lezzetli bir çay ve kahvaltıyı dışarda taşlardan yapılmış bir masada yiyoruz. Hava hafif serin olsa da bol oksijenli böyle bir ortamda kahvaltı yapmak iştah açıyor. Kahvaltıdan sonra bana iki gerilla eşlik ediyor. Ayrı bir gerilla kampına doğru gidiyoruz.

Otuz yıllık gerilla patikalarında yürüyüş

Bir süre küçük tepeler aşarak ilerliyoruz. Sol yanımızda Kurejaro denilen dağ sağ tarafımızda gerillanın Şıkefta Bırindara dediği yüksek bir dağ. Yol çok yorucu değil. Buralar Türkiye sınırı. Sınırın öte yanında Çukurca ve köyleri var. Yürüdüğümüz patikalar çok geniş. Birlikte yürüdüğümüz kısa boylu zayıf gerillaya “Neden bu patikalar böyle geniş?” diye soruyorum.  “Buralar sınır” diyor. “1970-1980’li yıllarda Saddam’ın yaptığı Enfal katliamına kadar da burada sınır ticaretiyle uğraşan köylüler yaşarmış. Tabi aynı zamanda tarım ve hayvancılıkla da uğraşırlarmış. Bu patikalar onlardan kalma. Tabi biz de 1980’den beri buralardayız. PKK’nin ilk kamplarından biri bu alandır” diyor. Bir saat kadar yürüdükten sonra 7-8 gerillanın ilerde ateşin etrafında oturup sohbet ettiklerini fark ediyorum.  Gelişimizden haberdar gibiler. Kalkıp bize doğru geliyorlar. “Hoşgeldiniz” diyorlar. Beni ateşin başına davet ediyorlar. Oturuyoruz. Soğuk bir su getiriyorlar. Yürüyüşten sonra iyi geliyor.

Saklanan bir demokratik uygarlık gerçeği var.

Öcalan’ın bahsettiği demokratik modernitenin ne olduğunu soruyorum. Anlamak istiyorum. Demokrasi ve demokratiklik şimdi herkesin kullandığı bir kavram. Modernite de öyle.

“Doğru. Demokratik moderniteyi anlamak için aslında tarih algımızı ve kapitalist sistemin anlattıklarını sil baştan tekrardan düşünmemiz gerekir. Tarihin ilk devleti Sümer’den bu yana aslında devletle alakalı olmayan hatta devletten uzak yaşamayı yeğleyen devlet dışı pek çok kesim var. Sümerden bu güne gelen devletçi uygarlıkla birlikte, paralel gelen bir demokratik uygarlık var. Mevcut tarih bilgileri hep devletçi uygarlıkla ilgili. Saklanan gizlenen bir demokratik uygarlık var. Bu yönlü kapitalist devletçi uygarlık kendini tek gibi göstermeye çalışsa da Ortadoğu’da Afrika’da Amerika hatta Avrupa da bile devlet sınırları içinde olsa da devlet anlayışı dışında yaşamayı yeğleyen milyarlarca insan var. Kapitalist uygarlık o kadar güçlü ve büyük değil. Sadece sanal ve ideolojik hegemonyasından kaynaklı insanlar kapitalist uygarlığı çok büyük görüyorlar” diyor Kawa adlı Hakkârili gerilla. Kısa boylu ve kel bir gerilla.

Bu arada çay geliyor. Yanında kuru üzüm getiriyorlar. Çayımızı içerken sohbetimize devam ediyoruz.

Peki, demokratik uygarlığın kapsamına kimler giriyor daha somut söyler misiniz? diye soruyorum.

Şimdi Ailede, aşirette, kabilede, çeşitli mezheplerde ve pek çok toplumsal birimde yine ahlak denen toplumsal kurallarda devletçi uygarlık anlayışı dışında pek çok şey var. Şimdi devletçi bazı özellikler taşıyor olsalar da aslında saydığım öğeler özünde demokratik modernite değerleridir.  Şimdi kapitalist modernite ağlarının olduğu her alanda aslında ayrı karşı kutup olarak demokratik modernite yaşıyor diyor Kawa.

Ne geçmişte bir altın çağ hayali ne de geleceğe ilişkin bir ütopya tasarısı

Şoreş adlı orta boylu dolgun gerilla sohbete katılıyor.

“Demokratik modernite ne geçmişte bir altın çağ hayali ne de geleceğe ilişkin bir ütopya tasarısıdır. Günlük hatta anlık ihtiyaç olarak düşünce ve eylemde gerçekleşen yaşam tarzımızın ifadesidir. Ne eski anıların yad edilmesi ne de geleceğin hayalleriyle avunulmasıdır. Farklılıklar içinde birlik olarak varoluş haline demokratik modernite diyoruz biz.”

“Geçmişte özü, ilkeleri olan güzel anlamlı bir yaşam tarzının güncel hali de diyebiliriz demokratik moderniteye” diye ekliyor Kawa.  

Kawa devam ediyor: “Kapitalist modernitenin günümüzde üç temel boyutu var. Bunlardan biri kapitalist üretim, ikincisi endüstriyalizm diğeri ise ulus devlettir. Bunlar kapitalist modernitenin üç temel ayağıdırlar.  Demokratik modernite ise üç farklı ayağa sahip.  Bunlar ahlaki politik toplum, eko endüstriyel toplum ve demokratik konfederalizmdir. Bunları öyle birbirinden ayrı şeyler değildir. Hepsi birbirini besler ve birbirine bağlılar.

Sohbetimiz devam ederken iki gerilla yan tarafta bir sofra hazırlıyor.  Suları ve kaşıkları da getirdikten sonra bizleri davet ediyorlar. Yemekte “kerenk” dedikleri bir ot, bulgur pilavı ve soğan salatası var. Her üçü de çok lezzetli olmuş.  Yemek yerken bir arkadaş kalkıp sımak suyu getiriyor. Acılı turşu suyuyla sımak karıştırılarak yapılmış bu içecek iştahımızı açıyor. Bu güzel güneşli gün. Güzel bir manzara ve lezzetli doğal yemekler.

Yemek yerken gerillalar birbiri ardına espriler yapıyorlar. Yemek yedikten sonra sohbetimize devam ediyoruz.  

Ahlaki politik toplum demekle neyi kastediyorsunuz? Diye soruyorum.

Sohbetimize Fırat katılıyor.

Politika devlet işi değildir, toplumun işidir

“Ahlaki politik toplumu anlamak için öncelikle politika ve ahlak kavramlarını nasıl tanımladığımızı bilmen lazım. Politika herkesin bildiği gibi bazı elit kesimlerin halk tarafından seçilmesi ve onların yaptıkları iş değildir.  Aslında iktidar kavramıyla çok karıştırılır. Devlet işini politika olarak görürler. Ne sadece yönetim işidir. Ne de iktidar işi.  Toplumun kendi ihtiyaçlarını belirleyip bunu sağlamak için giriştiği eylemdir. Toplumun kendi kimliğinin farkına varması bunu koruyup geliştirmesinin yoludur politika.  Ahlakta toplumun yazılı olmayan kurallarıdır. İyi ve kötüyü belirler. Bir yönüyle ahlak toplumun politik hafızasıdır.  Kapitalist modernitede toplumu ahlakın yürütemeyeceğini iddia ederler onun yerine hukuk denen kuralları koyarlar. Şimdi herkesin öyle biliyor olmasına rağmen eğer şimdi toplum halen varsa bu hukukun gücünden değil ahlakın gücündendir.”

Peki, ahlak ve politikası olan bir toplumun başka bir şeye ihtiyacı olmaz mı? diye soruyorum.

Hayır diye kesin bir şekilde cevap veriyor Fırat. “Eğer ahlak ve politika olmazsa, yok olursa toplum olmaz, kendini sürdüremez ama farklı olgular o kadar hayati değildir toplum için. Mevcut haliyle ulus devlet sisteminde kapitalist modernitede ahlak ve politika çok fazla küçültülmüşlerdir. Bundandır ki toplum şimdi o kadar sorun yaşıyor. Hırsızlık, adam öldürme ve insan vicdanının kaldıramayacağı onca suç bu toplumun ahlaki ve politikliğinin getirildiği düzeyden kaynaklıdır. Politika yerine ulus-devletin devasa bürokratik idaresi konulmuş, toplumların demokratik işlerliği kalmamıştır. Ulus-devlet idareciliği toplumun en ince gözeneklerine kadar sızmıştır. Tüm gerçekleşmelerini, ortak işlerini bürokrasiye terk etmiş bir toplum, hem zihin hem de irade olarak gerçekten ağır bir felçlilik hali geçirir.”  

Sohbetimiz devam ederken kuş cıvıltıları yoğunlaşıyor. Çok güzel sesler insanı mest ediyor. Siirtli mavi gözlü Rızgar sohbete katılıyor. Sarışın kıvırcık saçları var. Sesi tok.

“Öyle zannedildiği gibi sınıflaşma toplumun doğasında olan bir şey değildir. Aslında sınıf devletle birlikte ortaya çıkmıştır . Bir toplum ne kadar az sınıflaşırsa o kadar ahlaki politiktir. Tarihe bakalım. Bundan yirmi yıl önce Anadolu ve pek çok köyde görülen ve şimdi sayıları az da olsa pek çok köy yaşantısına bir bakalım sınıflaşma yoktur. Olsa da minimumdur. İlişkilerde hiyerarşi yoktur.  Şimdi bu yaşamı bize geri yaşam olarak göstermeye çalışsalar da yaşamın özünün temizliği ve özgürlüğe yakınlığı oralarda daha fazladır. Ve oralardaki ahlaki politik düzey daha iyidir.  Eskisi gibi işte ilk başta kapitalizmi yaşayalım da proleterlerimiz olsun onlar devrim yapsın demek sınıflaşmayı yani modern kölelerin ortaya çıkmasını kabul etmektir. Bu bilgi çarpıtmasına karşı durmak gerekir.

Kısa boylu esmer bir gerilla elinde çay tepsisi ve kuru incir dolu bir tabakla oturduğumuz yere geliyor.

Çaylarımızı yudumlarken sohbet devam ediyor.

Tüm bu söylenenler farklı olsa da Rızgar’ın söyledikleri sol literatürde duyduklarımdan da farklı. Nasıl olurda proleterleşmeye karşı çıkılır? Diye soruyorum.

Proleterleşmeden de işsiz kalmadan da yaşanabilir.

“Bakın eski dönem köleleri ile mevcut dünya işçilerinin farkı hemen hemen hiç yoktur. Birisi ücretlidir diğeri ücretsiz. Biri zorla çalıştırılır. Diğeri çalıştırılmak için çok yoğun iş arar. Hatta çalıştırılamayan ve kendini şanssız hisseden milyonlar vardır. Bu toplumsal doğaya terstir.  Tarihte ve günümüzde de kooperatif ve komünler örgütlenmesiyle proleterleşme olmadan ve kimse işsiz kalmadan toplum devam edebilmektedir. Bu örnekler var. Bunları görmek, anlatmak şarttır.” Diye Rızgar cevap veriyor. Ve duruyor.

Şoreş suskunluğunu bozuyor.

“Modern demokratik toplum tüm toplumsal işleri üzerinde düşünen, söyleyen ve kendini kararlaştırarak eyleme geçiren toplumdur. Toplumun kendisi  farklılaşmaya, çok kültürlülüğe farlılık içinde birlik anlayışıyla yaklaşır. Çünkü toplum devlet gibi değildir. Devletler, iktidarlar farklılaşma ve çok kültürlülüğe karşıdırlar. Eğitim sistemleri buna göredir.  Bundandır Kürtçe eğitime halen karşılar. ” 

Hava artık yavaş yavaş soğuyor. İçeri giriyoruz.  Büyük bir oda, ortasında küçük bir televizyon var. Yerde hasır denilen plastik halı. Gerillaların her şeyi pratik yaşama uygun.  Kolay taşınabilir cinsten. Halı rolünü oynuyor bu hasırlar. Hem televizyon izleyip hem yemek yiyoruz. Tartışma programlarını çoğunlukla gülerek izleyen gerillalara şaşıp kalıyorum. Bir süre televizyon izledikten sonra uykumun geldiğini gören gerillalar beni ayrı bir odaya götürüyorlar. Orada önceki akşam kaldığım kamptakine benzer yatak beni bekliyor. Tartışmalar beni yormuş. Yeni şeyler. Soğuğu birkaç dakika hissetsem de kısa süre sonra alıştım. Gözlerim yavaş yavaş kapandı.

 


 

Dersim dağlarında bir yazar :

15 yıldır daðlarda mücadele eden Şiyar Dêrsim’in yazdıðı iki kitabı Mezopotamya Yayınları’ndan çıktı. Dêrsim, gerillanın savaşın zorlu koşullarına raðmen edebi çalışmalar da yürüttüðüne dair sadece bir örnek.

Sonbahar ve Dêrsim... Şehir yazın tüm o kalabalıðından, kaosundan kurtulup sessizliðe ve yalnızlıða bürünüyor. Yapraklar sararıyor, yaðışların başlamasıyla Munzur berraklıðını yitiriyor, daðların doruklarını sis kaplıyor. Derin bir hüzün çöküyor kente. Burada olduðum süre boyunca bir taraftan gerillanın alanlara hakimiyetine tanıklık yapmış, bunun halkımız üzerindeki moralin nabzını tutmaya çalışmıştım. Kimi zaman da doðanın merhametine sıðınmak için gittiðim ziyaretlerde yaşlı ninelerimizin yakarışlarına, aðıtlarına, gözyaşlarına tanıklık etmiştim.

Kentte olup yönünü daðlara vermemek olmazdı. Böylece bir sonbahar gününde yönümüzü daðlara veriyoruz. Hava bulutlu, belli ki yaðmur kötü bastıracak. Öyle de oluyor. Büyük bir çaba ardından Şiyar ve arkadaşlarına ulaşıyoruz. Gök gürültüsü kopuyor ve yaðmur başlıyor. Fazla ıslanmamak için sırtımızı bir kayalıða dayıyoruz. Yaðmur dindikten sonra reşoda (kara çaydanlık) demlenen çay eşliðinde derin sohbetlere dalıyoruz. Şiyar Dêrsim, bir gerilla olduðu kadar Mezopotamya Yayınları’ndan çıkan iki kitabın da sahibi bir yazar: Dêrsim’in Çıðlıðı (roman-2011) ve Gecemde Gölgem (şiir-2009). Bu kez bir gerilla ile savaşı deðil edebiyatı konuşmak istiyorum. Ancak sonbaharın gerillada yarattıðı duyguyu da merak etmiyor deðilim. Şiyar Dêrsim ile uzun bir sohbetin ardından aşaðıdaki söyleşi çıktı ortaya.

Dêrsim’in Çıðlıðı kitabını, 2004 yılında yazmıştım. Çok iddialı bir kitap olarak, yani bir roman düzeyinde görmedim. O dönem açısından birikmiş duygularımız vardı. Şehit yoldaşlarımıza karşı biriken sorumluluklarımız vardı. Alelacele onları yerine getirmek, biraz o duygularımızı yazıya dökmek için kısıtlı imkanlar içinde gerçekleştirdiðim bir çalışma oldu.

Yaklaşık 3 yıl birlikte mücadele ettiðiniz Şerif Yalçın (Mahir) arkadaşınızı yazmışsınız. Kitabı yazarken ne gibi zorluklar yaşadınız?

Kitap, anı-biyografi tarzında oldu. Mahir arkadaşımızın özellikle geçmişine dönük çok fazla bilgim yoktu. Ancak dað yaşamına ilişkin bilgiler mevcuttu. Kuşkusuz duyduklarım, dinlediklerim vardı. Ama bir Dêrsimli olarak çocukluðunu, gençlik dönemini yazmakta çok zorlanmadım. PKK’yi solumuş, emek harcamış, ter dökmüş bütün Dêrsimli gençlerin üç aşaðı beş yukarı başından geçenlerdir. Dêrsim’de yaşayan her kişinin yaşayabilecekleridir. Mahir arkadaşın yaşamı, Dêrsim’in bir özeti gibi oldu.

„Şimdi olsaydı kitabın yüzde 95’ini deðiştirirdim“ dediniz, neden?

Evet, daha farklı, daha iyi yazabilirdim diye düşündüm. Ancak dediðim gibi kısa sürede kaleme aldım. Ýlk kitap denememdi. Kaðıt-kalemle uðraşmanın ilk dönemleriydi. Birçok acemilik oldu. Edebi, roman bakımından eleştirilecek yanları var. Zaten o anlamda iddialı olmadıðımı söylüyorum. Roman tekniðini çok iyi kullanamadım, daha akıcı kılınabilirdi.

Keşke derinleştirebilseydim. Deðiştirmek istedim. Ama diðer yandan yazma işine başlamamın ilk evreleriydi. O açıdan elleyemedim, o gücü kendimde bulamadım belki de.

Tekrar ele alma imkanınız olsaydı, ne gibi deðişiklikler yapardınız?

Mahir arkadaşı yazarken, kırktan fazla şehit arkadaşı da yazdım. Bir nevi taraflı yazmak zorunda kaldım, duygularım farklı bir yönteme el vermiyordu. O dönemin atmosferi içinde daha çok sevilen yanlarını yani övgüler silsilesi biçiminde yazmıştım. Şehit arkadaşlar, noksan bıraktıklarından ziyade hep başardıkları ile dilimize düşer. Bu anlamıyla eksik bir çalışma oldu. Biraz da Mahir arkadaşın bir insan olarak yetersizliklerini, yapamadıklarını, kızgınlıklarını yazmak isterdim. Bunları da ekleseydim daha iyi bir portre ortaya çıkardı. Ancak dediðim gibi o dönemin atmosferinde bunu çok fazla düşünemedim, biraz da acele oldu.

Kitabı ne kadar sürede yazdınız? Sizi etkileyen koşullar neydi?

İki aylık bir sürede, geceleri yazdım. O zaman askeri koşullarımız açısından fırsat bulmakta zorluk çekiyorduk. Saðlık açısından rahatsızlıklarım da vardı. Nietzsche, hep hastalıðını kendi özgürlüðü olarak görüyor, tüm yazılarını hastalıðına borçlu olduðunu söylüyor. Benimki de biraz öyle oldu. -Kendimi Nietzsche ile kıyaslamıyorum tabii- Öylesi süreçlerin insanların duygu ve düşünceleri üzerinde yaptıðı etkiyi anlatmak istedim. Biraz yalnızlaşmanın, ortamdan uzaklaşmanın getirdiði etki midir, tam bilemiyorum. Yaşadıðım o durumların etkisi oldu.

Kitabın içeriðine dönersek, Dêrsim’i birçok yönüyle anlatıyorsunuz...

Kitapta, yoðun bir Dêrsim vurgusu var. Kitapta isimleri geçenlerin hepsi şehit arkadaşlarımdı. Yaşayan hiçbir arkadaşı o dönem açısından çalışmaya aktarmadım. Bir kaç kez kontrol ettiðimde yaşayan arkadaşlardan sadece Tekoşin (Ruhal Akyıldız) arkadaşın olduðunu farkettim. Yani kitapta adı geçen ve yaşayan tek arkadaş oydu. Sonra deðiştirmeyi düşündüm, ama vazgeçtim. Benim için deðerli bir arkadaştı. Kitap Güney Kürdistan’da 2004 yılında basıldı. Tekoşin arkadaş, kitap basıldıktan 15-20 gün sonra şehit düştü. Bu kitabın böylesi bir acısı, anısı da oldu.

Kırktan fazla şehit arkadaş var. Mahir arkadaşın yaşamında etkileyici olan kişilerle birlikte Dêrsim’de iz bırakan arkadaşları da kitaba aktarmaya çalıştım. Bir nevi şehitler kitabı da oldu. Bundan dolayı benim için çok deðerliydi. Mahir arkadaş şehit düştükten sonra birçok arkadaş gibi ben de çok zorlandım. Deðerli paylaşımlarımız oldu, ben de izler bıraktı. Bunları bir çalışmaya dönüştürmek sorumluluktu, borçtu benim için. Hep söylerim, o borcumuzu milyarda bir bile yerine getirmişsek ne mutlu bize...

Dêrsim coðrafyası sizin duygu dünyanızı nasıl etkiliyor? Kaleminizde nasıl karşılıðını buluyor?

Dêrsim coðrafyasının insanın duyguları üzerinde önemli etkisi oluyor. Gördüðünüz tüm doða güzellikleri, yazı ile karşılıðını bulmak istiyor. Belki de birçok şeyin yazıya dökülmeden gözlerle, hislerle, duygularla sınırlı kalması daha iyi. Yani her şeyin edebi karşılıðını bulmak zorunda deðiliz. Zaten bu güzelliklerin hepsini şiire, romana dökmek kolay iş deðil.

Son dönemde gerek edebiyat alanında gerekse de müzik de, Dêrsim üzerine çokça ürün ortaya çıktı. Takip ettiðiniz kadarıyla nasıl deðerlendiriyorsunuz?

En çok da bu coðrafyanın acıları, gözyaşları ile yoðrulan hikayeleri anlatılıyor. Ancak diðer yönlerini de yazmak gerekiyor. Belki acılarımız, akıttıðımız gözyaşları kadar deðil ama güzellikleri de yazıya aktarmak gerekiyor. Bunun şiirini, romanını, hikayesini üretmek gerekiyor. Bir coðrafya tüm yönleri ile anlatıldıðında kendi ifadesini bulabilir. Dêrsim ve Alevi insanında acılarıyla başbaşa kalmak, bunun içerisinden çıkamamak, bir yaşam tarzı haline gelmiş. Bir nevi acılarımızı sever hale gelmişiz, yaşama tutunmanın bir ifadesi olmuş. Bu yüzden de daha çok acılar yazılıyor. Ancak bu yaşam tarzının, algılayışın deðiştirilmesi gerekiyor. Bu psikolojiden kurtulmak gerekiyor. Dêrsim’in güzelliklerini, mücadele gücünü, direnişini yansıtmalılar. Çünkü o psikoloji bizi geriye itiyor, sosyal, kültürel, siyasal anlamda da çok zayıf düşürüyor. Dêrsim’de edebiyatla uðraşanların direniş ve başarı gerçeðini, onu güçlü kılan yanlarını, insani-moral deðerlerini daha fazla işlemesi gerekiyor. Bu fazlasıyla zayıf.

Sürekli bir geçmiş vurgusu, Dêrsimli insanın geleceðini doðru örgütlememeye yol açıyor. Katliama uðramış tüm halklarda böyle. Geçmişle yüzleşme önemli. Ama bununla birlikte geleceðini de kurması lazım. Bu durum, halkların günümüzde istedikleri düzeyde yer bulamamaları, kendilerini doðru yaşama dahil edememelerine yol açıyor.

Bu konuda gerilla daha avantajlı diyebilir miyiz?

Bu nokta da gerilla biraz daha şanslı çünkü gerillanın sürekli zorluklardan -yüzde bir de olsa- güzel şeyleri çıkartan, kendine güç kaynaðı yapan bir tarzı var. Bu siyasal, sosyal ve kültürel anlamda da böyledir. Gerilla, moral kaynaðını besleyecek noktalara eðiliyor. Gerillada edebiyatla uðraşan arkadaşları da, bu tür yanlar daha fazla etkiliyor. Tabii bunun artması lazım.

Dağlı bir şairin öyküsü :

17 yıldır gerilla olan Azad Welat, uzun bir süredir edebiyat çalışması yürütüyor. Welat’ın ‘Bir Çocuk Saflığında Gül’ adlı şiir kitabı Medya Savunma Alanları’nda basıldı.

Azad Welat 17 yıllık bir gerilla. Uzun bir süredir dağlarda edebiyat çalışması yürütüyor. “Bir Çocuk Saflığında Gül” adlı bir şiir kitabı var. Halen yazmaya devam eden Welat, mevcut sistem ve yaşam modellerine alternatif olabilecek bir dünyayı inşa etmenin şairane kavgasını veriyor. Welat, Medya Savunma Alanları’nda bulunan Şilan Baki Edebiyat Okulu’nda şiir yazmanın yanısıra araştırma ve inceleme çalışmaları yürütüyor.

Kürdistan dağlarında 17 yıldır gerillalık yapan Azad Welat 1978’de Dêrsim’de dünyaya geldi. 1995’de gerilla saflarına katıldı. Savaşın en sıcak bölgelerinde kaldı. Birçok ölüme, çatışmaya tanıklık etti. Özgürlük mücadelesine katılmadan önce Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın yapmış olduğu bir çözümlemeden etkilendi ve yazmaya başladı. Yaşadıklarını hep not ettiğini söyleyen Welat, “Yazmayı hep istedim. Önderliğimiz,  ‘Onlarca arkadaş yanınızda şehit düşüyor, isimlerini bile bilmiyorsunuz. Unutulup gidiliyor. Mezarları nerededir dahi bilinmiyor. Bu büyük bir trajedidir’ değerlendirmelerinde bulunmuştu. Bu sözler çok dokunmuştu. Bundan yola çıkarak örgüte katıldığım günden beri her günümü yazmaya çalışıyorum” dedi. Yaşadığı olayları şiir ve günlük tarzında yazan Welat, daha önce edebiyatla ilgili herhangi bir eğitim görmüş değil. “Yaşadığım çelişkileri sanatla, edebiyatla yazma eğilimim vardı. Onun için de çaba harcadım” diyen Welat’ın 2005’te Medya Savunma Alanları’nda yayınlanan ‘Bir çocuk saflığıyla gül’ adlı şiir kitabı var.

EN GÜÇLÜ KARŞI DURUŞTUR ŞİİR

“Asi bir çığlıktır şiir / insan yüreğinden kopup gelen / bir kıvılcım iken, bir yangına dönüşen…” dizesiyle şiiri tanımlayan Welat, gerilla ve şiirin birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu söylüyor: “Şiirin doğasını anlamaya çalışırken fark ettiğim bir diğer önemli nokta ise gerillanın yaratmak istediği dünya ile şiirin şairden talep ettiği dünyanın aynı dünyalar olduğuydu. Ve bu dünyayı şiirden ve şiirle inşa etmek her zamankinden daha da olanaklıdır. Çünkü mevcut zalim ve yalancı erkek egemenlikli dünyaya karşı ana tanrıçalarımızın ve ona dayalı değerlerin isyanını ifade eden en güçlü ses, en güçlü tavır ve karşı duruştur şiir.”      

Şiirlerini özgürlük mücadelesinde yaşamını yitiren gerillalara, Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a, kadına ve özgürlüğe atfen yazan Welat, özgürlük mücadelelerinin sanatsız ve edebiyatsız gelişemeyeceğine de dikkat çekti.

HER GERİLLA BİR ŞAİRDİR

Herkesin bir şeyler yazarak kendisini şair sandığı böylesi bir dönemde şair olmanın zor olduğunu dile getiren Welat, “Şair olmak, şiir yazmak hiç de sanıldığı gibi kolay değil. Tam aksine şiirin insandan güçlü bir tarihi bilinci, yoğun bir duygu ve ruh derinliği ve de estetik ustalığı talep ettiğini her şiir yazdığımda çok daha yoğun hissettim” diyor.

Şiir yazmanın zor olduğunu fakat her bir gerillanın da şair olduğunu unutmamak gerektiğini dile getiren Welat, gerillada bu kadar şiir yazılmasının yaşanılan yerle de bağlantılı olduğunu, gerillanın yaşamış olduğu ruh ve duygu derinliğinin onu şair yaptığını dile getiriyor. 

EN ÖZGÜR ÇALIŞMA DAĞDA YAPILIR

Welat, 2000’de Öcalan’ın önerisiyle kurulan Sarya Baran Edebiyat Okulu’nda yer aldı. Şiirlerin yanısıra gerilla günlüklerini düzenleme, araştırma ve inceleme çalışmaları yürüttü. Ayrıca bağlama da çalan Welat, bir süre dağda yürütülen kültür çalışmalarından Koma Awazê Çiya ekibinde yer aldı. Sistemden kopuk edebi çalışmaların yapılmasını direniş edebiyatı açısından önemli bulunduğunu belirten Welat, “Edebiyat çalışmalarında dağın sağladığı avantajlar var. Sistemden kopuk özgür alanlarda edebiyat çalışmalarının gelişmesi önemlidir. Zira Kürdistan dağları her zaman halkımıza kucak açtı ve korudu. Dağlar bir nevi sistemden karşısında direnişin kendisidir” dedi. 

Dağlarda şiir, roman, deneme, araştırma ve inceleme alanında belli bir gelişmenin yaşandığını söyleyen Welat, savaş koşullarından kaynaklı bazen bu çalışmaların sekteye uğradığını dile getirdi. Welat, “Bu çalışmaları süreklileştirememe, istikrarlı bir şekilde yürütememe durumu da oluyor.   Örgütlenmesi de biraz siyasi ve askeri durumlara göre oluyor. Gerillada her zaman edebiyat yapılır fakat kurumlaşması daha farklıdır. Koşullar bazen kurumlaşmanın gelişmesini zorlayabiliyor. Sonuçta savaş koşullarında yaşıyoruz” dedi.
 

  Azad Welat

 
Okyanuslardan Kürdistan Dağlarına:
Welat Derya; Amed’in sürgün çocuðu, Antalya’da mobilyacı çıraðı, okyanusta denizci, Kürdistan daðlarında bir gerilla…

Şex Sait isyanına aktif katılan Welat’ın ailesi, devletin yoðun baskısına maruz kalır ve Amed’ten Türkiye metropollerine göç eder. Sürgün yaşamda ailenin tek derdi geçimdir. Aile büyükleri bir araya geldiðinde Kürtçe konuşup eski günleri yad ederken; çocukların payına düşen ise asimilasyon ve ulusal deðerlerden kopuş olur. Ancak cılız da olsa, fısıltıyla da konuşulsa Welat Kürt olduðunu bu ürkekçe konuşmalardan öðrenir.

Welat’ın babası inşaatçı olduðu için nerede iş bulursa aile de oraya taşınmak zorundadır. Bu şekilde Ýskenderun, Mersin ve Antalya ardı ardına göçler başlar. Daha çocuk yaşta şehir şehir dolaşmaya başlayan Welat, gençliðinin baharına kadar Türkiye metropollerinde hayatını sürdürür. Önce mobilya atölyesinde çırak olarak çalışmaya başlayan Welat’ın bu monoton hayatı deniz tutkusu ve gemilerle yolculuk yapma hayali gerçekleşince renklenmeye başlar.

Mobilyacıda çalıştıðı günlerde fırsat buldukça sahile inip, kıyıya yanaşan gemileri seyreden, denizcilerin tersanelerdeki koşuşturmalarını izleyen Welat’ın sahilde geçirdiði zamanlar onun için en neşeli zamanlardır. Bu anlarında dünyayı gezme hayalleri kurar. Bu hayallerle denizci olmayı kafasına koyan Welat, ailesinin de onayını alarak, gemi alım satımı yapan bir şirkette 19 yaşında işe başlar ve daha sonra Avrupa şirketlerinde çalışır.

8 YIL DENİZLERDE

Hayatının sekiz yılını denizlerde geçiren Welat’ın deniz macerası sınırları aşar ve okyanuslara kadar uzanır. Kırka yakın ülkeye deniz seferi yapan Welat, bu sayede Arabistan, Hindistan, Çin, Japonya, Almanya, Vietnam, Endonezya, Malezya gibi çok farklı kültürlerle karşılaşma imkanı bulur. Welat bu sayede Ýngilizce ve Almanca öðrenir.

GENERALDEN GERİLLANIN VARLIĞINI ÖĞRENMEK

Türk şirketlerinde çalıştıðı dönemde 12 Eylül sürecinde ordudan atılan demokrat eski generallerle tanışan Welat’ın bu dönemde siyasete karşı ilgisi gelişir. Bu generallerle sürekli sohbet ettiðini ve bu şekilde yönelik kendisinde bir birikim oluştuðunu belirten Welat, “Ýşte PKK’nin varlıðını, daðda gerillaların olduðunu böyle öðrendim. Kendimi yabancı diyarlarda deðil, kendi topraklarımda arama bilinci yavaş yavaş gelişmeye başlıyordu” diyor.

Bu duygularla 1987’de açıldıðı denizlerde artık Welat’ı ülke özlemi sarmaya başlar. 90’lı yıllarda Kürt özgürlük mücadelesinin ve gerillanın sesini dünyaya duyuracak kadar güç kazanması ve uluslararası basında yer bulmasıyla birlikte Welat, PKK’den gerçek anlamda haberdar olur. Bu gelişme tam da onun beklediði gelişmedir. Heyecanı daha da büyür Welat’ın, artık onun için yeni umut PKK’dir.

DENİZLERE VEDA

Askere gitmemek için çalıştıðı şirketten ayrılan Welat, yeni umudunun yoluna koyulur. Denizciliði bırakarak Avrupa’ya yerleşen Welat, Almanya’da küçük bir kasabada duyduðu Kürtçe müziðin geldiði lokantaya yönelir. Lokantanın Kürt sahibiyle tanışan Welat, “Bu karşılaşma beni Kürdistan daðlarına taşıdı” diyor.

OKYANUSLARDAN DAĞLARA

Welat’ın tesadüfen gittiði lokanta, PKK’lilerin de uðrak yeridir. Böylece Kürdistan’dan uzakta, hiç beklemediði bir anda Kürdistan devrimcileriyle tanışır, sonra kitle faaliyetlerine katılır. Burada hem PKK’yi, hem gerilla mücadelesini, hem de kuzey Kürdistan’da gelişen halk mücadelesini yakından tanır. İki yıla yakın bir süre kitle faaliyetleri yürüten Welat, 90’lı yıllarda gelişen halk serhildanlarından ve gerilla mücadelesinden çok etkilenir. Yeniden yollar, yolculuklar görünmeye başlar Welat’a. Ancak bu sefer bilinmeyen diyarlara, bilinmezliðe doðru deðil; savaşın yaşandıðı Kürdistan daðlarına doðrudur yolculuk. Welat, 1996 yılında Kürdistan daðlarına ulaşır.

Kürdistan daðlarında da duraðan bir hayatı olmaz Welat Derya’nın. Doðu Kürdistan’dan güney Kürdistan daðlarına kadar birçok yeri dolaşır. Denizler kadar daðlar da etkiler Welat’ı. Daðlara çok çabuk adapte olduðunu, çünkü dað ile denizin benzer özelliklerinin bulunduðunu belirten Welat, 16 yıldır özgürlük daðlarında bulunuyor. Daðların mor, yeşil renkleriyle kendisine okyanusları anımsattıðını ifade eden Welat, şunları söylüyor:

“Deniz sevdası kolay unutulacak bir şey deðil. Bir göl ya da dere bende duygu kabarması yaratıyor. Gökyüzünün maviliði, daðların yemyeşil canlılıðı bana hep aylarca denizde kaldıðım zamanları hatırlatır. Böylesi zamanlarda deniz masmavi veya yemyeşil bir renk alır. Denizin ve daðın bir diðer ortak özelliði de asi oluşudur.”

Bir Kürt yılı olarak 1984...

1984'de ölmek zordu. Kürtler yakın tarihlerindeki iki yıldızını 1984'te kaybetmişti. Yılmaz Güney 9 Eylül'de Paris'te, Cigerxwîn ise 22 Ekim'de Stockholm'de hayata gözlerini yummuştu. Aynı yıl içinde iki sürgün kentinden iki ölüm haberi yıllar sonra tekrarlanacaktı. 16 Kasım 2000'de Ahmet Kaya Paris'te ve köşesine 'Bekle Ahmetçiðim" notunu yazan Mahmut Baksi de 19 Aralık 2000'de Stockholm'de.

11 Aðustos 1984 günü dönemin ABD Devlet Başkanı Ronald Reagan, açık mikrofonun ses denemesini "5 Dakika içinde Sovyetleri bombalayacaðız" sözleriyle yapmıştı. Batı ve doðuda 'soðuk savaş'ın namlularının birbirine çevrildiði o günlerde böyle bir şeyin şakası bile olmazdı. Reagan'ın 'eşek şakası' bütün 84'ün Aðustos'una damgasını vurmuştu.

Alman Der Spiegel dergisi 'Şaka ile tehdit' başlıðıyla, Time ise olimpiyatlarda 4 altın madalya kazanan siyahi atlet Carl Lewis'in tam boy fotoðrafıyla çıkmıştı. Ama 1984'ün hatta 80'lerin asıl siyahi yıldızı -daha sonraki yıllarda Kürtlerin özgürlük mücadelesine de destek verecek- Güney Afrikalı başpiskoposu Desmond Tutu'ydu. 1984'te Tutu'ya Nobel Barış Ödülü'nün verilmesi Apartheid rejimini bitirecek sürecin de başlama fişeðiydi.

Dünyanın bir başka coðrafyasında, o yıllarda haritalara alınmaya gerek duyulmayan Kürdistan'ın küçük ilçesi Eruh'un 15 Aðustos'un gecesinde 28 yaşındaki Mahsum Korkmaz (Agit) adındaki gerillanın komutanlıðındaki bir grup Kürt militan ise bir başka karanlıða kurşun sıkıyordu. O gece patlayan kurşunlar Türk tarih yazıcılarına göre '29. Kürt isyanı'nın başlama fişeðiydi.

Ama Kürdistan'da tersine dönen tarihin kendisiydi. Şüphesiz 15 Aðustos kurşunun sıkanların çoðu, belki de hepsi, Kürdistan tarihinin en uzun soluklu mücadelesini de başlattıklarını göremediler. Bir başka tarih yazıcıları, Kürtlerin Agit'i Korkmaz'ı Che Guevara ve Vietnamlı komutan Giap'a benzeteceklerdi.

Che'nin astım hastalıðına benzer rahatsızlıðı olan Korkmaz, düz tabanlıydı ve yürümekte zorlanıyordu. Onun silah arkadaşı Duran Kalkan, anılarında "Agit arkadaşın düztaban ayaklarıyla saatlerce, kilometrelerce hiç durmadan ve acılarını engel yapmadan yürüdüðüne tanık oldum" diyecekti.

Üç gerilla komutanı Giap, Che ve Agit arasında en şanslısı şüphesiz önümüzdeki 25 Aðustos'ta 101. yaşını kutlayacak Giap'taydı. Zira o düşmanına cephenin dışında, yuvarlak masada da el vermişti. 1995'de Giap ile karşılaşan ABD Savunma Bakanı Robert McNamara Vietnam'ın 'ilk kurşun'unu 1964'deki Tonkin Körfezi saldırısını soracaktı. Eski düşmanının "Orada ne oldu?" sorusuna Giap "Hiç bir şey" diye yanıt verecekti.

1984 denince akla şüphesiz George Orwell'in '1984' romanı akla gelir. Orwell'in kitabına isim için neden bu yılı verdiði hala muamma. 1949'de basılan romanını 1948'te bitirdiði için ve 8 ve 4'ün yerini deðiştirdiði kanısı güçlü. Kürdistan'ın tek gerilla savaşının neden 1984'te başladıðının sırrı ise diðer "28 isyan"da gizli. 1984'ün ise aslında bir Kürt yılı olduðunu tarih bir gün yazacak, tarih şahidimiz olsun.

Polisin iki mermisi ve dağlara yolculuk:

HPG gerillalarından Ferhat Farqin, 2006 yılında bir hafta süren Amed serhildanı sürecinde polislerin açtıðı ateş sonucu iki mermi ile yaralanarak, bir süre yoðun bakımda kaldıktan sonra intikam yömeniyle PKK saflarına katıldıðını söylüyor. Farqin, ‘’Türk devletine en iyi cevabın gerillaya katılmak olduðu kararını verdim. O yaşadıklarımdan sonra bir şey olmamış gibi yaşamak benim için onursuzluk olurdu“ diyor.

Kürdistan'da yaşanan kimi gelişmeler, pek çok gerillanın daða çıkış öyküsünü de oluşturuyor aynı zamanda. Örneðin Tayyip Erdoðan'ın, "kadın da olsa, çocuk da olsa..." sözlerini kullandıðı günler, Kürt gençler için daða çıkarak meydan okumayı saðlamıştı. Lise öðrencisi Ferhat Farqin de, bunlardan biriydi. 2006 yılında bir hafta süren Amed serhildanı sürecinde polislerin açtıðı ateş sonucu iki mermi ile yaralandı. Yaralı haldeyken altı polis tarafından sokak ortasında şiddete uðradı. Günlerce komada kaldı ve iyileştikten sonra öfkesi onu daðlara sürükledi. 2008 yılında Kürdistan daðlarının yolunu tuttu.

"Gençliğin baharı" denilen evre, onun devlet vahşetine uğradıðı döneme tekabül ediyordu.

1990 yılında Amed’in Farqin ilçesinde dünyaya gelen ve iki kardeşi olan Ferhat, 12 yıl süren okul hayatının sonunda, gerillaya uzanan yolculuðu başlar. 28 Mart 2006 yılında Amed’de gelişen ve bir hafta süren serhildan, bu yolculuðun başlangıcı olur.

24 Mart 2006'da Muş’un Şenyayla kırsalında bir grup gerillaya karşı kullanılan kimyasal silahlarla, vahşice saldırı on dört gerillanın yaşamını yitirmesine yol amıştı. Bunun üzerine Kürt halkı evlatlarının vahşice katledilmesini kabullenmemiş, bütün Kürdistan sokaklarda tepkilerini yansıtıyordu. En görkemli sahnelere ise Amed'de şahit olunmuştu.

14 gerilladan dördünün cenazesi Amed’e götürüldü. Amed halkı yüz binleri bulan bir kitlesellikle gerilla cenazelerine sahip çıktı. AKP polisleri bu sefer de aynı vahşiliði halka dönük uyguladı. Polis saldırılarında toplam 13 sivil insan yaşamını yitirirken, yüzlerce insan da yaralandı. Yaralananlardan biri de lise öðrencisi Ferhat’tı.

İKİ MERMİ...

Amed sokaklarında çatışmalar yaşanırken Ferhat, kendisini olayların içinde bulur. O günlerde lise son sınıf öðrencisi olan Ferhat, her günkü gibi okuldan eve döndüðü sırada, aniden polislerin saldırısıyla karşılaşır ve elinde defter-kitapları ile caddeden geçmek isterken bir anda mermilerin üzerine geldiðini fark eder. Ýki mermi Ferhat’a isabet eder, beyaz okul gömleði ve defterleriyle kanlar içinde kalır. Burnuna ve bacaðına isabet eden mermilerin şokundayken, polisler yaralı haline aldırış etmeden saldırır. O anları, Ferhat şöyle anlatıyor:

"Ben yaralı halde yerde yatarken altı tane polis üzerime doðru geldi. Polislerin hepsi de silahların dipçikleriyle, tekmelerle, coplarla bana vurmaya başladılar. Bir taraftan vuruyorlardı diðer taraftan da küfür ve hakaret ediyorlardı. Hem mermilerin etkisi hem de kaba dayaðın etkisinden dolayı bir süreden sonra acı hissetmiyordum. Zaten her tarafım kanlar içinde kalmıştı. Ama polislerin konuşmalarını duyabiliyordum. Ben iyice halden düşünce içlerinden birisi öldüðümü söyledi. Ondan sonra da polisler yanımdan uzaklaştılar. Ýşkence yarım saat sürmüştü.”

Polisler Ferhat’ı, 'öldü' diyerek caddenin ortasında bırakıp gittikten sonra yaşlı bir kadın kanlar içindeki Ferhat’ı sırtlayıp devlet hastanesine kaldırır. Ferhat hastanede komada yatarken Amad sokakları giderek karışmıştır. Olaylar tam bir hafta sürer. Yediden yetmişe Amed halkı sokaklara dökülmüştür. Polis her yerde halka saldırıyor, saldırılara karşı halkın öfkesi de güçleniyordu. Olaylar sırasında onlarca polis aracı ve birçok devlet binası yakılmıştı. Halkın direnişi geliştikçe Amed’de bulunan polis gücüne takviye olarak Elazıð ve Malatya’da onbinlerce takviye polis gücü getirtildi. Devlet bir taraftan polislerle saldırırken diðer yandan da havadan helikopterlerle halka ateş açıyor ve gaz bombaları atıyordu.

Amed’e gelen AKP bakanları ve milletvekilleri hastanedeki yaralıları da ziyaret etmek istemiş ama Amed halkı buna izin vermemişti. O sırada hastanede yatan yaralılardan olan Ferhat, şöyle devam ediyor:

“Ben hastanede yatarken AKP milletvekili Abdurrahman Kurt ve Amed emniyet müdürü gelmişti. Ama ailem onları kovdu. Bazı akrabalarımız hastane bahçesinde sert tepki gösterdiler. Onun üzerine ziyarete gelen milletvekili ve emniyet müdürü hızla uzaklaşmıştı.”

“TÜRK DEVLETİNE EN İYİ CEVABI BULDUM”

Ferhat 15 gün yoðun bakımda kaldıktan sonra bir süre tedavisini görüp okuluna geri döner. Ferhat’ın arkadaşları ve öðretmenleri onu coşku ile karşılayarak; kendisiyle gurur duyduklarını söylerler. Tüm bu yaşanılanlar, Ferhat için dönüm noktası olmuştur. Okul eðitimine devam eden Ferhat diðer taraftan kendi kendine intikam almanın arayışı içerisine girdiðini söylüyor ve bu arayışın sonucunu, şöyle özetliyor:

"Kesinlikle intikam almam gerektiðine emin olmuştum. Bunun için sürekli olarak polisleri takip ediyordum. Elimde silah yoktu ama bir şeyler yapmak istiyordum. Ama tek başıma bir şey yapamadım. Ondan sonra Türk devletine en iyi cevabın gerillaya katılmak olduðu kararını verdim. Artık Türk devletinin hükmü altında yaşayamazdım. O yaşadıklarımdan sonra bir şey olmamış gibi yaşamak benim için onursuzluk olurdu. Ben de Kürtlerin onurlu duruşuna layık olmak için 2008 yılında gerilla saflarına katıldım.”

Efsanelerin simgeleştirdiği dağ, Şehidan :
 

Tepesine varıldığında Kürdistan’ın neredeyse üç parçasının yarısı görülürmüş! Yıllarca üst üste yağan kardan dolayı,  kardan tepeler meydana gelmiş. En yüksek tepesinde ziyaretçiler için, kutusunda bir defter saklı dururmuş ve üç defa ziyaret edenler Müslümanların hac vazifesini yerine getirir olurmuş! Bu dağın ismi Şehidan'dır. Halk arasında bu dağın üzerine birçok hikâye, söylence ve efsaneler dilden dile aktarılarak günümüze kadar geldi.  

Zagros dağ silsilesinin sivri uçlarından birisi olan Şehidan Dağı, Kuzey yönünde Çarçela ve Güney yönünde kalan Kârker Dağları ile üçgen şeklinde her birisi bir kaleyi andıran direnişin birer sembolü gibi duruyor adeta. Bu özelliklerinden olsa gerek egemen güçler Kürdistan coğrafyasını parçalarken Çarçela Dağı'nın Kuzey’de, Karker Dağı'nın Güneyde, Şehidan Dağı'nın ise Doğu Kürdistan coğrafyası içinde kalacak şekilde parçalamışlardır.

Kürdistan tarihindeki söylence ve hikâyelerinin yanında Şehidan coğrafyası son otuz yıllık Kürdistan özgürlük mücadelesi tarihinde de önemli bir mevzi ve sürekli devam eden bir direniş kalesi olma özelliğini taşıyor. İran, Türkiye ve Irak üçgeninde kalan Şehidan coğrafyasında gerillaların verdiği çok çetin mücadele ve büyük savaşların yaşandığı destansı direnişlere de tanıklık etti.

SARP DAĞLAR ÜÇ DEVLET SINIRINI OLUŞTURUYOR

Birçok yönü ile ilgi çeken Şehidan üç devletin askeri ve sınır güvenlik tedbirlerinden dolayı ulaşım imkanlarına sahip değil. Kürdistan ve bölge insanlarının ziyaretgâh olarak gittiği Şehidan Dağı'na yolculuğa çıktık. Kürdistan coğrafyasının genelinde olduğu gibi, direniş abidesini andıran dağların her birisinin bir hikâyesinin olduğunu gezdikçe öğreniyoruz. Karker ve Çarçella dağlarını bu konunun dışında tutuyoruz. Derin vadileri ve ‘göğe değen’ burçları ile Şehidan Dağı üzerinde bir birlerinden farklı hikayeler anlatılır.

İran, Irak ve Türkiye devletlerinin suni sınırlarının kesiştiği coğrafya içerisinde bulunan Şehidan'ın coğrafyasının büyük bir kısmı yayla yerlerinden oluşur. Dağları ise sarp ve serttir. Şehidan Dağı bu sert yerlerin en yüksekliklerinden oluşuyor. İran devleti gelişen özgürlük mücadelesi karşısında Kürtleri kontrol etmek için bu alana on yıl önce Şehidan'ın farklı alanlarına yol yaptı. Öncesinde araba yolu olmadığı için özellikle Şehidan Dağı'nın en yüksek yerine oluşmak oldukça zordu.

Gezimizin bir yerinde Şehidan'da karşılaştığımız bir gerilla anısını anlatırken, ‘hacı sayılırız’ esprisini anlayamamıştık. Anısında “Şehidan tepesinin altında bulunuyorduk. Yaz mevsimi harekete en elverişli zaman olduğu için Şehidan'daki mezarlığı ziyaret etmek isteyen doğu Kürdistanlı iki yaşlı saatlerce yürüdükten sonra yanımıza ulaşmışlardı. Dinlenmeleri için çay içmeye davet ettik. Yaşlandıkları için yorulmuşlardı. Öncülerine ‘ne kadar yolumuz kalmış’ sorusunu sordular. Alana hakim olduğumuz için onları izliyoruz, dağı gösteren öncüye yaşlı kadın doğal bir şekilde ‘ah be şeyhim şu aşağılarda ölseydin de, ne kendin nede bizi o kadar yorardın. Daha iyi olmaz mıydı” dediğinde herkesi bir gülme krizi tutmuştu.

ÜÇ DEFA ŞEHİDAN DAĞI'NI ZİYARET EDEN HACI OLUR!

Şehidan dağının üzerine anlatılan hikayelerden biri Şehidan dağının tam üstüne yakın bir yerde bulunan mezarın kutsallığı üzerine anlatılan hikayedir. Halk içinde bu mezarı üç kere ziyaret eden hacı sayılırmış. Bu olayın da bir hikâyesi vardır.  Eskiden araba ve faklı imkanlar olmadığı için Müslümanlar hac ziyaretini yerine getirmek isteyen insanlar uzun yol yürümek zorunda kalıyorlardı. İşte böyle bir süreçte Doğu Kürdistan’dan Mekke'ye hac ziyaretinde bulunmak isteyen bir gurup Müslüman aylarca yol yürüdükten sonra Mekke'ye varırlar. Onları karşılayan Mekke’nin önde gelen yada dini liderlerinden biri guruba; “bu kadar yol yürüyüp buralara kadar zahmet edeceğinize Şehidan Dağı'ndaki mezarı üç  defa ziyaret edin hac vazifeniz yerine gelmiş olur” der. Bu efsaneden sonra hacca gitme imkanı olmayan bir çok bölge insanı bu mezarı her yıl mevsim koşulları ev verdiğinde bu mezarı ziyarete geliyor. Gerillalar defalarca bu dağa inip çıktıkları için ‘hacı sayılırız’ esprisini yapmışlardı. İşin esprisi bir yana Zagros Dağı'nın en yüksek yerlerinden birisi olan Şehidan Dağı'nın tepesine ulaşmak kolay olmadığını söylemek için gerillalar böyle bir örnek vermişti.

SINIRLARIN KESİŞTİĞİ GERÇEKLER

Kürdistan’daki bir çok mitolojik hikaye gibi Şehidan Dağı'nın esas hikâyesi mezarın bulunduğu yüksek dağ üzerine söylenir. İslami yayılma akımları Arabistan yarım adasından dışa doğru iki koldan biçiminde yayılmaya başladığı söylenir. Bunlardan biri fetih amaçlı askeri güç ve savaş zaferi üzerine paralel diğer ayak ise insanları içten fethetmek için maneviyatlarına hitap edecek olan dervişlerin yaymaya çalıştığı ideolojik akımlar olmuştur. Dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi Ortadoğu ve Kürdistan’a bu iki akım paralel girmiştir.  Ancak İslamiyet Kürdistan’da Zerdüştlüğün inanç ve manevi değerleri karşısında yetersiz kalınca askeri zaferler daha ağır basmıştır. İslami akımlar ve yerel halkın meşru savunma savaşlarında çetin savaşlar yaşanmıştır. Şehidan'da Müslümanların iddia ettiği böyle bir mücadelenin sonucunda mı efsaneleştiğini bilemiyoruz.

Bilinen dilden dile anlatılarak günümüze ulaşan Şehidan ve mezarın varlığıdır. Hikâye şöyle; “İslamiyet’in bir akıncı fetih grubu Basra üzeri Güney Kürdistan’a girdikten sonra Zagrosların eteklerine geldiklerinde sonra yönlerini doğuya çevirirler. Ancak burada Pers savaşçıları ile karşılaşırlar. Çıkan savaşlarda Pers ve Kürt savaşçılarının nicel üstünlüğün yanında coğrafik üstünlüğü karşısında duramayan İslamiyet’in akıncıları geri çekilerek kaleleri andıran etraflarındaki hakim tepe ve dağlara sığınmaya çalışmışlar. Pers   savaşçıları Arap  savaşçılarına göre hem daha fazla araziye hakim, hem de daha atik olduklarından Arap  savaşçılarından önce tepeye kendilerini ulaştırır. Arazinin en stratejik yerlerinde mevzilenirler. Tepede yapılan  savaşta elli kişilik Arap  savaşçılarından sadece iki kişi savaş meydanından kaçabilir. Kaçanlardan biri yaralı olduğu için fazla ilerlemeden tepenin yamacında düşüp orada ölür.  Yaralı savaşçı hayatını kaybettiği yerde defnedilir. Daha sonra yörede İslamiyet’in hakimiyeti geliştikten sonra halk sahabelerin hayatını kaybettikleri yere Şehidan adı verir.”

İLGİNÇ MEZAR ŞÊXÊ ŞİL

Şehidan'daki savaşta yaralı olarak kurtulduktan sonra yamaçta hayatını kaybeden Müslüman savaşçı halk arasında bir efsaneye şeklinde anlatılmaya başlanır.  Efsaneye konu olan mezarın orta yerinde duran yuvarlak nemli  ve diğer mezar toprağına göre farklı bir toprak bulunuyor olmasıdır. Rengi kırmızı ve hafif nemli olan bu toprak nasıl dağılırsa, içinden ne kadar toprak alınırsa alınsın, sonraki gün aynen eski haline dönüyormuş! Bunu bir keramet olarak yorumlayan yöre halkı bu mezara bir kutsallık atfedilip ziyaret edilerek dilek dilemeye başlanmış. Nemli halka şeklindeki toprağın varlığından dolayı bu mezar halk arasında Şêxê Şil olarak anılmaya başlanmış.

İRAN GERİLLA ŞEHİTLİĞİNİ YERLE BİR ETTİ

Şehidan Dağı'nın mitolojik bir hikâyesi böyle sürüp gidiyor. Çağdaş Kürt hareketinin başlaması ile Kürt özgürlük Mücadelesi içinde de önemli bir yeri ve hikâyeleri vardır Şehidan'ın. Şehidan ve etrafındaki coğrafya yıllarca Zagros eyaleti içinde yer aldığı için hem Türk devlet güçlerine karşı, hem de son yıllarda İran devletine karşı yaşanan çatışmalarda büyük kahramanlıklar yaşandı, birçok gerilla bu çatışmalarda hayatını yitirdi.

Çatışmalarda hayatını kaybeden gerillaların mezarları burada arkadaşları tarafından kendi imkânları ile oluşturdukları bir şehitlikte toplandı. Bu gerilla şehitliği hem gerilla güçleri, hem de halk tarafından bir ziyaretgâh olarak sürekli ziyaret edilir oldu. Ancak Türklerde olduğu gibi İran gerici güçleri de Kürtlerin ölülerine bile tahammül edemedikleri için Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın esir düştüğü 1999 sonbaharında İran’ın askeri güçleri getirdikleri iş makineleri ile gerilla şehitliğini yerle bir etti. Onlar şunu çok iyi biliyorlardı ki, maneviyatın olduğu yerde sadakat ve bağlılık da vardı. İşte Kürt halkının da en büyük gücünü ve maneviyatı şehitlerinden ve değer yargılarından alıyor.

  

Gerillada Hewramanlı bir sanatçı...

Kürtler için yaşam kaynağı ve sığındıkları dağlar, çağdaş özgürlük hareketi ile birlikte yeni doğuşları ve yaratımları da birlikte getirmeye devam ediyor. Kürtlerin yeniden doğuş tarihi ile birlikte dağlar yazılmayan tarihin, yarım bırakılın sanat ve resmin söylenmeyen türkünün ana kaynağını oluşturmaya başladı. Başkasının anlamakta zorlandığı, ama Kürtlerin vaz geçemediği dağlarda Kürtler diriliş devrimini gerçekleştirdi. Yeni bir toplumun demokratik ekolojik sistemin temel taşlarını dağlarda atarak özgürlükçü gelecek için emin adımlarla dağlardan tüm topluma adım adım ilerleyeme başladı.  Dağların çağdaş Kürdistan tarihindeki yaratımları ile Kürtler yeni bir tarih yeni bir kültür ve sanat anlayışı ile uygar dünya içinde yer almaya başladı.

Armanç Ari adlı gerilla egemen sistemin geri bırakılmışlığın arayışları sonucunda geldiği Havraman (Hewraman) ortamın doğal yaşam kültürünü dağlarda gerillaya katılması ile birlikte bir sisteme kavuştuğunu bu realitenin de kendisini var ettiğini söyleyenlerden. Kültür ve sanatın bu yaratımın ifadesi olduğunu söyleyen Ari “demokratik bir toplumun bu anlayış üzerine inşaa edilecek” dedi.  

Ari, Havraman  alanın kültür coğrafyası veya havasından mı, yoksa içinde büyüdüğü aile ortamının kültür sanat ile uğraşan özelliklerinden mi, bilinmez,  küçüklüğümden itibaren müzik, resim gibi sanata bir ilgi duyduğunu söylüyor. Ancak bu ilginin bir bakış aşısı ile bütünleşmesi Kürt Halk Önderliği Abdullah Öcalan isminin duyulması ile birlikte bir arayışa dönüştü şeklinde ifade ediyor. Ezgisel gırtlak yasına sahip siyaçeman (dengbejlik) makamında ezgi söyleyen Ari, santur, tar, zarp ve bağlama gibi birçok müzik enstrümanını çalışıyor. Koma Rocyar üyelerinden Arman Ari adlı sanatçı gerilla ile konuştuk.

‘SANATÇI BİR AİLE ORTAMINDA BÜYÜDÜM’

Doğu Kürdistan’ın Havraman alanında mimari, edebiyat, müzik ve resim gibi çeşitli sanat dalları ile uğraşan bir aile ortanım da büyümüş. 12 yıl okuyup, ortaokul yıllarında ancak moderni tenin kendisini kurumsallaştırdığı şehri gördükten sonra da ondan geriye doğduğu topraklara doğru bir kaçışın gerçekleştiğini söylüyor. Altı yıldır dağlarda gerillacılığın yanında sanat ile de uğraşan Arman Ari dağlara, gerillaya çeken ve Havramanın doğal toplum yapısının kendisinde oluşturduğu yaşamına dair şu detayları bizimle paylaştı.

Armanç ve Ari idealleri ve kökenini ifade eden kavramları yeni yaşama adım atarken ortaklaştırdı.   Sistemin Havraman alanını bilinçli bir geri bırakılma politikasına tabi tuttuğunu büyüdükçe öğrendiğini belirten Ari anlatıyor:

“Moderni tenin etkisi altına girmemiş, halen yaşam doğal sürdüren Havraman alanında ülke ve toprak ile bağları olan bir ailede dünyaya geldim. Ailemin içinde müzik ve fotoğrafçılık alanında ilgi ve uğraşı vardı. Köy yaşamının kolektif yapısına paralel, aile ortamında doğal demokratik bir yaşam ve ilişki tarzı vardı. Babam mimarlık işleri uğraşır, kız kardeşlerim ise daha çok resim çalışmalarına ilgi duyarken, ben müzik çalışmalarına ağırlık verirdim. Köy ve aile içi ilişki tarzı sanat ve kültür alanında daha çok ilginin artmasına neden oluyordu.

Yaşamımın büyük bir kısmı Havraman gibi yerde dağlarda geçen bir toplumun içinden geliyordum. Şehre kimi çalışmalar ve okul dışında ilişkilerimizin çoğu köylerde geçiyordu. Şehirde okul için gitmiş olsam esas olarak köy ile ilişkilerimiz sürekli devam ediyordu. Kimi müzik guruplarımız köyde vardı. Ben bunlar içinde yer alıyor, çalışmaları buralarda sürdürüyordum.

‘KÜRDİSTAN’I İLK ANNEMDEN ÖĞRENDİM’

Egemen sistemin asimile ve yok etme politikalarına rağmen bu güne kadar Kürt kadınları sözlü kültür ve tarihi en fazla koruyarak günümüze kadar taşıdılar. Bunu kendi annemden biliyorum. Çok küçük yaşlarda iken annem Kürdistan halkının bölünmüşlüğünü, zenginliğini anlatırdı. Devrimci olmadan önce denilebilinir ki, ilk Kürt olma ve yurt sevgisini annemden öğrendim. Daha sonra ki, arayışlar annemin verdiği bu öğreti üzerinden geliştiğini söylemem gerekir.  Özgürlük hareketinden Kürt Kürdistan, özgürlük gibi kavramları duyduğumda bana yabancı gelmemiş, annemin anlatıları üzerinden daha fazla bağlanmamı sağlamıştı. Kafamdaki sorulara verilen bir cevaptı ve bende arayışların çoğalmasına neden olmuştu. Anne ile dağ gerçekliği bu noktada ortaklaşıyor. ikisi de Kürtlerin değerlerini koruyandır.

‘ÇOCUKLUĞUMDAKİ ŞEHİR ÇEKİCİLİĞİ, BÜYÜYÜNCE TİKSİNTİYE DÖNÜŞTÜ’

Yaşım küçük ve bilinç düzeyimde yeterince bir gelişme olmadığından ilk etapta şehir yaşamı ve onun yarattığı sistem ister istemez beni çekmişti. Bu çekicilik sistemin eğitim ile oluşturmak istediği kültürden mi kaynağını alsa gerek, içine girip büyüdükçe insani bitiren bir gerçek olduğunu anlamaya başladım. İçinden geldiğin toplumun doğal özellikleri ile sistemin yarattığı bencil, bireyci ve yozlaştıran özellikleri sürekli bir çelişki olarak varlığını sürdürüyordu. Bendeki bu çelişkiler bilinç ile birleşince tiksinti ile kopuşu da beraberinde getirmeye başlamıştı. Annelerimiz sürekli, ‘şehir yabancı yerler ve insanları bitirir’ derdi. Bunu yaşadıkça anlamaya ve geriye dönüşün yollarını aramaya başlamıştım. Çocukluk hayalleri ile yaşam gerçekliği şehirde hep bir çelişki olarak varlığını sürdürdü. Kopuşta tam burada başladı. Büyüdüğüm alan üzerinde bilinçli ve sistemli bir devlet politikası vardı. şehir yaşamı ile devlet bizi içine çekip önce eritmeyi sonra ise yok etmeyi hedefliyordu.

‘APO KAVRAMININ ARAYIŞÇISI OLMAYA KARAR VERDİM’

Çünkü İran devleti Havraman alanın yüzyıllardır kendi kaderi ile baş başa bırakın bir yaklaşım içindedir. İran devletinin bu politikası bir yandan alanın doğal yapısının korunmasına neden olurken, diğer yandan muhalif bir duruşun ortaya çıkmasına zemin oluşturuyor.  Gençliğin ilk evrelerinde arayışlarımın gelişmeye başladığı süreçlerde devletin Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK) hakkındaki anti propagandalarını duymuştum. Sistemin propagandası bende farklı bir ilgi uyandırmıştı. Bu amaçla gerillaların kaldığı alanlara giderek,  tanışmak ve buluşmak istedim. Şehirden Havraman’a döndüğümde PJAK militanlarını görüp, onlarla yaptığım kısa tartışmadan sonra çok tanımamış olsam yaşam tarzları, topluma, olaylara, doğaya yaklaşımları beni oldukça etkilemiş, kendilerine çekmişti. Bu ilk buluşma benim için yeni bir yaşamında başlangıcını oluşturdu. 

PJAK gerillaları ile bu ilk karşılaşma ve tartışmadan sonra ilgi, alaka ve arayışlarım dağlara ve gerillaya dönük yoğunlaşmıştı. Gerilla ve Kürt özgürlük hareketini daha çok anlamak ve tanımak için çeşitli araştırmalarım oldu. İlk etapta APO kavramı nedir sorusu kafamı karıştırmaya başlamıştı. Anlamak için neredeyse beynimi patlatırcasına sorularıma cevap aradım. APO kavramı anladıkça onun bir arayışçısı olmak içinde en keskin yerinde dağlarda olma kararım gelişti. Bu yönleri ile beni dağlara çeken Havraman alanının doğal yapısını bilinçli ve örgütlü bir şekilde yaşayan gerillanın doğallığı, kolektif yapısı ve geleceğe dair özgürlük arayışı oldu. Dağlara gelip gerilla ortamını gördüğümde beni en fazla etkileyen doğa ve toplum ile olan bağlarıydı. İçinde büyüdüğüm ortamın doğal toplum özellikleri olsa hareket ve gerillada doğal toplum özellikleri daha sistemli, bilinç ile şekilde yaşanıyordu.  Bu yaklaşım beni yeniden bakmaya ve doğal toplumu bütünlüklü görmeme sevk etmişti.

‘GERİLLADA ZENGİN BİR KÜLTÜR ZEMİNİ VAR’

Gerillada dağ ve yaşamı içine girildikçe insanı büyüleyen ve bir o kadar güçlü kılan yönlerini yaşadıkça daha çok anlamaya başlıyorsun. Gerillanın insanı yeniden yaratan değerleri ile bir kere doğru bir bütünleşme sağlandıkça insan hem kendi kökleri ile bütünleşiyor, diğer yandan da yeni bir toplumun alt yapısını oluşturan yöresel kültür zenginliği ortaklaşmış olur.  Gerillanın kültür zenginliği ile toplumun bozulmamış kültür yapısı birleşince de sanat ve edebiyat için müthiş bir zemin ve imkân ortaya çıkıyor. Gerillanın sosyal yapısı içinde Kürtlerin değişik alanları dışındaki diğer halklardan gelen insanların oluşturduğu birleşim kendi başına büyük bir kültürel birikimi oluşturuyor.  İşte bu kültür zenginliğini rafine etmek için hareket bir yandan sistemin insanlar üzerinde yarattığı olumsuz yönlerden arındırırken, diğer yandan bozulmamış doğal toplum özelliklerini ortaya çıkarıp onu geliştirerek yeni bir kişilik kazandırıyor.  Gerilla yapısının zenginliği de bu bozulmamış ve doğal itesini koruyan özelliklerin harmanlanarak sanat ve edebiyata gibi toplumu var eden özelliklerin ortaya çıkarmasına imkân sunuyor. Gerilladaki amaç birlikteliği ise bu gücün temel yapısını oluşturuyor.

‘GERİLLADA SANAT YAPMANIN KALIBI YOK’

Santur ile başlayan müzik yâda sanat çalışmaları gerillaya geldikten sonra daha fazla gelişmişti. Gerillaya farklı bir arayış ile girmeme rağmen mücadelenin genişliği ve sistemin yok etmeye çalıştığı tarih ve kültürü yeniden diriltmek için kendimi daha fazla sorumlu görmeye ve arayışlara götürdü. Ben bir gerillayım ve bunun sorumluluğu ile ihtiyaç duyulduğu anda her alanda görev yapmaya hazırım. Ancak sanat ve edebiyatı geliştirme ihtiyacı doğduğunda da bu alandaki sorumluluklarımızı da yerine getirmeye çalışıyoruz. Bundan ötürü şimdi Santur, tar, zarp ve bağlama gibi tüm enstrümanları kullanmaya çalışıyorum. Bunun yanında çok profesyonel olmasa bir resim ve şiir deneyimim vardır. Bu alanda bir gelişim sağlamaya çalışıyorum.

İnsan gerillada hele doğunun kültür arayışı içinde faaliyet yürütünce hiçbir kalıba sığmadığını anlıyorsun. O kadar farklı, çeşitli ve geniş bir zemin üzerinde çalışıyorsunuz ki, ister istemez çevrenizdeki halklarında kültür ve sanatlarını bilmeniz gerekebilir. Bu gerçeklikten dolayı bana hangi müziği dinliyorsunuz diye sorduklarında çoğunlukla kendi doğallımızı ortaya çıkarmak için bir kalıptan çok her kesimi anlama gibi bir cevabı veriyorum. Ancak bu şekilde müzik ve sanatı anlamakla ancak özgün kendi özgünlüğümüzü yaratabiliriz. Çünkü bizim birilerine benzeme gibi bir derdimiz yok.

‘GERİLLA SANATIN KAYNAĞINDAKİ DOĞASAL MEKANI OLUŞTURUYOR’

Müziğin gerçek anlamı üzerinde yoğunlaştığımızda onun kaynağında bir maneviyat olduğunu görüyoruz. Maneviyattan yoksun ve ilham alınmayan yerden ne sanat nede müzik yapılamaz. Toprak ve dağ sevgisini hissedenler ancak özgürlük arayan bir halkın yürüyüşünden ilham alabilir, sanatın yaratıcılığı ile öncülük edebilir. Bu ilham sanatı ve müziğin kaynağını oluşturuyor. Bu kaynak ile buluşma ne kadar güçlü olursa o denli güçlü eserler ortaya çıkabiliyor. Günlük yaşamımızda bu kaynak sanatı her yönü ile ortaya çıkarma argümanlarını sunuyor. Doğru bir şekilde sanat ortaya çıkarmak için doğru bir bağ sağlamak gerekiyor. Sistem içinde yaşanarak ne sisteme alternatif olunabilinir, nede özgürlük arayan halkın sesi olabilir. Eğer sanatçı toplumun dili ise onu doğru şekilde ifadelendirmek gibi bir sorumluluğu da vardır. Yaratıcılıktan uzak, kuru veya taklide varan sanatsal ürünlerin hiçbir halkımızın nezdinde bir maddi değeri olmadığı gibi, sanatsal bir yanı da yoktur. Dağda bu zemini güçlendirmeye ve özgür sanatın oluşması için mücadele ediyoruz. 

‘GENÇLİK POTANSİYELİNİ DOĞRU ZEMİNLERDE DEĞERLENDİRMELİ’

Gençliğin taşıdığı potansiyel, enerjisinden dolayı herkes üzerinde hesaplar yapar. Bu özelliklerini ile gençlik kendi geleceğini özgür kurma gibi bir sorumluluğu vardır. Arayışlarında kesinlikle sistemin yanlarına kanmamaları gerekir. Sunmaya çalışıyormuş gibi gösterilen tüm yollar sistem kendisine kul köle yaratmanın araçlarıdır. Bundan dolayı arayışları doğru zeminlerde doğru yerde yürütmeleri gerekir. Orta doğunun yeniden düzenlendiği bir süreçte gençlik sanatta, edebiyatta da özgürlük ölçülerini doğru belirleyerek hareket etmelidir. Ahlak ve temizliğin olduğu doğal yaşam bunun temeli ölçüsü olmalıdır. Gerilla bu anlamı ile Kürt gençliğine fazlası ile imkân sunuyor. Özgür ülke, özgür önderlik olmadan hiçbir yaşam arayışının geleceği de olamaz. Bunu özellikle gençlik iyi görmeli, geleceğini bu arayış üzerinde inşa etmelidir.”

         Arman Ari

Bir gidememe öyküsü :
 

Batman’dan 4 arkadaşı ile yola koyulmuş, özgür dağlara katılım kararı almışlardı.

Yolculuk Suriye sınırına kadar varmıştı. Söylediğine göre 100 metre daha gidilse su olacak ve o su da aşıldıktan sonra artık yolculuk sona erecekti. Ama ermedi… Sınır oldu o su!

Çünkü pusu kurulmuştu. Suriye ordusuna ait askerler ateş etmeye başladı. Gruba rehberlik eden iki deneyimli gerilla bulunuyordu. Masîro (Bekir Kaya) ve Şoreş (Dilgeş Hüseyin) çatışmaya girdi. Beraber oldukları gençleri arkaya verip, öne atılarak savaştılar. Çatışma gece boyunca devam eder. Şoreş şehadete erer. Masîro ise ağır yaralı olarak kendini çatışmanın dışına atar; ama çok dayanamayacaktır. Kapar gözlerini…

O gecenin karanlığında o sınır boylarında ve uzanıp giden dağlar arasında ne yapacaklarını bilmez halde kala kalırlar. Kendisi yüzme biliyordu. Biran düşündü! Suya atlayıp geçsem mi? Ama yapamadı, diğer arkadaşları yalnız bırakamadı. Uzun ve ilk olan bir yolculuğun başlangıcı için çok ağır bir gece idi. Ne yapacaktı arkadaşları ile? Çok zor bir gece geçirdiler.

Sabah olduğunda Suriye ordusunun operasyona çıktığını gördüler. Çemberden çıkamadılar. Yakalandılar… Çeşitli hapishaneler ve sorgu yerleri gezdirildi. En sonunda Şam’da bir bodrum kata koyuldu arkadaşları ile. 5 ay gün yüzü görmediler. Akıl almaz işkenceler yapıldı.

Elektrik verildi o ve arkadaşlarına. Başlarına silah dayayıp “öldürme” tehditleri savruldu. Suriye ordusu bilgi almak için sistematik kıyım yaptı o gün yüzünün görmediği bodrum katında. Tam 5 ay sonra çıkarıldıkları bir mahkeme sonrası bırakıldılar. Hatay’da Türkiye’ye teslim edildiler. Tekrar sorguya alındılar. Yaşları çok küçük olduğu için işlem yapılamadı. Avukatların da araya girmesi ile ailelerine kavuştular. Kavuştuklarında geriye kalan vücuda kazınmış işkence izleridir. Bel ve omuzlarında parçalanmış kaslar vardır.

Ailesi onu Batman’dan Amed’e yolladı. Buradaki kültür-sanat aktivitelerinde çalışmaya başladı. Hem biraz kendisini toparlamasına da yardımcı olacağı düşünülmüştü. Sinema eğitimine katıldı. Halil Dağ ve kamerasının gücünü erken keşfetti. Bir ödev için ilk hikâyesini de yazmaya başladı. Bitiremediği bir hikâye bu. Konusu 23 Nisan, yani çocuklar idi. Bu bayram üzerinden Cüneyt’in, hani o kamera karşısında kolları kırılarak ‘yeni’ içimizde bırakılan gencin, hikâyesine değinmek istiyordu. Ona göre Kürtlere çok haksızlık yapılıyordu. Her tarafta bir baskı ve zülüm vardı. Gencecik gözleri hepsine şahitti. Defalarca polis kovalamacasına ve kin, nefretlerine de tanık olmuş, yaşamıştı. Sırf bu duruma tepki olsun diye kimliğini üzerinde taşımazdı. Sokağa öyle çıkardı…

Kendisine bu süre zarfında yeni bir isim bulmuştu. Sosyal medyada adına açtığı hesaplarda da o ismi kullanıyordu: Masîro … Gidişleri sırasında yaşamını yitiren komutanın adını yaşatmak istiyordu. Anısını yaşatmanın önemini biliyordu. Fakat “yaşamanın” kendisi için farklı bir macerası da vardı.

Bu macera daha doğmadan başlamıştı. Annesi kendisine hamile kaldığında baba istemez bu doğumu. Daha sonra annesi çeşitli şekillerde onu düşürmeye karar verir. Ama ne yapar ne eder başaramaz. Bebek inatçıdır. Doktor bir gün ona “gayet sağlıklı” der. Ve doğum engellenemez. 9 kardeşten evin en küçüğü olarak gözlerini açar dünyaya. Yaşıtlarına göre hayli olgun biridir. İsyankardır. Okulu lise 1’de bırakır. Çünkü ona göre okullar birer kışladır. İnternet cafeye sadece görüşme notlarını okumaya giderken, Kürt gençleri için birer tuzak olduğunu söyler bu mekanların. Sadece 2 kitap okumuş şimdiye kadar. Biri Sayın Öcalan’ın diğer Siraç Bilgin’in…

Hayalleri peşini bırakmaz. Metropoller ona göre değildir. Hakikat başka yerdedir.

Tarih 29 Mayıs 2012’dir…

Ve tekrar yola koyulmaya karar verir. İkinci gidiş için Lice bölgesine yönünü çevirir.

Bundan sonra HPG Askeri Konsey Üyesi Numan Amed (Ertem Karabulut) himayesindedir. Söylenenlere göre beraber zaman geçirmişler. Numan Amed, beraberindeki bazı grupları göndermiş ama onu yanında tutmuş.

Amed eyaletinde birkaç ay kalıyor.

2012 yılının son ayı ve son günü… 31 Aralık…

Numan Amed öncülüğündeki grup yönünü çevirmiştir sınıra. Gidecekler…

Fakat gidemiyorlar.

Lice, Hani ve Bingöl’ün Genç ilçesi üçgeninde Türk ordusunun düzenlediği operasyonun ortasına düşerler. Çatışma çıkar. Şiddetli bir savaş patlak verir orada.

10 gerilla yılın bu son deminde yaşamını yitirir. Agit, Özer, Rênas, Şoreş, Demhat, Firat, Xebat, Şervan, Numan ve Masîro… Masîro bizim Masîro’dur. Gerilla saflarına katılır katılmaz “Masîro Şoreş” adını alır. İlk gidişinde tanık olduğu bu iki ismi yaşatmaya kararlıdır. Bayrağı onların şahsında kendisi devralır. 

Masîro ilk yolculuğunda 15 yaşında idi. Suriye sınırında alınıp Şam’da işkence edildiğinde daha 15 yaşında bir çocuktu.

Masîro ikinci defa yönünü patikalara çevirdiğinde ve yine “kavuşamadığında” 17 yaşında idi.

Hayatın cilvesi bazen ironiktir. O hep bir “gidiş” halinde idi.

Onunkisi bir “gidememe öyküsü”…

Şimdi abi ve ablaları, yoldaşları “gidiyorlar”… Özgürlük ve barış için yoldalar.

Bu yıl üçüncüsü düzenlenen FilmAmed Belgesel Günleri’nin açılışında mini bir yazı, birkaç saniyeliğine ekranda belirdi. Sinemacı arkadaşları onu unutmamıştı…

“Hakan Tezel anısına…” diyordu o yazı…

Masîro, yani küçük bir yaşa sığmış büyük bir yüreğin reddettiği o kimlikteki karşılığı “Hakan Tezel” idi.

Hakan, herkesin “güzel” dileklerle ve eğlenerek girmeye çalıştığı bir yılbaşı gecesinde 9 arkadaşı ile katledildi.

Bu hikaye onun hikayesidir.

Hakan Tezel, yani Masîro, 4 Haziran’da 18 yaşına girecek.

İyi ki doğmuşsun Masîro.

Yolun bize aydınlık olsun…
 


 

Askerlerin serbest bırakıldığı günden notlar :
 

Önceki gün Medya Savunma Alanları’nda önemli bir gün yaşandı. Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın başlattığı sürecin somut adımlarından ilki kabul edilen gelişme esir askerlerin bırakılması oldu. Halk Savunma Güçleri’nin (HPG) elindeki biri kaymakam adayı, biri polis, 6’sı asker toplam 8 esir askeri düzenlenen resmi bir tören ile Türkiye’den gelen heyete karşılıklı imzalanan iki protokol ile teslim edildi.

HPG’nin elinde bulunan 8 esirin bırakılacağının bilgisi üzerine gerilla alanlarına gitmiştik. Sabahın erken saatlerinde gittiğimiz alanda HPG gerillaları hazırlıkları tamamlamış, en üst düzeyde güvenlik alınmıştı.

Esir askerler tören alanının üç yüz metre yukarısında tutuluyordu. Sabah saatlerinde aralarında Nuçe, Sterk, DİHA muhabirlerinin de aralarında olduğu bir grup gazeteci ile birlikte esirleri görüntüledik. İlk görüntüleri servis ettikten sonra esirleri alacak heyeti bekledik.

Serbest kalacakları için heyecanlı olan esirlerin korkuları gözlerinden okunuyordu. Daha öncesinde esir alınıp bırakılan esirlerin başına gelenler ise onları korkutuyordu. Bu nedenden dolayı gerillalarla aynı fotoğraf, görüntü karesine girmek istemiyorlardı. 2 yıl gerillalarla geçiren askerlerin son gününde neden böyle davrandıklarını sorduğumuzda saklamadan bize bu görüntülerin inceleneceğini, samimi davranış görülmesi durumunda hapse atılabileceklerini söylediler.

Astsubay Abdullah Söpçeler sürece ilişkin şu cümlesi dikkatimizi çekti: “Süreç iyi gidiyor ancak Kılıçdaroğlu ve Bahçeli’nin süreci kılıçlayıp, baltalayabilir” uyarısında bulundu. Uzman Çavuş Zihni Koç da gerillalara “şimdi gidiyoruz ama inşallah yakında Türkiye’de demokratik ve özgür bir ortamda buluşuruz” diyordu. Böylelikle gerillalar ile esirler arasındaki espriye kadar varan bu siyasi tartışmalar oldukça samimi bir hava oluşturmuştu. Öyle anlaşılıyor ki uzun bir süredir gerillaların yanında kalan esirlerin gerillalardan hayli bir etkilenmiş oldukları görülüyordu. Esir askerler iki yıldır hükümet tarafından unutulmuş ve unutulmak isteniyordu. Beklenmeyen serbest bırakılmalarının Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’a borçlu olduklarını biliyorlardı.

GAZETECİLERE YASAK

Esir askerlerin serbest bırakılmasını çok sayıda yerli ve yabancı basın izledi. AKP hükümetinin talebi üzerine gazetecilerin tören alnına alınması Kürdistan Bölgesel Hükümeti tarafından engellendi. Birçok gazetecinin Hewler’den çıkışına izin verilmemişti. Bazı gazeteciler güvenliği atlatarak tören alanına ulaşmayı başarmışlardı. Heyet tören alanına geldiğinde karşısı da gazeteci ordusu görünce alana girmekten vazgeçip geri döndü. Hükümet yetkilileri gazetecilerin alandan çıkmasını istiyordu. HPG yetkilileri de basının özgür olduğunu çalışmalarını engelleme haklarına sahip olmadıklarını söyleyerek bu talebi reddetti. Yapılan görüşmelerden sonra kriz aşıldı, heyet alana girdi ve gazetecilerde alandan çıkarılmadı. Esirlerin medyadan gizlenmesinin nedeni çok açıktı; esir askerler konusunda PKK önemli bir imaja sahip. AKP hükümeti bu gerçeğin kamuoyundan saklanmasını istiyordu. Bölgesel hükümetin tavrı ise AKP hükümetinin ricasını yerine getirmekten başka bir şey değildi.

HEYETLE GERİLLALARIN BULUŞMASI

Aslında herkesin beklediği hükümetin de kamuoyundan gizlemek istediği işte bu buluşmaydı. Heyet alana girdiğinde HPG Komuta Konseyi Üyesi Süleyman Şahin(Bawer Dersim), Zülkif Palo, Samet Amed tarafından karşılandı. Peş peşe patlayan flaşlar ve onlarca kameralar önünde gerçekleşen buluşma sıcak bir havada başladı.

Heyetle gerilla heyeti arasında kısa bir toplantı yapıldıktan sonra gelen heyet esir askerlerle buluşturuldu.

Heyet içinde yer alan BDP milletvekilleri kısa bir açıklama yaparak ‘sizi almaya geldik, ailelerinize kavuşacaksınız. Umarım barışa vesile olur’  dedi. Heyette yer alan Hakkari Milletvekili Adil Kurt’un esirlere “size işkence veya kötü bir muamele yapıldı mı” sözü üzerine esirler ve orada bulunanlar içinde gülüşmeler yaşandı. Bırakın işkence yapılmasını sorunun kendisi bile komik karşılandı.  Herkes ‘geç bunu’ dercesine konuyu kapattı.  HPG’nin esir aldığı askerlere kötü muamele yapmadığını yine askerlerin kedisi söyledi.  Bu kısa buluşmadan sonra tören alanına geçildi. İlk sözü HPG Komuta Konseyi Üyesi Süleyman Şahin (Bawer Dersim) aldı.

Dersim’in’Önderliğimizin çağrısı, KCK’nin istediği üzerine esir askerleri bırakıyoruz sözleri iki yıldır gerillanın elinde bulunan askerlerin neden serbest bırakıldığını da açıklıyordu. Dersim, askerlerinde hazır bulunduğu törende “Kesinlikle sağlık ve güvenliklerine azami ölçüde dikkat edilmiştir. Uluslar arası hukuk sözleşmelerinin tüm gereklerine büyük bir uyum gücü gösterilmiştir” Adil Kurt’un sorusunun da cevabı oldu. Törende konuşan İHD Başkanı Öztürk Türkdoğan’’da “biz esirlere özellikle kötü muameleye ilişkin sorduk ve onlardan aldığımız cevap kesinlikle kötü bir muamele görmediklerini’ söyledi.

“Pazarlık söz konusu değil”

HPG Komuta Konseyi Üyesi Bewer Dersim “elimizdeki esir askerleri serbest bırakmamızın temel amacı tamamıyla insanidir ve hiçbir pazarlık, talep söz konusu değildir” dedi. Heyette yer alan Mazlum Der Başkanı Faruk Ünsal süreçi olumlu bulduğunu, önemli bir adım olduğunu söyledi ve esirleri serbest bıraktığı için PKK’ye teşekkür etti. Ardından hazırlana iki protokol imzalandı ve esir askerler heyete teslim edildi.

Acının içinden geçen hayatlar :

Hewlêr’den gecikmeli kalkan uçaðımız Düsseldorf havaalanına indiðinde vakit gece yarısına yaklaşıyordu. 4 saati aşan uçuş boyunca derin bir uyku çekmiş olmama raðmen bedenim de uykusuzluða yenildi, yeniliyordu.

Uçaktan indiðimde adım atacak halde deðildim. Halsizdim zira, koşuşturmayla geçen 15 yoðun gün geçirmiştim.

Havaalanı garından Köln’e kalkan trene ayaklarımı sürüyerek son anda yetiştim. Doðruca restoranta gittim ve koltuða yıðılmadan önce de görevli bayandan bir şişe su istedim.

Yüzü aydınlık, bakışları ışıltılı, ürkek ve mahçup tavırlı genç bayan suyu masama bıraktı ve “Günay arkadaş hoş geldin” dedi!

“Arkadaşlar nasıl, durumları nasıl, umarım herkes iyidir, umarım gelişmeler de iyidir” diye de ekledi.

Ardından kendinden söz etti...

Barış Annesi; Şadiye Ana’nın kızı, Şehit Ciwan’ın kız kardeşiydi.

Kırşehirli Ciwan bir dönem gazeteciliðe de merak sarmış, Berxwedan’da çalışmış genç bir yurtseverdi. Almanya’yı terk etmiş, Kürdistan’a gitmiş, orada gerilla mücadelesi vermiş, canını ülkesi ve ulusu için orada feda etmişti.

Yaşamı erken solan çiçek misali kısa süren Ciwan, on beş yıla yakın bir zamandır Hakkari’de bir toplu mezarda yatıyor. Halkımız onu haklı kavgasında yaşatıyor...

Güney Kürdistan’da gittiðim her yerde yüreði ellerinde, duyguları gözlerinde, düşünceleri dillerinde mahsur kalmış çok insan gözlemlemiş, her parçadan ve her toplumsal gruptan çok insanla söyleşmiş, birbirinin aynı, birbirinden farklı çok sayıda ‘hayat hikayesi’ dinlemiş, öyle gelmiştim...

Anlamak ve anlatabilmek amacıyla gittiðim her yerde bitmek, tükenmek bilmeyen sorularla insanların yüreklerinin, gözlerinin ve düşüncelerinin içinden geçmiştim.

Bütün sözcükleri acıyla giydirmiş, acının cehennemi azabını çekmiştim. Sonunda acıyı özgürlüðün şakaðındaki o uzak ülkede bırakmış, öyle geri gelmiştim.

Ne var ki Almanya’ya daha ayak basar basarmaz ilk olarak yine acıyla yüzleşmiştim.

Anlaşıldıðı kadar acı artık sadece elimizde, yüreðimizde, evimizde, yanımızda yöremizde deðil, gittiðimiz her yerde, konuştuðumuz her kişideydi.

Yerdeydi acı, gökteydi; havada, suda, topraðın altında, daðın doruðunda, denizin dalgasında, trenin restorantında, çiçeðin kokusunda, suyun tadındaydı...

Acı artık bizimle yatıyor, bizimle kalkıyor, bizimle susuyor, konuşuyor, duruyor, kımıldıyor, aðlıyor, gülümsüyor, yürüyor, koşuyor, yolculuklara çıkıyor, çalışıyor, yoruluyor, dinleniyor ve elbette dövüşüyordu.

Şimdi de gecenin bu yarısında karşımda oturmuş, bir sunaðın başında çırpınan kuş misali titreyen gözlerle bana bakıyordu...

Ani bir kararla sırt çantama uzandım. Suyumu ekmeðimi, kalemimi defterimi, özlemlerimi, hayallerimi ve bir de sevmelerimi sefere çıkardıðım sırt çantamdan Musul işi rengarenk bir şal çıkardım.

Şalı, on beş yıla yakın bir zamandır toplu mezarda yatmakta olan Ciwan’ın adına kız kardeşine uzattım.

“Bunu abinin adına sana veriyorum” dedim.

Verirken ama, yüzüne bakamadım. Baksaydım zira, ben de aðlayacaktım...

Soran yolunda

Köln’de eşine az rastlanır pırıl pırıl bir Nisan sabahını arkamda bırakıp, Hewlêr’e uçtum. Kürdistan Gazetesi’nin 114’üncü yayın yıldönümü nedeniyle düzenlenen Soran Kültür Festivali’ne katılmaya gidiyordum. Soran Prensliði’nin başkenti; direnişin ve estetiðini merkezi Rewanduz’da yapılacak olan festival, “Birlikte Baðımsızlıða Ve Güçlü Geleceðe” sloganıyla düzenlenmişti. Festivale Kürdistan’ın dört parçasından ve diasporadan yüzlerce gazeteci, yazar ve aydın davet edilmişti.

Rewanduz 19’uncu yüzyılın en uzun süreli ve en şiddetli Kürt ayaklanmasının başkentiydi. Hem isyanın hem de güzel sanatların; müzik, resim, heykel sanatı, dokumacılıðın ve size garip gelebilir ancak modanın merkeziydi.

Mir Muhammed adını duymuş olmalısınız; Kör Memed Paşa (Mirê Kor) olarak bilinen Soran Kürt Prensliði’nin yürekli, stratejik ve taktik zekasıyla ünlü Kürt lideri…

Kürt tarihinde ilk defa düzenli ordu oluşturan, top, mermi, hançer, kalkan ve kılıç gibi savaş araçları üreten fabrikalar kuran Memed Paşa, 1830‘lu yılların başında Osmanlı’ya ve Ýran‘a karşı baðımsızlık amacıyla isyan etmişti.

Ýsyandan önce de Kürt aşiretlerini ‘kılıç zoruyla‘ birleştirmiş, güneyden kuzeye, batıdan doðuya Kürdistan’ı özgürleştirmeye karar vermişti.

Kendi silahını üreten, kendi parasını basan, Rewanduz’dan Van’a, Musul’dan Batman’a Kürt aşiretlerini kendi bayraðı altında toplayan Kör Memed Paşa, Salmas‘tan Amed’e kadar uzanan bütün bölgede Osmanlı ve Ýran egemenliðine son vermiş, işgal yönetimlerini temizlemişti.

Mirê Kor önderliðindeki Soran Kürt Prensliði’nin yükselişini engelleyemeyen Osmanlı yönetimi, taktik deðiştirmiş, savaş yerine ‘müzakere‘ talep etmiş, beş yıla bir yakın süreyi bazen savaş, bazen ‘müzakere görüşmeleriyle‘ geçirmişti.

‘Rewanduz Görüşmeleri‘

Osmanlı ‘müzakere‘ süreci boyunca Ýslamı ve ‘din kardeşliðini‘ kullanmış, bu yolla şeyhleri ve mollaları kendi safına çekmişti. Osmanlı’dan aldıkları parasal destekle ortaya atılan ve Ýslam dinini kendi kişisel çıkarları için kullanan softalar; şeyhler ve mollalar halkın arasına dalmış, “Halife’ye karşı isyan etmenin günah olduðu” fitnesini yaymış ve dolayısıyla isyanı zayıflatan uðursuz bir rol üstlenmişlerdi.

Softa takımın etkin olmasını ardından Osmanlı da, ‘müzakere‘ sürecini sona erdirmiş, masayı devirmiş ve katliama girişmişti!

Ýki cephede birden savaşan Kör Memed Paşa, Kürt softa takımın ihaneti yüzünden yenilmişti. Şeyhlerden ve mollalardan oluşan softa takımı Memed Paşa ile Osmanlı Sultanı II. Mahmud arasında sözüm ona ‘arabuluculuk‘ da yapmış ve sorunun ‘kalıcı çözümü‘ için bazı planlar geliştirmişti.

Bu plan üzerine Memed Paşa Ýstanbul’a gitmiş, Osmanlı Sultanı’na baðlılık sözü vermişti. Ne var ki Ýstanbul’dan Rewanduz’a dönmek üzere bindiði gemi Karadeniz’e ulaşınca katledildi. Kürt liderinin kanlı cesedi Karadeniz’e atıldı.

Rewanduz isyanının üzerinden yaklaşık 180 yıl geçti ancak, Kürt tarihinin en etkin ve yaygın bu ilk isyanı günümüz açısından da yaşamsal bir ders niteliðindeydi.

2012 yılında Güney Kürdistan Hükümeti’nin himayesinde yapılan geniş katılımlı Rewanduz Konferansı da hem geçmiş hem de gelecek açısından önemliydi. Zira, bütün parçalardan ve diasporadan Kürt aydınları geçmişi konuşacak, geleceði tartışacak, ortak bir irade sergilemeye çalışacaklardı.

Bu yüzden geçmişin ve geleceðin Rewanduz’unda olmak, Kürt aydınları ve siyasetinin nabzını orada tutmak, gelişmeleri orada yakından izlemek gerekliydi ve bu heyecan vericiydi.

Festivalde ‘Avrupa’da Kürt Medyası’ konulu bir seminer verecektim. Fakat benim için önemli olan daðı, ovası ve diasporasıyla ülkenin nabzını tutmak, gelişmeleri aktörleriyle konuşmak, söyleşiler yapmak, tartışmak, anlamaya ve elbette okurlarımıza anlatmaya çalışmaktı.

Saz elimizde kaldı

Bütün bunlar beni bekliyordu. Doðuştan gazeteci ruhum depreşip duruyor, yerimde duramıyor, biran önce orada, olayların odaðında olmak istiyordum.

Ne var ki uçaðımız yolcuların 30 kilo olan bagaj hakkını aşmaları yüzünden rötar yaptı ve neredeyse günün tamamını havaalanında ve uçakta geçirmek zorunda kaldım. Aslında daha Check in kuyruðundayken görevlilerin iki de bir yerlerini terk etmelerinden ve baðırıp çaðırmalarından zor bir uçuş olacaðını anlamıştım ama, yine de bu kadar çok gecikeceðimizi sanmamıştım.

Bizim güneyliler bir alem; herkesin 30 kilo hakkı var ancak, herkesin de en az 100 kilo bagajı var. Kaldı ki kimse bagaj ücreti ödemek de istemiyor. Çoðu yolcu 70-80 kiloyu bulan fazla bagajını ya bir başkasına vermek ya da ‘el bagajı’ olarak uçaða almak istiyor. Bu da tartışmalara, karşılıklı baðırışlara neden oluyor. Ýstinasız her yolcuyla aynı sorun yaşanıyor. Tartışmalar uzuyor da uzuyor.

Çarşem’a Sor etkinlikleri için Şengal’e gidecek olan sanatçılarımızdan Leyla ile Xemdar birlikte girdiðimiz uçuş kartı kuyruðunda bir saatte bir metre bile ilerlememiz mümkün olmadı. Geciktikçe geciktik. Güney Kürdistan’da vergi yok ya; hükümet kimseden vergi almıyor ya, herkes istediði malı rahatlıkla ülkeye sokabiliyor. Ýhtiyaç var mı yok mu ona bakan olmuyor.

Valizlerin büyüklüðü karşısında da insan dehşete düşüyor. Çoðu valiz neredeyse bir mercedes büyüklüðünde! Güney’in bana korkunç gelen ‘tüketim kültürünü’ geçen gidişimde yerinde gözlemlemiştim ama, anlaşılan üç yıl içinde hayli de gelişmiş. Bunun için ülkeye gitmeye bile gerek yok; havaalanında dolaşmak ve bizim güneyli yolculara bakmak yetiyor.

Uçaðın bagaj kapasitesi dolup taştıðı için Xemdar’ın sazını koyacak yer bulamadık. Saz elimizde kala kaldı...

Hewlêr uyuyor, biz yola çıkıyoruz

Duesseldorf, Prag, Budapeşte, Burgaz, Samsun, Erzurum, Bingöl, Mardin derken akşam üzeri Hewlêr’e vardık. Yolculuk boyunca transporder ekranından uçaðın güzergahını ve bilgilerini takip ettim. Mardin’in kuzeyinden Van’ın 120 kilometre güneyinden uçtuk. Ekranda Van Gölü’nü görünce içim burkuldu.

20 yıldır Van’a hiç bu kadar yakın olmamıştım. Yanımdaki arkadaştan rica ettim ve pencere kenarına geçtim. Birşey göremeyeceðimi bildiðim halde gökyüzünün enginliðinde hüzünle dolaşan beyaz bulutların arasından aşaðılara baktım...

Küçücük pencereye adeta yapıştım. Aşaðıda parçalı beyaz bulutlar ve karlı daðlar uzayıp gidiyordu. Bir yandan bulutları ve daðları izliyor, diðer yandan Van’da kayıtlı geçmişime dair neyi, nasıl hatırlamam gerektiðini düşünüyordum.

Önceliði kime ve neye vermem gerektiðini ise bilemiyordum.

Beynimden binlerce anı birden geçiyordu. Uçaðın hızı hatırlama hızıma yetişemiyordu. Yüksekliði içimdeki derinliðin yanında sıð kalıyordu. Yaşadıklarımın yanında uçaðın hızının ve yüksekliðinin hiçbir anlamı kalmamıştı. Dalmış, evimizin sürekli açık olduðu kapısına kadar gitmiştim. Yalnız evimizin deðil, Van’daki bütün kapıların ardına kadar açık olduðunu hissetmiş, yüreðimi lime lime etmiş, her eve bir parça vermiştim...

Hewlêr Havaalanı’nda beni almaya gelen arkadaşlarla birlikte bir taksiye bindik ve doðruca eve gittik. Konferansa daha beş gün vardı. Dolayısıyla önce daðların yolunu tutmam gerekiyordu. Arkadaşlarla bir çalışma planı yapmak istiyordum ancak, gerek kalmadı. Planlamalar yapılmıştı. Gece saat 02’de yola çıkacak, sabah erkenden Kandil’de olacak, kahvaltıyı orada yapacaktık.

Yorgun olduðumu hisseden arkadaşlardan biri, birkaç saat kestirmem gerektiðini söyledi. Kanapeye uzandım ama, uyumak ne mümkün; uyuyamadım.

Hewlêr uykudayken, geniş caddeler ve Selahaddin’e uzanan yol tenhayken arabaya binip, yola çıktık. Kararmış bir yalnızlıðın teslim aldıðı yollardan geçtik. Yol boyunca gözüme sadece ve sadece Koç Grubu’nun ürettiði beyaz eşyalara ait reklam panoları ilişti.

Hewlêr’i ve Selahaddin’i onlar uyurken geçip, uykudaki bir başka şehre; Şaklawa’ya ulaştık. Şaklawa’ya en son 1992 yılında gelmiştim. Yazlık bir sayfiye yeri Şaklawa, ünlü dengbêjimiz Kaxis Axa’nın bir süre yaşadıðı bir kenttir. Asıl adı Veys olan Kawis Axa’nın ünlü Genç Xelil ve Xalo kılamlarını burada yarattıðı söylenmektedir.

Ýnsanın içine işleyen sesi ve naðmeleriyle ünlü Kawis Axa 40’a yakın kılamıyla günümüzde ve gönlümüzde yaşamaya devam ediyor. Şaklawa’dan geçerken onun sesinin ruhunu hissediyor, huzurla dolup taşıyorum... Günün ilk ışıklarıyla birlikte de Kandil’e ‘roj baş’ diyorum!

geri çekilme sürecini, yaşayan gerillalar anlatıyor :
 

Kürdistan Özgürlük Hareketi, 1993 yılından bu yana çeşitli defalar ateşkes ilan etti. 1993 yılından bu yana Kürt sorunun çözümü için oluşan zeminler, ilan edilen ateşkesler ve çözüme kavuşmadan heba edilen süreçleri değerlendirmeye devam ediyoruz. 1998 yılında Kürdistan Özgürlük Hareketi’nin ilan ettiği ateşkes ardından geliştirilen 9 Ekim ve 15 Şubat Uluslararası Komplo’ya giden süreci, KCK Yürütme Konseyi Üyesi Duran Kalkan değerlendirdi.

Kalkan, “Önder Apo’nun taktik planlaması şuydu. İki tarafın razı olacağı bir ateşkes süreci geliştirerek ona dayalı bir biçimde PKK’de değişim ve yenilenme, yeniden yapılanmayı gerçekleştirme Kürt sorunun çözüm sürecini buna dayalı olara geliştirme. Bunu hep aradı, 93’teki ateşkese yaklaşımı böyleydi. 95’teki ateşkesten Güneydeki ikinci savaştan da elde etmek istediği önemli bir siyasi sonuç buydu. Daha sonraki süreçte de 97’de de, 96’da da benzer amaçlı planlamalar geliştirdi. O sonuca da ulaşamadı. Dolaysıyla mademki öyle bir sonuca ulaşılamıyor, tek taraflı ortamında da gerekli değişim, dönüşümü biz yaşamalıyız kanaatine ulaştı“ dedi..

‘GLADYO TÜRKÇÜ FAŞİZM İKTİDARINI KORUMAK İSTEDİ‘

DURAN KALKAN: 1998 süreci 1993’e benziyor biraz. 93-98 arasında yaşananların ortaya çıkardığı bir sonuçtu da. 93’te aslında Kürt sorunun çözüm zemini oluşmuştu. Bu gladyonun beyaz Türkçü faşizmin iktidarını kurumak için komploları, saldırıları olmasa Türkiye’de demokratikleşme, Kürt sorunun çözümü gerçekleşebilirdi. Bunu Doğan Güreş Darbesi sabote etti. Çeteci yönetim Türkiye’yi ve iktidarı ele geçirdi. Tupyekün savaş konsepti temelinde PKK’yi bitirmek amacıyla yıllara yayılan kapsamlı askeri bir saldırı yürüttüler. Sadece askeri değil, özel savaş kapsamında yaşamın bütün alanlarında saldırı yürüttüler. Türkiye tarihinin en büyük ve en uzun süreli özel savaşını bu süreçte yaşadı. Sonuçta 5 yıl gibi bir zaman geçmesine rağmen Türkiye’nin bütün imkanları, savaş araçları kullanılmasına rağmen her türlü imkanlara baş vurulmasına rağmen PKK’yi tasfiye, imha ve yok edemediler. PKK direndi, varlığını kurudu ve Kürt direnişi devam etti. Bu direşin içerisinde askeri saldırıları daha fazla kırarak TC’yi daha ileri düzeyde bir askeri yenilgiye uğratıp, ateşkes zeminini daha güçlü bir biçimde ortaya çıkartmak üzere Önder Apo da, PKK de çeşitli mücadele hamleleri geliştirdi. Fakat o planlamalarda da Türk ordusuna ve siyasete önemli darbe vurulsa, bunun sonucunda mevcut siyasi iktidarlar başarısız kalıp, değişime uğrasa da tam öngördüğü, Türkiye yönetiminin iradesini tümden kırıp, siyasi çözüme, ateşkese evet diyecek bir askeri sonucu PKK de yaratamadı. Gittikçe savaşta bir tekrar, karşılıklı bir güç tüketilmesine yol açan bir durum ortaya çıktı. 98’e gelindiğinde bu durumu önder Apo ciddi bir biçimde değerlendirmeye aldı, tartışmaya açtı. Bunun böyle bir anlamının olmadığını bir gelecek yaratmayacağını ifade etti. Bir sosyalist hareket olarak topluma, halklara karşı duyduğu sorumluluk gereği, yine bir değişim dönüşüm hareketi itibarıyla yenilik yaratma, değiştirme amacından dolayı mevcut durumu kabul edemez. Sonuna kadar o tekrarı yaşayamazdı. Kendini yenilemesi, yeni çözümler araması gerekirdi. Bir devrimci akım, bir devrimci hareket böyle hareket eder. Bir Önderliksel duruşu şeklini böyle ortaya koyar. Nitekim bunu da yaptı. Durumu pata durum olarak değerlendirdi. Ne zafer, ne yenilgi durumu. Ne TC yönetimleri özel savaş kapsamında planladıkları, istediklerini ele geçirebiliyorlardı, ne de PKK kendi planlarını tam hayata geçirip, öngördüğü sonucu alabiliyordu. Savaş sürüp gidiyordu, savaşın bu biçimde uzaması savaşan güçler, taraflar arasında daha çok yozlaşma, ortaya çıkartıyordu. Çetecilik gelişiyordu. Toplum üzerinde daha ağır baskı, sömürü durumu yaşanıyordu. Bütün bunları değerlendirerek bu durumu değiştirmek, buna bir müdahale etmek gerektiği kanaatine vardı önder Apo. Benim anladığım kadarıyla, Önder Apo’nun taktik planlaması şuydu. İki tarafın razı olacağı bir ateşkes süreci geliştirerek ona dayalı bir biçimde PKK’de değişim ve yenilenme, yeniden yapılanmayı gerçekleştirme Kürt sorunun çözüm sürecini buna dayalı olara geliştirme. Bunu hep aradı, 93’teki ateşkese yaklaşımı böyleydi. 95’teki ateşkesten Güneydeki ikinci savaştan da elde etmek istediği önemli bir siyasi sonuç buydu. Daha sonraki süreçte de 97’de de, 96’da da benzer amaçlı planlamalar geliştirdi. O sonuca da ulaşamadı. Dolaysıyla mademki öyle bir sonuca ulaşılamıyor, tek taraflı ortamında da gerekli değişim, dönüşümü biz yaşamalıyız kanaatine ulaştı. Çünkü onu yapmadan direnişi sürdürebiliriz, ezilmeyebiliriz de ama, başarı kazanmamızın, sonuç almamızın, zaferi elde etmemizin imkanı yoktur kanaati hakim oldu. 1 eylül 1998 ateşkesine böyle varıldı. Ateşkesin bir siyasi, askeri zemini vardı. Savaş bir çözüm üretilmiyordu artık. Taraflar bir birlerine üstünlük sağlayamıyorlardı. Dolaysıyla siyasi çözüm için karşılıklı ateşkes iradisi de oluşmuyordu. Buna birilerinin öncülük etmesi, ön açıcı olması gerekliydi. Bu öncülüğü yapmayı, ön açıcı olmayı kabul etti, öngördü. Önder Apo sorumluluk üstlendi. Bir boyutu budur. Bu şimdi Ergenekoncu olarak yargılanan bu ulusalcı giladyocu grubun PKK’yi, Kürt direnişini topyekun özel savaş saldırısıyla yenemeyeceği, ezemeyeceği ortaya çıkarıldı. 5 yıllık direnişle bu kanıtlandı. Bu önemli bir kanıtlamadır. Şimdi de AKP benzer durumu yaşıyor. Kendisini o zaman ki yönetim gibi, AKP de son yıllarda denedi. Sonuç alamadı. PKK direnişi sürdüreceğini, Kürt direnişinin böyle oyunlarla yok edilemeyeceği gibi, katliamla, baskıyla, şiddetle de, terörle de ezilemeyeceği, kanıtlandı. Bir siyasi iradenin gelişmesi, siyasi inisiyatifin öne çıkması için askeri çözüm arayışın bu biçimde kırılması gerekirdi. 98’deki durumu önderlik böyle değerlendirdi. Bu bakımdan içinde bulunan mücadele durumun, bu savaştaki tekrar rahatsız ediyordu. Bir değişim, yenilenme, yeniden yapılanma yaratacak zemin bulmak istiyordu. Bunun da ancak ateşkes gerçekleşebilirdi. Bir ateşkes ortamı arıyordu. İnsan bunu rahatlıkla söyleyebilir, değerlendirebilir. Karşı taraftan da önder Apo’nun bu değerlendir ve arayışlarına cevap oluşturan gelişmeler oldu. Ben şunu söylemek isterim bu konuda. 1998 yılının 1 Eylülünde gerçekleşen tek taraflı ateşkesti ama, hiçbir ilişki, görüşme, diyalog olmadan, durup dururken PKK, Önder Abdullah Öcalan’ın ilan ettiği bir ateşkes değildi. Öyle bir ateşkesten bir fayda sağlanmayacağı konusunda PKK’nin ve Önder Apo’nun kanaati de vardı. Önder Apo ile kendim tartıştım. Bu durum böyle gitmiyor, bir ateşkes ilan edebilir miyiz diye gündemleştirip, tartışmaya açtığında, ben şunu görüşü belirttim: Tek taraflı ateşkesle sonuç alınmıyor daha önceki tecrübeler var. Dahası sanki biz mücadele edemiyormuş gibi bir hava oluşuyor karşı tarafta. O nedenle tek taraflı bir ateşkesle sonuç alınmaz. Eğer gerçekten sağlam güvenceler oluşur ise, karşı taraf sağlam güvence verir ise olabilir ateşkes diğer türlü fayda sağlayacağı kanaatinde değiliz dedim. Bu görüşlerimi Önder Apo onayladı. Doğrudur dedi. Biz de aynı görüşteyiz. Olmaz diğer türlü zaten. Kesinlikle hiçbir karşılığı olmayan tek taraflı bir ateşkesin fayda getireceğinden yana değildi. Böyle bir ortamda 1 Eylül 98 ateşkesi ilan edildi. Yani bir karşılığı vardı. Bu karşılığının çeşitli çevrelerin güvence vermesi, araya girmesi olduğunu biliyoruz. Avrupa’da görüşmeler oldu. Cezaevinde görüşmeler oldu. Her halde Sabri Arkadaşla tartışıldı. Avrupa’da görüşmeler oldu. O zaman ki Avrupa sorumlumuz Şahin Arkadaş’tı. Şahin Arkadaş açıklayabilir. Belgeler var. Bazı askerler gittiler görüşmeler yaptılar. Bazı siviller gittiler görüşmeler yaptılar. Şimdi isimlerini tartışıyorlar. Selim Okçuoğlu, birisi Balıkçı diye çıkmış ben içindeydim diyor. Ne kadar öyle bilmiyoruz. Bunlar tanınanlardı. Bazı albaylar vardı. Önder Apo savunmalara yazdı da. Önder Apo, İmralı’dan belgeler arşivdedir çıkarılsın dedi. Bazı belgeler basında yayınlandı da. Ordu içerisinde, yönetim içerisinde PKK’ye şu güvence verilmişti: Siz öncülük edin, ilk adımı atın, ateşkes ilan edin biz sonunu getirelim. Bu güvence, söz üzerine 1 Eylül 1998 ateşkesi yapıldı. Ateşkesten sonra durum, ateşkese dayalı barışçıl çözüm gelişmedi, tam tersine uluslararası komplo bu ateşkese dayatıldı. Komplonun arkasında ABD yönetimi vardı. Clinton yönetiminin bizzat planlayıp, yürüten güçtü. Bunun yardımcıları söylüyorlar aleni bir şekilde. Bütün NATO güçlerini, bütün çevreleri, devler, örgütleri harekete geçirdi. Gerçekten de bir uluslararası komploydu. Öyle bir gücün, üç gücün değil, hemen hemen bu işle ilgili herkesin etkilenerek PKK’ye karşı saldırıya yöneltildiği bir durum söz konusuydu. Bu en başta Güney Kürdistan yönetimi bu konuda saldırıya öncülük yaptırıldı. 17 Eylül Washington anlaşmasıyla KDP ve YNK bir araya getirildi. Bu anlaşma aslında Uluslararası Komplo’nun düğmesine basma anlaşması da oldu. Bunların hepsini biz biliyoruz. Böyle bir durum 9 Ekim Komplosu’na ve 15 Şubat Komplosu’na gitti. Ne oldu böyle durumda? Biz ateşkes ilan edilince örgüt olarak şunu biliyorduk. Çift taraflı ateş oldu. Karşılıklı güvece vardı. Ama ardından Uluslararası Komplo geldi ve İmralı sistemine kadar gitti bu. Niye böyle oldu? Bunları sorma, tartışma durumumuz olmadı, ama savunmalarda Önder Apo cevapladı. Net değil bu konudaki görüşleri. Kesin değil. İki olasılığa yer veriyor. Diyor; ya güçsüz kaldılar diyor. Bir gruptular hakim olmadılar, sürdüremediler. Özal Ekibi gibi tasfiye oldular. Söz verdiler karşılık veremediler. Etkisiz kılındılar. Ya da bir oyundu diyar. Biz biliyoruz Özal etkisiz kılındı. Erbakan etkisiz kılındı. Bunun örnekleri var. Belki onlarda böyle olmuştur. Ama bilemiyoruz, o çok netleşmedi. Ama gerçekten onlar da mı etkisiz kılındı? Yoksa bu bir oyun muydu? PKK’yi ateşkes ilan ettirip, aktif mücadeleden geri çekerek, halkın mücadelesini zayıflatarak uluslararası komployu başarıya götürmek üzere başta planlanmış bir oyun muydu? Onu bilemiyoruz, orası netleşmedi. Her iki olasılık da mümkündür, geçerlidir. Netleşmemiş bir durumdur. 1 Eylül 1998 ateşkesinde böyle ortaya çıktı, yani zemini vardı aslında. Biraz demokratik bir yaklaşım olsaydı, biraz iradeli bir güç olsa, öngörülü bir güç olsaydı, o zaman sonuçlandırır, bu geçen 15 yıl böyle geçmezdi. 98’den bu yana 15 yıl geçti, bu 15 yılda ne kadar Türkiye kaybetti? Kazandı mı? Ne kadar insanını kaybetti. Ne kadar enerjisini, parasını, zamanını kaybetti. Kürtler de kayıp veriyorlar, direniş içindeler, ama zaten Kütler için başka bir yaşam söz konusu değil, yine de var olma direnme bu biçimde gerçekleşti. Var olma ve direnme bu biçimde gerçekleşti. Varlık özgürlük arayışı bu direnişle ortaya çıkıyor. Bu gün bile Kürt sorunu varsa, hala Kürtler Kürt olarak anılıyor ve muhatap alınıyorlarsa PKK direnişi sayesindedir. PKK olarak alınıyorlar, PKK dışındakiler de PKK’ye karşı alınıyorlar. O bazı PKK’nin yeminli düşmanları var, çıkartılıyor Televizyonlara şuraya bura çıkartıyorlar. Hata gidip Tayip Erdoğan ile bile görüşebiliyorlar. PKK’ye karşı mücadele gereği olarak görüyor. Bütün bunların hepsi PKK sayesinde oluyor. Herkes PKK, Apo pirimi yiyor. Demek ki bu direnişle Kürtler sağlıyor. Bunun dışında yolları yoktu. Ama Türkiye ne kaybetti 15 yılda? Ne kadar ilerledi, gelişti potansiyele rağmen? Yoktur. Şimdi Ortadoğu’da dışlanan bir ülke haline gelmiş durumda. Halbuki Ortadoğu’ya yön veren, yüz yıllarca Ortadoğu’yu etkileyecek yeni bir demokratik Türkiye olabilirdi Kürt sorunun çözümü temelinde. Çok şeyini kaybetti. Gücünü, insanını, enerjisini, maliyesini, zamanını kaybetti. Komployu yapanlar belki grup olarak kazandılar, ama Türkiye’ye kaybettirdiler. Kim yaptı? Kim örgütledi? Biz biliyoruz. Amerika var. NATO, Gladyo var arkasında. Türkiye’de buna alet olanlar kimler? Bunun görelim. Demek ki, aslında bu 1 Eylül 1998 için girişimde bulunanlar, ister başarısız kalmış, güç getirememiş olsun, isterse bunu oyun olarak yapsınlar, aslında sürece müdahale eden Süper NATO oldu. ABD oldu. ABD; NATO ve İsrail ittifakı. Kapitalist modernitenin öncülüğü, önderliği sürece müdahale etti. demek ki Kürt sorunun çözümünü onlar istemiyor. Demek ki mevcut Kürdü, Kürdistan’ı bölen, Kürde inkar ve imhayı öngören siyaset anların siyaseti, sistem onların sistemi. Bu açığa çıktı. Türkiye’de buna alet olanların hepsi aslında bu siyaseti yürütenlerin hepsi aynı anlama geliyor. Onların bir uzantısıdır. Dış güçlerin hizmetindedirler. Diyorlar ki PKK acaba hangi güç yönetiyor, ayakta kalıyor? Onun yerine bu duruma baksalar daha iyi olur. Kürt sorununu yaratan ve Kürtler üzerinden inkar ve imha siyasetini yürüten güçler kime hizmet ediyorlar? Çünkü Kürdistan’ı bölen, Kürt inkar ve imhasının sistemini geliştiren Küresel Kapitalist sistemin ta kendisidir. Eskiden İngiltere ve Fransa bunu yürütüyorlardı, oluşturuyorlardı. Daha sonra İngiltere-Amerika, İsrail yürütüyorlar. Şimdide hala onlardır. Kürt sorununu çözmeyen, Kürdistan üzerinde soykırım rejimini yürüten herkes aslında bu dış güçlerin çıkarına hizmet eden, onların uzantısı konumunda olan bir durumu yaşıyorlar, bunu herkes görmeli.

Uluslararası komplo süreci nasıl gelişti?

O zor bir durumdu tabi. Onu ben net söyleyebilirim. Komplo karşısında gerillanın, örgütün, halkın genel tepkisi biliniyor. Güneşimizi karartamazsınız, bir fedai direnişi geliştirildi. Öncesinin durumu anlamazlığı, önderlikten uzaklığı ayrı bir durum. 15 Şubat Komplosu’yla birlikte bütün bunların hepsi giderildi. Hareket bir bütün olarak, yine halk hareketin etrafında komploya karşı topyekun direnişe geçti. Bu direnişin nasıl bir gerilla ve halk mücadelesiyle geliştirdiği, ne tür olaylarla sürdüğü biliniyor. Bunlara Önder Apo müdahale etti. Etmeseydi Türkiye yanardı gerçekten. Sadece Türkiye değil, Kürtler olduğu yerde herkes, her şeyi yakarlardı. Çünkü kendileri için yaşam gelecek şeyi yoktu. Bunu herkesin bilmesi lazım. Buna Önder Apo müdahale etti, önledi, yön verdi. Başka hiç kimse de bu durumu değiştiremezdi. Bu süreç, İmralı yargılamasına gitti. Öyle bir durum ortaya çıkınca biz hareket olarak biraz anlamaya çalıştık, fakat gerilladaki öfke ve tepki devam etti. Yargılama ardından, acaba durum nasıl götürülecek diye? Anlamaya çalışırken, Önder Apo’nun önerisi geldi. Bize resmen öneride bulundu. Şimdi bilmem avukatları falan yargılıyorlar, suçluyorlar, tutukluyorlar. Ama o zaman bunlar izinli oluyordu. Ateşkes ilan edelim, güçleri geri çekilişi olsun biçiminde biz toplandık, 99 Temmuzunun ortasında bu durumu değerlendirdik. PKK merkezi olarak ne anlama geliyor? Ne yapabiliriz? Nasıl bu öneriyi uygulayabiliriz? Belli bir karar planlama ortaya çıkardık. Biz kararlarımızı, planımızı Önder Apo’ya illettik. 2 Ağustostaki, ateşkes ilanı ve güçlerin 1 Eylül'den itibaren sınır dışına, Güney Kürdistan’a çekilme çağrısı bu karar temelinde geldi. Biz hareket olarak bizim verdiğimiz karar, güvence temelinde Önder Apo çağrı yaptı. Biz de ardından yönetim olarak bu çağrıya katıldığımızı, onun gerekliliklerini yerine getireceğimizi güçlerimizi geri çekeceğimizi kamuoyuna deklere ettik, ilan ettik. Yeni bir süreç çekilme bu temelde gelişti. Fakat bu zor oldu. Onu söylemek istiyorum. Bu karara tepkiler oldu. Reddeden, kabul etmeyen çok zorlanan, farklı farklı tepki gösteren çok sayıda olay ortaya çıktı. Arkadaş grupları grupları oluştu. Zor bir süreçti, zaten biz böyle bir öneri geldiğinde ona karşı cevabı tartışırken, şunu da illettik açıkça. Yani biz katılıyoruz, uygulanmasını isteriz, ama şu bilinmeli ki, biz bu kararı hayata geçiremeyiz yönetim olarak. Buna gücümüz yoktur. Biz gerilla, özgür ve halk dinlemez. Savaş yaptırabiliriz, komploya karşı gerillanın ve halkın direnişini her türlü yöntemle, her alanda geliştirebiliriz, bunun yönetimi olabiliriz, buna gücümüz var. Ama yeniden ateşkes yapmak, gücü sınır dışına çekmeyi biz örgüte kabul ettiremeyiz. Bunu yaptıracak tek kişi var, Önder Apo. Eğer çalışabilirse, bu koşulları olursa, çaba harcarsa yapabilir. Bizim yönetim olarak gücümüz yetmez. Doğrusu da oydu, zaten. Dolaysıyla biraz fırsat tanındı, Önder Apo açıklama ve çarılar yaptı. Ona rağmen birçok tepki oluştu. Yine de Önder Apo çağrı yaptığı için tepki azdı. Sınırlı oldu. Zayıf oldu, onları aşma gücü gösterildi. Yoksa öyle bir dönemde, eğer Önder Apo’dan o açıklama, çağrı gelmeseydi bizim yönetimimizin 2 Ağustos 99 ateşkesini geliştirme, uygulama, gücü geriye çekme kesinlikle mümkün değildi. Zaten kimse onu kabul edemezdi, kendisi etmezdi. Kabul etse de uygulayamazdı. Gücü yoktu, dolaysıyla fırsat tanıdılar. Aslında devlet yönetimi o konuda, yine bir ikiyüzlülüğü yaşadı. Fırsat tanıdılar Önder Apo’ya, çağrılar yaptı Önderlik, bu temelde gücü çekmek istedik. Bu sefer de her alanda operasyonlar geliştirdiler. Geri çekilmek isteyen gücü imha etmek, ezmek için her türlü saldırıyı da yaptılar. Böyle bir ikiyüzlülüğü gösterdiler. Biz o konuda da gafil alfandık. Nasıl olsa Önder Apo çağrı yapıyor, böyle bir geri çekilmedir, herhalde bunun önünde engel oluşturulmaz, operasyonlar sürdürülmez diye veya hafifletilir diye beklerken, tersi oldu. Bazı yönetimlerimiz bu konuda daha çok boşlukta bulundular, bedellerini ağır ödedik. Bu 2 ağustos ateşkes çağrısı da böyle gelişti.

Tam bilanço veremem o konuda. Çünkü biz tam araştırma yapmadık. Bir de kayıpları tümüyle sadece şehit düşme olarak değerlendirmemek lazım. Öyle değildi, çünkü o dönemde tabi çatışmalar oldu şehitler verdik. Ama sadece bu olmadı. Onun dışında da tutuklanmalar oldu. Diğer yandan tepkiyle uzaklaşmalar oldu. Yani kayıp bütün bunların toplamı olarak ortaya çıktı. Sanıyorum iki yüz civarı şehidimiz vardı. Yine çok sayıda tutuklama vardı o dönemden kalan, bir de kopuşlar oldu öyle tepkiyle normal beş yüze çıkabilir. Genel rakkam olarak beş yüz verebiliriz. Niye böyle diyorum çünkü hala bazı kişilerden haber yoktur. Bilemiyoruz, şehit mi düştü, tutuklu mudur, yoksa başka yerlere mi gitti? Bilinmeyenler var, yani netlik sağlayamadık. Ne oldu, nasıl oldu? Çünkü o zaman bugünkü gibi bir ortam yoktu. Çatışmaların sonucunu tam alamıyorduk, birçok yerde güç hareketliliği vardı çekilme vardı. Çatışmalar oluyordu, olaylar yaşanıyordu sonuçları tam nasıl oluyordu belli değildi yani bilinmiyordu. Bazı guruplar çatışıp kayboldular mesela. Hep tutuklandılar mı? Silahı bırakıp gittiler mi? Bilemiyoruz yani. Böyle durumlar yaşandı tabii iki bine kadar yaşanan şeyi dikkate alırsak sadece doksan dokuzla değil iki binle birlikte oluyor, yani beş yüz civarı böyle şehit, tutuklu yoldaşımız var. Yer yer kaybolan kendi yaşamı peşine giden gidenler var böyle bir güç kaybı yaşadık.

Bu süreçte örgüt yönetimi olarak güçlere kesinlikle çatışmaya girilmemesi talimatı verdiğiniz söyleniyor. Bundan kaçınılması Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın konumunu tehlikeye sokacak endişesiyle gerillaların buna cevap vermemesi, ısrarla çatışmalardan kaçınması bu yüzden kayıpların fazla bir şey söyleniyor?

Şimdi onlar çok yani bence şeyler değil, gerçekçi değil, spekülasyonlar, yani biz o süreci mümkün olduğu kadar planlı yürütmeye çalıştık. Yani bir anda uygulayamazdık zaten o kadar gücü her hangi bir anlaşma olmadan bir anda böyle çekemezdik, askeri kurallarla geliniyordu, önüne pusular atılıyordu. Aylarca sürüyordu bu. Geliş bir güz dönemiydi bir hattan bir-iki gurup gitti mi üçüncü gurup gidemezdi. Aşırı bir riskti zaten kış bastırıyordu. Dolayısıyla bu işlerin nasıl olacağı konusunda önemli bir tartışma, değerlendirme içerisinde olduk. Planlama içinde olduk fakat pratik uygulamada ciddi zaaflıklar çıktı. Yani gücün pratikte çekilişini organize eden yönetimimiz o zaman karargâhta olanlar doğru yönetmediler, hiç tartışmamışlar hiç anlatmamışlar ne olduğunu ne kararı aldığımızı niçin böyle olduğunu kimseye söylememişler dolayısıyla yani bilinçsizlikten dolayı her kez kendine göre anlayıp yorumlayarak ona göre bir tutum içine girdi. Ondan kaynaklanan hususlar vardır. İçerde kuzeyde bu geri çekilişi örgütleyen yönetimlerimiz bu biçimde birlik olamadılar tam bütünlüklü hareket edemedi ana karargah tarafından yönlendirilemediler, yani iyi organize etmediler, kendine göre anladılar, biraz gayrı ciddi disiplinsiz tutumlar ortaya çıktı. Böyle bir süreçte genel tutum oydu. Zaten bir savaşma durumumuz yoktu mümkün olduğu kadar çatışmasız geri çekilme durumu vardı. Ama şu da bildiğimiz bir durumdu yani bir anlaşmamız yoktu. Devletle bir anlaşma olunduğu konusunda Önder Apo bize her hangi bir bilgi vermemişti. Öyle bir şey yoktu. Bu öneri Önder Apo’nun önersiydi, biz tartıştık, kararlaştırdık kabul ettik. Planlayıp uyguladık Önder Apo da katıldı. Çağrılar yaptı bizde o çağrılar temelinde uygulama yürüttük. Bunun böyle devletle her hangi bir uygulaması yoktu. Yani biz bunu askeri düzen disiplin içinde bunu yapacaktık. Bu bakımdan da örgütlü disiplinli yürütülmesi askeri kurallara göre yürütülmesi konusunda yönetimimizin tabi uyarıları vardı kararları vardı. Onu biliyorum ama uygulayanlar bunu yapmadı. Bu ne kadar söylense de, bunu doğru bulmadılar sanki biz kendilerini yanıltıyormuşuz gibi düşünenler oldu yani aslında anlaşma varda biz kendilerinden gizliyoruz. Açığa vurulmuyor biçimin de çok fazla ön yargılı kendine göre subjektif yaklaşımlarla olayları değerlendirdiler. Kimisi dedi zaten işte anlaşma olmuş, kimisi dedi savaş bitmiş şey kalmaz. Bu bakımdan askeri düzeni, disiplini, kuralı bozan davranışlar çok oldu. Bu konuda işte yeterince geri çekilişi örgütleyen komutayı, bilgilendirmeme durumunun ana karargahtan yaşandığını biliyoruz. Yani yeterince bilgi vermemiş tartışmamışlarda arkadaşlarda gerçek durumu bilemez kalmışlardı. Yani çok basit bir biçimde gelin diye gayrı ciddi bir tutum ana karargah görevini yürütenlerce gösterilmişti. Bunu fark ettiğimiz için daha sonra müdahale ettik zaten. Bazı tartışmalar yürüttük, o durum kısmen aşıldı. O muğlaklık kendine göre değerlendirmeden durumu yeterince bilmemeden kaynaklanan muğlaklık ve yetersiz disiplinsiz hareketler kısmen aşıldı ama yinede tabi sorunlar vardı. Farklı anlayışlar vardı, kendine göre tutumlar vardı. Tepki gösteren farklı tutumlar içine girenler yine oldular yani.

1 Haziran kararını almaya götüren sürece nasıl girildi?   

Önder Apo ile görüşmeler dışarıda olduğu gibi içerde daha fazla sürdü. Bu görüşmeler sadece İmralı’ya gittikten sonra ortaya çıkan bir olay, süreç değildir. Dışarıda da oluyordu. İşte Özal döneminde başladı, Erbakan döneminde ilişkiler oldu, daha sonra 98’de ilişkiler vardı. Yani belli bir biçimde diyalog durumu çok düzensiz, sistemsiz de olsa sürüyordu. Şimdi bu, İmralı’ da daha da yoğun olarak sürdü elbette. Geri çekilme durumunu Önder APO önerdi. Önder APO, “kimse bana bunu söylemedi. Tersine geri çekilmeyin dediler. Öyle öneride bulunanlar oldu” diye ifade etti. Biz onu biliyoruz. Fakat görüşmeler, diyaloglar, tartışmalar şey olarak vardı doğaldır yani. Bir süreç yönlendiriliyordu, bir de oldukça yoğun bir mücadele süreciydi. Aslında taraflar diyalog içinde olmak durumundaydılar. Ama bu şu anlama gelmiyor. Ortak görüşteydiler, anlaşmışlardı, ortak yürüttüler. Hayır! Birbirine karşı mücadelenin bir gereği olarak o vardı. Böyle bir yaklaşım içerisinde İmralı koşullarına dayanarak Önder Apo’yu siyasi olarak tasfiye etmek istiyorlardı. Nasıl ki Erbakan’ı siyasi olarak bir biçimde tasfiye ettilerse işte çeşitli şeyler uygulayarak AKP’yi içinden çıkartıp bir ihanet geliştirerek siyaseten etkisiz kıldı perişan ettilerse, Önder Apo’yu da aynı duruma getirmek istiyorlardı. Çünkü idam edemediler. Ona güç yetiremediler. Ne sistem onu göze alabildi, ne Türkiye yönetimi göze alabildi. ABD sistemi de göze alamadı. Komployu örgütleyip yöneten ABD’nin o zamanki dışişleri bakanı, “bu kadar tepki beklemiyorduk” dedi. Kürt halkının ve PKK’nin gösterdiği tepkiden ciddi bir biçimde ürkmüşlerdi. Eğer idam etmeyi göze alamadılarsa bundan duydukları korku nedeniyle oldu bu. Bunun yol açacağı zararı göze alamadılar. Türkiye’ye de aynı durum tavsiye edildi. Eğer Ecevit hükümeti İmralı mahkemesinin verdiği idam kararını uygulamaya koymadı, meclise göndermediyse idam etmenin kendileri açısından çok daha zararlı olacağını düşündüğü için, böyle bir karara vardığı için bunu yaptı. Yoksa Önder Apo’yu yaşatmak, PKK’yi örgütleyip geliştirmek için falan değil. Çok iyi biliyorlardı ki ondan sonra bir Kürt’ü artık kendi yanlarında tutamazlar, kendilerini bir Kürde dinletemezler. Sonu gelmez bir Kürt-Türk çatışması ortaya çıkar. Türk-Kürt kopuşu kesinlikle gerçekleşir. Bunu böyle gördükleri için fiziki imhayı, idamı göze alamadılar. Ama PKK ve Kürtleri var olarak da kabul etmediler. Böyle bir değerlendirme içinde olmaları onların imha ve tasfiyeden vazgeçtikleri anlamına gelmiyor. Fiziki imha yerine siyasi imhayı koydular. Nasıl ki Özal’ın fiziki imhasını, Erbakan’ı da siyasi imhayla düşürdüler, Önder Apo üzerinde uygulanmak istenen de oydu. İmralı’daki sistemin esası buydu. Dolayısıyla İmralı’daki diyaloglar, görüşmeler aslında bu temelde bir mücadeleydi. Onlar İmralı sitemi içinde düşünemez kılıp düşünce üretemez, örgütü gelişemez duruma düşürerek zamana yayılmış bir çürütme politikasıyla PKK’nin dağılıp, parçalanıp erimesini ve tasfiye olmasını bekliyorlardı. Umutları, hesapları buydu. O biçimde İmralı tecridi, işkencesi altında Önder Apo’yu tutarak etkisiz kılıp PKK’yi buna dayalı biçimde tasfiye etme umudunu taşıdılar. Diyaloglar tartışmalar bunun içindi ve biz bunu baştan biliyorduk. Böyle bir durumda bu mücadeleyi kabul ederken de Önderlik ve parti yönetimi olarak biz bunun bilincindeydik. Bazı çevreler bizi bu konuda eleştirdiler, “işte bakın, sizi tasfiye etmek istiyorlar, aslında niyetleri kötüdür, idam etmiyorlarsa bu PKK’yi desteklemek anlamına gelmiyor, gücünüz bitecek, savaşı sürdürün” dediler. Bu yönlü çok eleştirilere maruz kaldık. Biz onlara şu cevabı verdik: “Doğru, biz de biliyoruz bunu, onların amacı budur; ama biz farklı bir mücadele yöntemiyle de onları boşa çıkartabiliriz. Buna gücümüz var Önderlik olarak parti olarak bu güce dayalı bir biçimde başarıyla bu mücadeleden çıkabiliriz” dedik. Onların aklı bunu almadı. Nasıl olur, diyorlardı. Bir cezaevinde bu nasıl olabilir, bu kadar tecrit altındaki bir kişilikten daha ne beklenebilir? Ama en büyük devrim, o ortamda yaşayan kişilikten geldi işte. Kendileri gibi değerlendiriyorlardı aslında. Önder Apo’yu da PKK’yi de kendilerine göre değerlendirdikleri için İmralı mücadelesinden kesinlikle başarıyla çıkılamaz, İmralı’da bir mücadele olmaz, bu bir oyundur, PKK aldatılıyor, kandırılıyor diye birçok çevremiz aslında Kürt çevre böyle serzenişte bulundu. Hayıflandılar, yapmayın-etmeyin diye. Onlara göre olmazdı tabi. Ama Önder Apo o koşulda da ben bu işi yaparım, bana bir şans tanıyın güvenin, dedi. Biz yönetim olarak, hareket olarak, halk olarak bu isteme evet dedik. Güvendik ve birlikte mücadele etmeye karar verdik. İmralı mücadelesi böyle gelişti. Bizim de o ortamı kabul etmemiz, o koşullara rağmen biz düşünce de üretiriz, siyaset de üretiriz, eylem de üretiriz, ayakta da kalırız ve bu mücadeleyi bu koşullarda da başarıyla yürütebiliriz değerlendirmesine dayanıyordu. Bunda Önder Apo’ya ve kendimize güvendik. Çok değişik yöntemlerle mücadele ederek sonuç alacağımıza inandık. O dönemde süren şeylerin hepsi bu mücadele temelindeydi. Sonuç ta aldık, hareket gelişti, kitle tabanımız gelişti, genişledi. Biz siyasi mücadele yöntemiyle daha etkili olan bir hareketiz. Aslında bazıları sanıyorlar ki PKK şiddetle etkili oluyor. Evet, silahlı mücadele de yürütüyor. Yerinde, zamanında yürütülen siyasi, silahlı mücadele halkı eğitiyor, bilinçlendiriyor, örgütlüyor. Kürdü kendine getirdi gerilla. Bunu herkes böyle kabul etmek zorunda. Bunu kabul etmeyen, esas almayan bir Kürt, Kürt de olamaz, yurtsever de olamaz. Bunu net söyleyelim. Ama yani PKK tabancayla doğmadı, kurşun sıkarak örgüt olmadı. 1972’de, 73’te fikirle doğdu, tartışmayla doğdu. 1978’e kadar her şeyi tartışmaydı. Parti olana kadar bir tabancası bile yoktu, bir kurşunu bile yoktu. Öğrenci burslarıyla mermi, Laz yapımı tabanca alıp kendini savunmaya çalışıyordu. O zamanın sol gurupları -buna Kürt örgütleri de dâhil- “biz silaha bulaşmadık” diyen Kürt örgütleri de dâhil- hepsinin silahı PKK’nin beş katı, on katıydı. Bu bir gerçek yani. Niye şimdi gerçekleri herkes gizliyor, biz anlayamadık. PKK düşünceyle var oldu. PKK propagandayla, siyasetle kendisini örgütledi, geliştirdi. Ama karşı taraf şiddetle saldırıp silahı dayatıp yok etmek istediği zaman, ona karşı silahla kendini savunma cesaretini, gücünü, yiğitliğini de gösterdi. Diğerleri bunu göstermediler. Aradaki fark budur. Bu farkı herkes iyi koymalı, görmeli. Onun için 2000 başında da siyasi mücadeleyle bu iş yürür mü İmralı koşullarında? Yürür, dedik biz. Siyasetle de yürütürüz, propagandayla da yürütürüz. Çünkü biz haklıyız, doğru bir siyaset yürütüyoruz. Soykırıma karşıyız, insanlığı temsil ediyoruz. İnsanlar bizi anlar, biz kendimizi insanlara anlatabiliriz. Bu konuda karnımızı doyurmak, çiftlik kurmak, çıkar sahibi olmak için bu mücadeleyi yürütmüyorduk. PKK bir fedai örgütüdür. Hiçbir üyesine, mensubuna en küçük bir imkân yaratmış değildir. Sadece bir özgürlük mücadelesine kendi gücünü vermek isteyen insanların gelip katıldığı böyle bir mücadele etme fırsatı, şansı bulduğu bir örgüt oluyor. Onun dışında her hangi bir şey yoktur. İşte bunu bilmiyorlardı, herkes kendine göre bakıyorlardı. PKK’nin farkını göremiyorlardı. PKK ise kendi farkını bildiği için o farktan kaynaklanan gücüne güvendiği için İmralı koşullarında da mücadele etme, sonuç almayı imkân dâhilinde gördü, ona cesaret etti. Böyle bir mücadele içine girdi. Önder APO’nun bu temelde başarılı olacağımıza dair görüşüne katıldı, inandı. Çünkü gücüne güvendi, Önderliğin gücüne güvendi. Kendi militan duruşun, fedai yaşamın gücüne güvendi. Bu sonuç ta verdi. Hiç kimsenin olur vermediği gelişmeler bu süreçte de yaşandı işte. Siyasetle de gelişmeler yarattık aslında. Fakat sonuç ne oldu? Biz siyasetle de gelişme yaratıp Kürt sorununun demokratik siyasi çözümünün önünü açar, zeminini ortaya çıkartırken, karşı taraf TC Hükümetleri böyle yaklaşmadılar. Ecevit hükümeti kısmen çok böyle sosyal demokrat bir çizgide yaklaşım gösteriyordu. Muğlâktı, belirsizdi. O düşüp yerine AKP iktidarı gelince AKP hiç bu konuları üstlenmedi bile. Zaten gerçekten de bu mücadele içinde yoktu, bedavadan iktidar oldu, boşluğu değerlendirdi. Dışarıdan bazı güçler “yürü ya kulum” dediler Tayip Erdoğan ve arkadaşları yürüdü. Hükümeti böyle ucuz ele alınca sanki böyle bir sorun yokmuş gibi bir yaklaşım içine girdiler. Süreci doğru değerlendirmediler, PKK’nin uzun süre İmralı işkence sistemine katlanarak en zor koşullarda yaşayıp çalışarak Kürt sorununun barışçıl siyasi çözümü için ön açıcı tutumunu, yarattığı zemini doğru değerlendirmediler kullanılmadı işte. Tersine çürütme politikasına bel bağlandı, süreç bu biçimde uzatılmaya çalışıldı. Alttan alta PKK’yi dağıtma, parçalama, eritme, tasfiye etme çabası içinde oldular. Bazı provokatörleri öne çıkardılar, içten provokatif-tasfiyeci grup, eğilim ihaneti geliştirip PKK’yi Önderlik çizgisinden kopartarak, dağıtıp parçalayarak yok etme hevesine kapıldılar. 2002’den itibaren bu kısmen gelişti. 2003’te, özellikle ABD’nin Irak müdahalesi ve Bağdat’ı ele geçirmesiyle birlikte hem Irak’taki durum hem de Güney Kürdistan’daki durum bu tür tasfiyeci eğilimlere yaşama imkânı, fırsatı sununca bu tasfiyeci dayatmayı daha çok ileri götürdüler. Bu bir saldırıydı aslında. Dıştan imha amaçlı saldırı kadar tahripkar, zarar verici bir saldırıydı. Buna karşı direnmek, mücadele etmek gerekiyordu. ABD şiddet kullanıyordu, AKP şiddet kullanıyordu, PKK’ye de “sen şiddet kullanma” diyorlardı. “Biz seni dağıtacağız, eriteceğiz, kandıracağız, satın alacağız, insanlarını yok edeceğiz; ama sen hiç ses çıkartma, bize bir şey deme, bizim kaçırttıklarımıza da dokunma. Yani ölmeye razı ol,” demek istediler.

PKK bunu reddetti. Öyle ki artık bu yaratılan siyasi çözüm zeminini değerlendirmeyeceği, tersine; bundan yararlanıp imha ve tasfiye etme peşinde koştukları, uluslararası komplonun hala bu biçimde devam ettirilmek istendiği açığa çıkınca, buna karşı tavır olarak tabi 1 Haziran 2004 direnişi gelişti. Zaten aynı ABD yönetimi tıpkı nasıl ki 15 Şubat Komplosu ardından gelişen halk tepkisi karşısında “bu kadar tepki beklemiyorduk” dediyse, bu ihanetin etkisizleştirmesi karşısında da dönemin ABD dış işleri bakanı işte “tam başarılı olamadık, ancak yarı yarıya başarılı olduk, PKK’yi yarı yarıya etkisizleştirdik” dedi. O saldırıyı yürütenin de kendileri olduğunu itiraf ettiler. Önder APO’ya dönük uluslararası komplo, uluslararası takip nasıl bir ABD ürünü idiyse, Botan-Ferhat çetesinin PKK içerisinde bu biçimde saldırıya geçirilmesi de bir ABD ürünüydü, ABD modeliydi. Güney Kürdistan’da, Irak’ta şişirdiler, imkan verdiler, yaşama olanağı, para verdiler; gidin PKK’yi yıkın, dediler. Bu kadar açık bir ABD saldırısıydı. Doğrudan ABD dışişleri bakanının yönetimi altında bir ABD projesi olarak yürütülüyordu. Sonucunda da “yarı yarıya başarılı” olduklarını söylediler. Dolayısıyla imha ve tasfiye amacından vazgeçmedikleri ortaya çıktı. Değil o koşulları demokratikleşme ve Kürt sorunu çözümü yönünde kullanmak, tam tersine; PKK’nin imha ve tasfiyesi için kullanmak istediler. Bu netleştikten sonra da PKK’nin de buna karşı tavrı yeniden direnişe geçmek oldu. 1 Haziran 2004 bir gerilla direnişi değildi aslında. Bütün bu ortamı değerlendirmeyen, tersine, bunu PKK’nin imha ve tasfiyesine, dolayısıyla Kürt soykırımının gerçekleştirilmesine yöneltmek, bu temelde kullanmak isteyen yaklaşımlara karşı Kürdistan özgürlük hareketi ideolojik, politik, askeri bütün alanlarda yeni bir direniş sürecine girdi. 1 Haziran 2004 direnişine böyle gelindi.

Yeni bir değerlendirmeydi bu tabi. Bölgedeki gelişmelere Irak’taki gelişmelere AKP iktidarının durumuna karşı yeni bir değerlendirmeydi. Yeni bir ideolojik duruştu. Siyasi mücadele daha etkili geliştirildi bir Haziran 2004’ten sonraki sürecin en etkili mücadele yöntemi demokratik siyasi mücadele oldu. Her tarafta halk serhıldanları gelişti, her yıla her döneme onlar damgasını vurdu. Zaman zaman gerilla direnişi de gelişti. Yani gerilla da demokratik siyasetin tıkandığı zayıf kaldığı yerde ön açmak üzere devreye girdi. Demokratik siyaseti savundu aslında halkın demokratik mücadelesini savunan koruyan bir rol oynadı. Bir Haziran böyle bir direniş durumudur. Yani PKK’nin Kürt sorunun demokratik siyasi çözümü ve Türkiye’nin demokratikleşmesi için ateşkes ilan edip zemin yaratarak oluşturduğu elverişli ortamı doğru değerlendirmeyen tersine PKK’nin tasfiyesi amacıyla kullanmak iste yen siyasete karşı PKK yeni bir mücadele direniş süreci içine girmiş oldu. Bundan daha doğal bir durum da olamazdı. Yoksa o durumun sürmesi zaten PKK’nin tasfiyesi olacaktı.

 

Karasu ile 1993'ten günümüze ateşkes süreçleri :

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, 1993 yılındaki ilk ateşkesten günümüze tek taraflı ateşkesleri, devletle görüşmeleri, bu süreçlerin hangi koşullarda geliştiği ve nasıl sonuçlandığını değerlendirdi.

ANF ve Yeni Özgür Politika'ya konuşan Karasu, Türk devletinin Öcalan ile vardığı mutabakat çerçevesinde belirlenen üç aşamalı çözüm planına göre adımlar attıklarını söylerken, ateşkes ve gerilla güçlerinin geri çekilmesinin de bu kapsamda olduğunu ifade etti.  AKP'nin hem kafasının karışık olduğunu hem bütünlüklü bir duruş göstermediğini kaydeden Karasu, "PKK'yi ezemiyorlar! Önlerinde iki politika var; ya oyalayacak ya da çözecek. Bunlardan hangisine girecek, daha belli değil. Yakında netleşecek" dedi.

AKP’nin çözüm politikası olduğuna inanarak veya çözüm politikası olduğunu düşünerek bu işin içine girmediklerini vurgulayan Karasu, "Demokratik siyaset sürecine sokarak AKP’yi ve devleti bir çözüme zorlayacağımızı, bu mücadele gücüne sahip olduğumuzu düşünüyoruz" diye konuştu.

KCK Yürütme Konseyi Üyesi Mustafa Karasu, her zaman Kürt sorununun siyasal demokratik çözümüne hazır olduklarını hatırlatarak, geçmiş dönemlerde Türk devletinin zihniyetinin buna hazır olmadığını dile getirdi. Karasu, "Biz kesinlikle Önder Apo'nun ortaya koyduğu projeye bağlıyız. Bu çerçevede de AKP'nin adım atmasını istiyoruz. Herkesten, bütün demokrasi güçlerinden, bütün çevrelerden de AKP'nin adım atması için demokratik duruşlarını, tutumlarını güçlü ortaya koymalarını istiyoruz" dedi.

1984 yılında başlayan silahlı mücadeleden sonra 1993'te ilk ateşkesi ilan ettiniz. İç ve dış koşullar sorunun demokratik çözümüne ne kadar hazırdı?

Önder Apo, 1988'de M. Ali Birand ile yaptığı bir röportajda açıkça şunu söylüyordu: 'Türk devleti bir memuru bile olsa göndersin, görüşelim'. Yani bu sorunları tartışalım diyerek kendisinin çözümden yana olduğunu ortaya koyuyordu. Daha o zaman sınırlara dokunmadan da Kürt sorununun belirli bir demokratikleşme temelinde çözülebileceğini belirtmişti. Bu röportajdan sonra birçok gazeteci gelip Önder Apo ile görüşmüştü. Önder Apo bütün bu görüşmelerde Kürt sorununun makul demokratik çözümünü istiyordu. Bu yönüyle 93'ten önce de defalarca Önder Apo'nun çağrıları vardı; fakat o güne kadar bu çağrılara cevap bulamamıştı. Bir de ilk dönemlerde bu hareketi kimse ciddiye almıyordu. Ama 90'larda serhıldanlar gelişip savaş büyüyünce artık Türkiye'de Kürt sorunu ilk defa birçok boyutuyla tartışılmaya çalışıldı, tartışmalar boyutlandı. Öyle ki basında Kürt sorununun demokratik temelde çözülmesi ve Kürtlerin haklarının verilmesi gerektiği konusunda birçok düşünce ortaya atıldı. Bunu dile getirenlere 'ver- kurtulcular' gibi isimler takıldı. Biraz çözümden yana olanlar böyle değerlendirildi.

1990’lı yılların başları serhıldanların ve gerilla mücadelesinin oldukça geliştiği, Türkiye devletinin zorlandığı ve Kürt sorunuyla ilgili tartışmaların yoğunlaştığı bir dönemdi. İktidarda olan ANAP ekonomiyi canlandırmak, Türkiye'yi siyasal olarak bölgede etkin kılmak istiyordu. Özal pragmatik bir kişiydi. Kürt sorununun kısa sürede çok hızlı gelişmesinin Türkiye'yi ciddi sıkıntılarla karşı karşıya getireceğini görmüştü. Bu yüzden Cengiz Çandar, Talabani ve başka aracılar yoluyla Önder Apo'ya, 'bir yumuşama yaratalım, ateşkes yapalım, bir şeyler olabilir,' biçiminde mesajlar göndermişti. Mücadelenin geldiği düzey, Türk devletini zorluyordu. Türk devleti sıkışmıştı. Hem de Kürt sorunu önemli düzeyde tartışılmış, açığa çıkmıştı. Önder Apo, eğer bir demokratik çözüm olursa, o temelde Kürt sorununda bir adım atılabilir, bir başlangıç yapılabilir ve bu bir çözüme doğru gidebilir düşüncesindeydi. Özal'ın bu yaklaşımlarına, arabulucuların girişimlerine tutarlı ve ciddi bir çözüm eğilimi göstererek ateşkes ilan etme kararı aldı.

Önder Apo ateşkes ilan etmeden önce hareketin yönetiminin görüşlerini de aldı. Böyle bir şey düşünüyoruz, ne diyorsunuz diye sordu. Biz uygun olacağını söyledik. O zaman Avrupa'ya yeni gitmiştim. İki ay öncesinde de Önderlik sahasındaydım. Önderlik "Özal ne yapmak istiyor?" diye tartışıyordu. Hatta bir süre önce biz cezaevinden serbest bırakılmıştık, 'sizi niye bıraktılar, acaba bir yumuşama belirtisi midir?' gibi değerlendirmeler de yapıyordu. Bu ortamda Önder Apo bütün arkadaşların, gerilla komutanlarının görüşlerini de alarak 17 Mart'ta tek taraflı ateşkes ilan etti.

Her türlü özel savaşın yürütücüsü olan Özal’ın Kürt sorunundaki algısını değiştiren gerçeklik neydi?

Özal, Demirel Hükümeti döneminde de önemli bir yetkiliydi. 24 Ocak Kararları'nın mimarıydı. Türkiye tarihinde faşizmi, zulmü temsil eden 12 Eylül döneminde de ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı'ydı. Bu açıdan siyasal zihniyeti, 12 Eylülcülerin zihniyetinden çok farklı değildi. Fakat ekonomist, pragmatik ve biraz da ABD'de kalmış bir kişilik olduğundan dolayı klasik devlet politikalarına yakın olsa da, bundan çabuk esneyebilecek bir karakter taşıyordu. 15 Ağustos Atılımı olduğu zaman ilk başlarda PKK'yi ciddiye almamış, kendine göre o da 'üç-beş çapulçu' biçiminde değerlendirme yapmıştı. Daha sonra savaş gelişince, ilk özel savaşı uygulayan, özel kuvvetleri kuran, koruculuğu başlatan Özal oldu. Niye? Bütün dünyada, ABD'de, başka yerlerde çıkan gerilla hareketleri özel ordularla, özel kuvvetlerle ezilmeye çalışılıyordu. Özal'ın hemen aklına gelen, özel kuvvet kurup Kürt Özgürlük Hareketi'ni bununla ezmekti. OHAL ilan edildi, koruculuk sistemi, özel ordu geliştirildi. Ama bütün bunlar sonuç almadığı gibi 90'lı yıllarda serhildanlar gelişti, gerilla büyüdü. Özal'ın dış politikası sıkıntıya girmeye başladı. Kendince Türkiye'deki belirli ekonomik sıkıntıları gidermeye çalışıyordu ve bazı adımlar atmıştı; ama hareketimiz Türk devletini büyük ekonomik sıkıntılara sokacak bir mücadele dayatmıştı. Bütün bunlar Özal'ın düşünce değiştirmesine neden oldu. Kendine göre farklı projeleri de vardı. Aslında 1. Körfez Savaşı'ndan sonra Güney Kürdistan'ı bir federasyonla Türkiye'ye bağlama gibi yaklaşımları da yansıdı. O zaman ordu buna karşı çıktı. Dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay istifa etti. Bu yönüyle dış politikada geleneksel, içe kapanmacı devlet anlayışın dışına çıkarak biraz daha yönü, ufku, vizyonu dışa dönük bir siyasi kişilikti. Kürt sorununu çözerse, hem içerde hem dışarıda önünün açılabileceğini düşünüyordu. Bu nedenle özel kuvvetlerle savaşı geliştirmek isteyen, koruculuğu, özel savaşı ilk şekillendiren Özal, 1993'e gelindiğinde, eski yöntemlerle Kürt sorununun ezilemeyeciğini gördü. Çünkü diriliş gerçekleşmiş, kürt halkı ayağa kalkmıştı. O zaman yöntem değiştirerek belirli konularda yumuşama yaparak bu sorundan kurtulmayı hedefliyordu. Özal'ın bu noktaya gelmesinin böyle bir tarihsel süreci olduğunu düşünüyorum.

Ateşkesin uzatılmasından iki gün sonra Özal’ın ölümünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Klasik Türk devletinde bırakalım Kürt sorununu çözmeyi, Kürtleri muhatap alma bile yoktur. Tabii, 17 Mart'taki ateşkes de bir muhatap almaydı. Bir nevi Türk devleti ile Kürtlerin bir siyasal diyalog içine girmesi anlamına geliyordu. Türkiye'deki mevcut klasik devlet zihniyetinin kesinlikle buna tahammülü yoktu. Kürdün adının anılmasına bile tahamülü yoktu. Onlar tamamen Kürtleri Türkleştirip Kürdistan'ı Türk uluslaşmasının yayılma alanı haline getirmek isteyen bir zihniyetin sahibiydiler. Özal'ın bu yaklaşımlarıyla birlikte devlet içinde buna karşı bir öfke, bir tepki ortaya çıktı. Bunu sonradan daha iyi anlıyoruz. Devlet içinde 'bu da nerden çıktı? Türkiye Kürtlerle böyle bir ateşkes sürecine giremez, bunun lafı bile edilemez; taktik olsa bile değerlendirilemez' biçiminde çok katı bir anlayışın ortaya çıktığını ve derhal organize olduğunu biliyoruz. Bir de 92 yılında bir konsept belirlenmişti. Özal da bu konsepti biliyordu; ama bu konseptle de bu savaşın tümden biteceğine inanmıyordu ya da aklına yatmıyordu. O konsept neydi? 1992'de dağlarda alan hakimiyetini amaçlayan ve şehirlerde 'faili meçhul' cinayetler, baskı, işkence yapan bir kirli savaşla Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezme hedeflendiyordu. 93 ateşkesi sırasında böyle bir konsept devredeydi. 92'de, Milli Güvenlik Kurulu'nda da PKK'nin mutlaka her türlü yol ve yöntem kullanılarak bastırılması yönünde karar alınmıştı. MGK dışında ayrıca derin devlet denen çekirdek de zaten bu yönlü karar almıştı. Doğan Güreş, Mehmet Ağar zaten baştan beri kirli savaşın merkezindeydiler. Daha sonra Tansu Çiller de bu kirli savaş ekibine dahil oldu. Daha Özal döneminde bu kirli savaş konsepti benimsenmişti. Hatırlanırsa 'Hizbullah'ın kullanıldığı kontra cinayetleri 92'de başlamış, 1993 yılında da 'faili meçhul' cinayetler yoğunlaşmıştır. Ama Özal'ın buna pek kafası yatmadı. Onun için farklı bir yola girmek istedi. Bu da yeni kirli savaş konseptini benimsemiş derin devlet tarafından ihanet olarak görüldü. Böyle bir yumuşama sürecine girilince, bu iş daha fazla uzamadan hemen tasfiye edilmesi kararı alındı. Özal'ın öldürülmesi kesinlikle derin devletin kararıdır. Özal’ın yaklaşımları Türk devletinin 80-90 yıllık çizgisinden bir sapmayı ifade ediyordu. Bu sapmaya izin vermek istemediler. Bu nedenle ateşkesin uzatılmasından hemen sonra Özal'ı katlettiler.

Özal’ın ölümünü Öcalan ve PKK nasıl karşıladı? “Özal öldürüldü” açıklaması ilk olarak Öcalan tarafından dile getirildi. Neden böyle bir kanaate varmıştı?

Şunu kabul etmek lazım; savaşan güçler birbirlerini iyi tanırlar. Tarih boyunca mücadele içindeki Kürtler, Türkleri iyi tanıdılar. Aslında Türkiye de Kürt Özgürlük Hareketi'ni bu süreçte iyi tanıdı. Bu yönüyle Özal'ın öldürülmesinden sonra Önder Apo'nun derhal 'bu bir iç infazdır, öldürüldü' demesinin nedeni, Türk devletini iyi tanıdığındandır. Türk devletinin Kürt ile bir diyalog içine girecek, biraz Kürt konusunda yumuşayacak kişilere tahammül edemeyeceğini çok iyi bildiğindendir. Türk devletinin Kürt inkarcılığı ve Kürt düşmanlığının derinliğini savaş içinde de yakından gören bir Önderlik gerçeği var. Sadece savaş içinde hisseden de değil, bizzat Kürtler üzerindeki uygulamalardan çok derinden hisseden bir Önderlik olduğu için bu ateşkes ve yumuşama sürecini derin devletin kabul etmeyeceğini önceden hissetmiştir. Hatta Özal haber gönderip bazı şeyleri konuştuğunda Önderlik, "Bu Özal gerçekten cesaretli midir? Yoksa bu Türk devletini tanımıyor mu?" gibi düşüncelere sahip olmuştur. "Özal bunları nasıl söylüyor?" diyordu. O dönemde Özal'ın böyle bir yumuşak düşünce iletmesi, hatta gerekirse federasyon da olabilir gibisinden sözler söylemesi gerçekten de Türk devletinin klasik politikasında büyük bir yarılmayı, büyük farklılığı ifade ediyordu. Bu da Önder Apo'da 'acaba gerçekten Özal yapabilir mi, bu sözleri bu devlet içinde nasıl söylüyor?' biçiminde kuşkular yaratmıştı. Ölünce de "demek ki Özal farkında değil, bu devleti tanımıyor" diyerek bu ölümün 'devlet politikasından farklı düşünen, bir sapmayı ifade eden kişinin bu devlet tarafından öldürülmesi' olduğunu ilk söyleyen Önder Apo'dur. Çünkü bu devleti, devletin Kürt politikasını en iyi tanıyan Önder Apo'dur.

92'den itibaren bir taraftan kirli savaş sürüyor, diğer taraftan Özal'ın yumuşak söylem ve yaklaşımları var. Açıktan açığa Önderlik şunu düşündü: "Bu ölüm, kirli savaşçıların Özal'ı tasfiye etmesidir". Yani o kirli savaş kanadının Özal'a "bu da nerden çıktı, pişmiş aşa niye su katıyorsun? Biz bir tasfiye, yok etme kararı aldık, sen bu politikaya destek vermeyerek bu politikayı tökezletecek yaklaşımlar gösteriyorsun" dediler ve Özal'ı katlettiler. Onu katledenler bellidir. Kesinlikle o dönemde TSK kademeleri içindeki belirli generallerdir, yine Köşk içerisinde, çevresinde görev alan Ordu kesimleridir. Sadece askeri istihbarat değil, MİT de bu işin içinde olabilir. O dönemin kirli savaş ekibi tarafından Özal'ın katledildiği kesindir. Bunu Demirel de, Mehmet Ağar da, Doğan Güreş de bilmektedir. Nitekim o dönemde bir tek Özal değil, Eşref Bitlis de öldürüldü. Bu kirli savaşın içinde olan ve sonradan düşüncesi biraz farklılaşan JİTEM'ci Cem Ersever bile öldürüldü. Yine bazı albaylar, generaller öldürüldü. Tüm bunlar, o dönemde Türk devleti ve ordusu içinde çok sert bir kirli savaşla Kürt Özgürlük Hareketi'ni bastırmak isteyen bir kanadın varlığını kanıtlıyor. Özal'ın öldürülmesi de bu kanadın yaptığı cinayetlerden biri olarak tarihe geçmiştir.

Özal’ın ölümü ateşkes sürecini nasıl etkiledi? Ondan sonra nasıl bir süreç gelişti?

Özal’ın ölümü ile birlikte bizde de, Önderlik'te de bir inançsızlık gelişmişti. Çünkü Kürt sorununda belli adım atmak isteyen bir Cumhurbaşkanı'nın bu devlet tarafından öldürülmesi tabi ki ciddi bir durumdur. Cumhurbaşkanı'nın bile Kürt sorununda yumuşak bir söz söylemesine müsaade edilmeyen bir yerde bu sorun nasıl çözülecek? Bu konuda tabi ki ateşkes belli bir tehlikeye, kuşkuya girmiştir. Önder Apo Kürt sorununun çözümüne hazırdı, böyle bir çözüm eğilimi, bu konuda kararlılığı da vardı.

Hareketimizde 'acaba bu devlet gerçekten de bu sorunu çözer mi' biçiminde bir yaklaşım vardı. Özal yaşarken de, daha bu iş yeni geliştirilirken de belirli kuşkular vardı. Hepimiz Önderliğin projesine destek verdik. Ama devletin politikalarını, özel savaşı görüyorduk. Özal’ın ölümü ile birlikte bizde bu ateşkesin bundan sonra çok fazla sürmeyeceği gibi bir eğilim ortaya çıktı. Olgular, olaylar bunu gösteriyordu. Çünkü sadece Özal öldürülmedi; aynı süreçte operasyonlar da sürüyordu. Şurada burada gerillalar katlediliyordu. Gerillaların katledildiği bir ortamda ateşkesi sürdürmek de mümkün değildi. Yaptığımız ateşkes biraz da Özal’ın girişimi, onun gönderdiği aracılar sonucu gerçekleşmişti. Ama Özal'ın ölümüyle ortada muhatapsız kalmış bir ateşkes vardı. Devletin diğer kesimleri Özal’dan faklı düşünüyorlardı. Bu yönüyle Özal’ın öldürülmesinden sonra bizde de herkeste de 'bu ateşkes süreci nasıl olacak' biçiminde bir merak oluşmuştu.

33 asker olayı bunun sonucu muydu?

O olaydan önce birçok yerde gerillalar katlediliyordu. Birçok arkadaşımız şehit düştü. Bu durum gerillada, gerilla komutanlarında belli bir tepkisellik yaratmıştı. Bu sürece inanç belli düzeyde zayıflamıştı. Biz o zaman Avrupa’daydık, bu katletmelere karşı toplumda da bir tepki vardı. Öyle anlaşılıyor ki, Türk devletinden çeşitli çevreler bunu gördü. İşte bu süreçte büyük ihtimalle devletin bilinçli bir yaklaşımı da olabilir, askerler silahsız ve korumasız yola çıkarılıyor. Şemdin’in provoke edilmesi de olabilir. Şemdin gerillalarının tepkisini de biliyor. Bu tepkisel ortamı da değerlendirerek askerlerin öldürülmelerine karar veriyor. Aslında öldürmeyebilirler, bir kısmını esir de alabilirlerdi. Tabi ki bu olay çok kuşkuludur. Bir nevi Özal’ın öldürülmesinden sonraki ortamda gelişen inançsızlıkla ateşkesi bitirmeye yönelik bir girişimdir. Bu iş, savaştan başka bir yöntemle olmaz diyen o kirli savaşçıların, bir provokasyon biçiminde bu askerleri bir yem olarak gerillanın önüne sürdüğü konusunda ciddi kuşkular var. 33 askerin ölümü konusunda bu yönlü ilk değerlendirmeler yapan da yine Önder Apo’dur. Şimdi AKP'liler, onların kalemşorları ve Fethullahçılar '33 asker olayı şöyledir, böyledir' diyorlar. "Özal’ı katleden devlet bunu da yapar" düşüncesinden yola çıkarak bu askerlerin yem olarak gerillaların önüne gönderildiğini, Şemdin’in de -bilinçli veya bilinçsiz- bu provokasyona alet olduğunu söylemiştir. Bu açıdan Önderliğin bu kuşkularını akla yatkın gördük.

Şemdin sadece bu olayda değil, o dönemde birçok yönden devlet tarafından yönlendirilmiş ve bunun sonucu bazı eylemlere girişmiştir. Haber sızdırarak ya da çeşitli istihbarat yöntemleriyle devlet onu yönlendirmiştir. Şemdin Amed’deyken devletin belli düzeylerde yönlendirmesiyle hareket etti, bu çerçevede gerçekleştirdiği eylemler vardır. Yani sadece bu 33 asker olayında değil, belki başka eylemlerde de böyle önüne yem olarak askerlerin atıldığı bir kişiliktir. Devletlerin birçok kirli oyunları, özel savaş politikaları vardır. Şemdin’in bir yönüyle de basın tarafından popüler edilmesi bununla bağlantılıdır. Belki de örgüt içinde sorun çıkaracak bir kişi haline getirmek amaçlı planlı bir çalışma da olabilir. Daha sonraki pratiği görülünce Şemdin’in bu kadar popüler edilmesi kuşkusu güçlenmiştir. Söylendiği gibi örgütte bir ağırlığı, bir kişiliği ve kimliği olmadığı halde onun basında bir nevi ikinci adam haline getirilmesi manidardır. Önderlik çok önceden; 'bu devlet Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı bu kadar kirli yöntem kullanıp her türlü inkar ve imhayı ve her türlü karalama propagandasını yaparken, neden bu Şemdin öne çıkarılıyor' biçiminde kuşkularını da dile getirtmiştir.

Ateşkesi bitiren sadece Özal’ın ölümü veya 33 asker olayı mıydı? Ateşkes neden devam ettirilemedi, neden kalıcı bir barışa dönüşmedi?

Ateşkesin sonlanmasının nedeni sadece 33 askerin ölümü değildir. O sadece küçük bir vesile olabilir. Esas neden, devletin zihniyetidir. Yoksa Şemdin Bingöl'de 33 asker öldürmüş, bundan dolayı bu ateşkes sonuçlanmış ve çözüm olmamış gibi bir yaklaşım yetersizdir. Eğer devlette ve siyasette bir çözüm iradesi olsaydı, 33 asker olayı da aşılabilirdi. Karşılıklı çözüm iradesi olsaydı rahatlıkla aşılabilirdi. Devlette zaten böyle bir irade yoktu. Ya da 33 asker provokasyonunu yapan zaten böyle bir iradedir. Bu yönüyle ateşkesi sona erdiren esas etken, Türk devletinin hazır olmamasıdır. Önderlik de, 'acaba bazı şeyler olabilir miydi' diye değerlendirmeler yapmıştır. Ama o sadece bir ihtimaldir. O günden bugüne bütün gelişmeler dikkate alındığında devletin hazır olmadığı çok açık görülecektir. Bugün bile hazır değil. O gün hazır olduğunu düşünmek kesinlikle doğru değildir. 1993 yılında bir çözüme gitmek gerçekten de kolay değildi. Çok güçlü bir irade olması gerekiyordu. Bizim de eksikliğimiz olabilir. Belki biz daha fazla teşvik edici ve ortamı daha iyi hazırlayan olabilirdik. Ama biz ne kadar doğru yaklaşsak da ortam ve atmosfer farklıydı. Mesela bugünkü gibi çok yumuşak yaklaşımlar göstererek 17 Mart 1993'te gerçekleştirilen ateşkes sürecini başarıya götürmek, sonuç almak kesinlikle o dönemde mümkün değildi. Türkiye’nin iç koşulları buna hazır değildi. Ordu halen 'ben bu hareketi ezerim' düşüncesindeydi. Bir de devlet yeni yeni kirli savaşla kitleyi susturmaya çalışıyordu, kendisini örgütleyerek gerilla üzerinde kısmen etkili olmak istiyordu. Böyle yeni bir karar almış, yeni bir konsept hazırlamış ve buna dönük adımlar atıyordu. O savaşın ve attığı bu adımların sonuçları belli olmadan, o dönemde bu ateşkesten sonuç almak mümkün değildi.

96 yılında bölgesel güçlerin blok halinde ittifak arayışları gelişti. Böylesi bir dönemde Erbakan'ın başbakanlığına onay verilmesinin Kürt sorunu ve PKK ile bağlantısı neydi?

Sovyetler Birliği dağılmış, ABD dünyada büyük bir güç haline gelmiş. Fakat Ortadoğu'da Sovyetler'in dağılmasından sonra oluşan boşluk hala doldurulamamış. 96 yılında bölgede böyle bir ortam var. ABD Ortadoğu’ya müdahale etmek ve tümüyle hakim olmak istiyor. Ama bunun karşısında hala Rusya, Çin ve Ortadoğu'daki bazı klasik iktidar engelleri var. O günkü Ortadoğu, ABD’nin yeni projesinin, yani sermayenin güvenli ve serbest dolaşımı biçiminde ifade edilen Yeni Dünya Düzeni'nin merkezi, omurilik soğanı haline getirebileceği bir Ortadoğu değil. Önünde uluslararası ve bölgesel birçok engel var. Bu açıdan o dönemde ABD, bölgede hakimiyetini geliştirmek açısından Türk devletini kullanmak istiyor. Çünkü Türkiye NATO üyesidir. Dikkat edilirse Erbakan, İslamın lideri, Siyonizm düşmanı olarak öne çıkan birisidir. Ama ne gariptir ki, Türkiye tarihinde İsrail’le en büyük anlaşmayı yapan Erbakan olmuştur. Türkiye ile İsrail tarihinin en büyük askeri, teknik ve siyasi anlaşması Erbakan döneminde imzalanmıştır. Bunu şunun için yapmıştır: Hem Türkiye, ABD’nin bölge politikalarına entegre olacak, ortak hareket edecek hem de İsrail’e taviz vererek, anlaşarak, ortak hareket ederek ABD’nin Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı desteğini elde edecektir. Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezmek için ABD’nin desteğini almak önemlidir. Erbakan Hükümeti döneminde İsrail’le bu kadar kapsamlı anlaşma yapılmasının nedeni, PKK'yi tasfiye etmede İsrail üzerinden ABD’nin desteğini daha fazla almak içindir. Bu açıdan Türkiye'deki derin devlet, Erbakan’ı da kullanmıştır. Erbakan’ın böyle bir anlaşmanın altında imzası vardır. Bu anlaşmaların nedeni, giderek Önder Apo’nun esaretiyle sonuçlanacak komploda ortak davranma, daha sonra ABD’nin bölgeye yapacağı müdahalede Türkiye'yi buna uygun hale getirmektir. İsrail’le ilişkiler Erbakan’ın Hükümeti döneminde bu nedenle gelişmiştir.

Erbakan ve partisi kendine göre belli bir tutarlılığı olan, en azından içerde kendi öngördüğü siyasal İslamcı politikaları yürütmeye çalışan, hatta dışa karşı biraz daha bağımsız davranmak isteyen bir liderlik, bir partidir. Böyle bir parti, İsrail’le anlaşma yapmaya mecbur kalıyor. Çünkü Türkiye’nin en temel sorunu Kürt sorunudur. Kürt sorunu söz konusu olduğunda devlet politikalarına çok aykırı davranamıyorlar. Yakın tarihte Özal’ın durumu da var, katledilmiş.

Siyasal islam'ın temsilcisi Erbakan Hoca'nın Kürt sorununa yaklaşımı nasıldı? PKK'yle nasıl bir diyalog arayışına girdi?

1995’in Aralık ayında seçim oldu. Biz Aralık'ta bir ateşkes daha ilan ettik. PKK Merkez Komitesi'nin bir toplantısı oldu. Önderlik toplantıya telefonla katıldı. Bu ateşkes çok kısa sürdü. Çünkü Türk devleti çok ciddiye almadı. Bu konuda herhangi bir gelişme olmadı. Daha sonra anlaşılıyor ki Önderliğe, Erbakan’ın aracılarla haber gönderme ve ilişki kurma durumu var. Çünkü savaşın olduğu bir yerde hükümetler sıkışıyor. Erbakan da PKK’ye karşı, Kürtlere karşı savaş yürütürse kendi düşündüğü politikaları ne içerde ne de dışarıda uygulayamayacağını görmüştür. PKK’ye karşı savaş sürdüğü müddetçe devletin o klasik politikası doğrultusunda hareket etmek zorundadır. Başka türlü hareket etmesi mümkün değil. Bu açıdan ortamı yumuşatmak istemiştir. Eğer bir ateşkes olabilirse, süreç yumuşayabilirse kendi politikalarını uygulayabileceği düşüncesiyle mektuplar göndermiştir.

Şuna biz de inanıyoruz; eğer elinde olsaydı, Erbakan Kürt sorununa çözüm konusunda Özal’dan daha ileri bir yaklaşım gösterebilirdi. Erbakan inanmış bir insandı. Bugünkü AKP Hükümeti gibi dış güçlere bağımlı, dış güçler tarafından beslenen bir güç değildi. Türkiye'deki İslamcı damara dayanıyordu. Yeni yetişen bir sermaye ve orta sınıf vardı. Dış sermayeye daha mesafeli olan, biraz daha milli denilebilecek (artık günümüzde çok milli sermaye de yok ama) biraz daha geleneksel değerlere bağlı, gerçekten farklı düşünebilecek bir siyasi vizyona sahipti. O yönüyle Erbakan gerçekten de İslamcı bir liderdi. Bu yönüyle bazı değerleri vardı. Bugünkü siyasal İslamcılar gibi altı kaval üstü şişhane, kapitalist modernitenin bir numaralı pratikleştiricisi değildi. Bugünkü siyasal İslamcılar aslında kapitalist modernitenin Ortadoğu’daki ajanları gibidirler. Erbakan öyle değildi. Samimi olarak kapitalizme, emperyalizmin uygulamalarına belirli düzeyde karşı çıkan, bu yönüyle de Kürt sorununu kendi içinde çözmek isteyen bir eğilime, kişiliğe sahipti. Ama derin devletin Erbakan’a Kürt sorununu çözme konusunda fırsat vermesi mümkün değildi. Bu nedenle Erbakan’ın girişimlerinden herhangi bir sonuç çıkmamıştır.

28 Şubat darbesinin Erbakan'ın Kürt sorununa cılız da olsa bir çözüm arayışına girmesiyle bağlantılı olduğunu düşünüyor musunuz?

28 Şubat darbesini AKP'liler, siyasal İslamcılar çok dillendiriyorlar, gündemleştiriyorlar; ama bu darbe esas olarak Erbakan’a yapılan darbedir. Şu anda 'yenilikçiler' denilen Erdoğan’ın, Abdullah Gül'ün önü 28 Şubat darbesiyle açılmıştır. Bunu böyle belirtmek gerekir. Erbakan’ın politikalarından rahatsızlık vardı. Bu rahatsızlık sadece Türk devletinin, derin devletin rahatsızlığı değildir. ABD ve Avrupa da rahatsızdı. Halbuki 1980 darbesi bir yönüyle de Türkiye'de klasik Kemalist iktidar yerine işbirlikçi siyasal İslamın da sistem içine alındığı yeni bir Türkiye yaratma projesiydi. ABD'nin 'yeşil kuşak projesi' vardı; buna göre de İslamı sistem içine almadan, işbirlikçi İslamı kullanmadan, Türkiye ve Ortadoğu'da toplumsal temeli olan İslami kesimleri işbirlikçi hale getirmeden Ortadoğu’yu, Türkiye’yi gerçek anlamda yönetmek, Ortadoğu'yu istedikleri doğrultuda kullanmak mümkün değildi. Bu yönüyle Erbakan bu projenin önünde de engeldi. Bu açıdan 1980 yılında başlayan Türkiye’yi değiştirme, belirli bir İslami işbirlikçilikle bütünleştirerek tamamen Batı'nın İslamı veyahut kapitalist değerler taşıyan bir İslam modelini ortaya çıkarma arayışında 28 Şubat, Erbakan ve partisine yönelik hem dış destekli hem de içerdeki güçlerin birlikte yaptığı bir harekettir. Erbakan'ın Kürt politikasındaki yumuşak yaklaşımları da bu darbeye neden olmuştur. Dikkat ederseniz o zaman bir tek Erbakan’a yönelik darbe yapılmamış, birçok yazar da andıçlanmıştır. Bu yazarların çoğu da Kürt sorununa yumuşak yaklaşanlardır. Erbakan’ın Kürt sorununda ilerde yumuşak yaklaşacak veyahut belirli bir uzlaşma arayacak kişiliğini bildiklerinden dolayı, hem Erbakan eğilimini hem de bu yönlü düşünen aydın ve yazarların hepsini 28 Şubat post-modern darbesiyle ve sonrasındaki politikalarla safdışı etmişlerdir.

Aynı süreçlerde hem cezaevi hem de Avrupa üzerinden devletin, PKK ile çeşitli temaslara girdiği biliniyor. Bu diyalogların biçim ve içerikleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?

97’de ilişkiye girmeler hala çözülmesi gereken durumlardır. Cezaevinde Sabri arkadaşlarla (Sabri Ok) da ilişkilenilmiştir. Hatta Sağmalcılar Cezaevi'ndeki bizden tutuklu olan daha sonra bizden kopanlarla belirli savcıların, derin devletle ilişkili kişilerin ilişkide olduğu söylenmektedir. Yine bir dönem sanıyorum Afyon veya Uşak cezaevinde arkadaşlarla ilişkilenilmiştir. Arkadaşlar dağa rapor göndermişlerdi. O da Önderliğin yakalanmasından sonraydı. 97 yani Önderliğin yakalanmasından önce cezaevi üzerinden Avrupa üzerinden bu tür ilişkiler geliştirilmeye çalışılmıştır. Ordu içindeki belirli bir kesim ilişki kurmak istemiştir. Hatta 1997’ydi, ben İran’da/Urmiye’deydim. O zaman imkanlar olduğu için bazı çevrelerle ilişki kuruyorduk. Yılda bir iki defa cezaevi arkadaşım, değerli dostum olan Eşber Yağmurdereli ile telefon görüşmelerim oluyordu. Bir gün Eşber Yağmurdereli 'ordudan belli bir kesim bir kanal üzerinden benimle ilişki kurdular, PKK ilişki kurmak istiyorlar' biçiminde bir düşüncesini belirtti. Ben de Önderliğe Eşber Yağmurdereli üzerinden Ordu içinden birileri hareketle ilişki kurmak istiyor, dedim. Önderlik tamam, bakalım, dedi. Fakat sonradan herhangi bir şey çıkmadı. Önderlik bana hiç sormadı. Sonradan anlıyorum ki zaten o dönemde yine Ordu çevresinden belli ilişkiler var. Artık aynı ilişkiler mi, farklı mıdır bilemiyoruz. Yalnız o dönemde hareketle ilişkilenmek isteyen bir kanadın olduğu görülüyor. Ya da bir komplo çerçevesinde Önderlik ve PKK ile bu tür görüşmeler içine giren bir planlamanın varlığından söz edilebilir. Şimdi baktığımızda şu ortaya çıkıyor ki; bu kesinlikle herhangi bir çözüm yaklaşımı değil, bir komplo/tasfiye planı var. Bu görüşmeleri gevşetme, duyarsızlaştırma, dikkatleri dağıtma, sanki bir yumuşama var gibi bir eğilim yaratarak komployu daha kolay gerçekleştirme planının parçası olarak değerlendiriyoruz. Önder Apo da o dönemdeki ilişkileri komplo öncesi bu komployu hazırlama planları olarak değerlendirmektedir.

Sayın Öcalan'ın 93 yılından itibaren soruna siyasal çözüm arayışlarına girdiği ve en küçük fırsatı bile değerlendirdiği biliniyor. 2000’li yıllara kadarki mücadele stratejiniz bu arayışların sonuca gitmesine ne kadar uygundu?

Önderlik 88’den başlayarak demokratik çözüm arayışına girmiştir. 93’te ateşkes ilan etti. 95’te de bir ateşkes var. 98’de zaten kapsamlı bir değerlendirmeye dayalı ateşkes var. Ama bunlar sonuca ulaşmadı. Şimdi şunu söyleyebiliriz; bizim önceleri bağımsız devlet kurma biçiminde söylemimiz ve kafamızda devletçi bir paradigma vardı. Ulusal kurtuluşu bir devlet kurma biçiminde algılıyorduk. Fakat devletçi paradigmaya ve ulusal kurtuluşu devlet kurma biçiminde anlamamıza rağmen bizim Türkiye sınırları içinde halkların kardeşliğine dayalı bir çözüm yaklaşımımız vardı. Bu yönüyle bizim 2000 öncesindeki paradigmamız demokratik siyasal çözüme engeldi, dersek çok doğru olmaz. Fakat şu doğru; demokratik siyasal çözümün ortamını hazırlama konusunda zayıflıklarımız vardı. Daha çok savaşa yüklenme, savaşta darbe vurarak sonuç alma yaklaşımı daha ağırlıklıydı. Bu yönüyle Türkiye toplumunu etkileme, Türkiye toplumunu hazırlama çabamız eksik kalmıştır. Bunları söylemiyor da değildik, ama ağırlıklı olan savaş olduğu ve savaşla sorunu çözme, kopararak sorunu çözme yaklaşımı olduğu için o tür eğilim ve çabalarımız etkili olmuyordu. Bir Türkiye partisinin kurulmasını da destekledik, Türkiye soluna da, demokrasi güçlerine de seslenmemiz oluyordu; fakat paradigmamız hala devletçi ve vurarak koparma yaklaşımına dayalı olduğu için sizin belirttiğiniz demokratik siyasal çözüme, daha yumuşak bir çözüm zemini yaratmaya yönelik çabalarımız yetersiz kaldı. Türk devletinde gerçekten bir çözüm eğilimi olsaydı, yani bugün ifade ettiğimiz Demokratik Özerklik, Türkiye sınırları içinde çözme eğilimine yatkın olsaydı, kesinlikle 2000 öncesinde de hareketimiz ve Önderlik bir çözüme hazırdı. Belki bütün birleşenlerimiz veyahut toplum buna çok hazır olmayabilir, devletçi zihniyet olabilir; ama Önderlik hazırdı ve Önderliğin projesine toplum da Hareket de bağlı kalırdı. Bu yönlü eksiklikler olmasına rağmen ben 2000’den önceki paradigma döneminde de bizim demokratik siyasal çözüme hazır bir Hareket olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim.

Öcalan'ın esaretinden sonra ana hatlarıyla PKK hangi konularda değişim yaşadı, bunun Kürt sorununun siyasal demokratik çözümüne yansıması nasıl oldu?

2000’lerden sonraki paradigma değişiminin esası şu: En başta devlete yaklaşımımız değişti. Devletin bir kurtuluş olmadığı, devlet dışı da toplumların özgür, demokratik olabileceği, devlet olmadan da ulusal sorunun çözülebileceği biçimindeki bir eğilim Önder Apo’nun paradigmasıyla gelişti. Sadece Önder Apo'da değil, hem toplumda, hem Hareket içinde öyle bir eğilim gelişti. Önder Apo’nun yeni savunmaları üzerine yapılan eğitimle birlikte Hareketimiz gerçekten bir paradigma değişimine uğradı. Demokrasi içinde, demokratikleşme temelinde Kürt toplumunun demokratik örgütlenme gücüne dayanarak, -savaş bir meşru savunma biçiminde sürse de, gerilla mücadelesi devam etse de- demokratik toplumu örgütleyerek, toplumun gücüne dayanarak da Kürt sorununun çözülebileceği ve bu temelde serhildanlarla hem Kürdistan'da hem Türkiye'de demokrasi mücadelesini geliştirerek, Türkiye'deki demokrasi güçlerinin de bu direnişe katılarak Türkiye’nin demokratik temelde değiştirilip Kürt sorununun çözülebileceği düşüncesi bizde yeni bir çözüm yaklaşımı, yeni bir çözüm politikası olarak devreye girdi. Nitekim 2000’lerden sonra dikkat edilirse yalvarırcasına Kürtler 'barış barış' demeye başladı. Ağzını açan herkes barış, demokratik çözüm, dedi. Öyle ki birçok çevreden bize "Bu kadar barış denir mi? Bu kadar yalvarırcasına barıştan niye söz ediyorsunuz" biçiminde eleştiriler geldi. 2000-2004 arasında bu yönlü eleştirileri çok fazlasıyla aldık. Doğru muydu bu eleştiriler? Doğruydu. Çok fazla barış, çok fazla demokratik çözüm, dedik. Ama bunu söylememiz yanlış değildi. Buna inanarak söyledik. Onu eleştirenlerin mantığı yanlıştı. Bizim yaklaşımımız doğruydu. Fakat Türk devleti, 1999’la 2004 arasındaki beş-altı yıl süren geri çekilme dönemini, o ateşkes dönemini, o sessizlik dönemini doğru değerlendiremedi. Bunu PKK’nin bir zayıflığı, güçsüzlüğü olarak gördü. Barışçıl demokratik çağrılarımızı da, 'güçsüzdürler, savaşamıyorlar, yalvarıyorlar' olarak değerlendirdi. Bu nedenle, bugün herkesin de kabul ettiği gibi 1999-2004 arası beş-altı yıllık süre gerçekten heba edildi. Ama biz hazırdık. Biz gerçekten zihniyet olarak hem toplumu hem Hareketi böyle bir çözüme hazırlamıştık. Buna hazır olmayan devletti. Devlet, Kürtlerin varlığını tanımak istemiyordu. Kürtleri, Türkleştirerek; Kürdistan’ı ulusal yayılma alanına çevirmek istiyordu. 1999'dan sonra da bu politikaya devam ettiler. Hatta 'PKK yenildi, Kürtler yenildi, bir daha ayağa kalkamaz' dediler. 'Şu anda yapılması gereken Kürtleri rehabilite etmektir' dediler; hatta 105-110 tane de tedbirden söz ettiler. Güya ekonomik, sosyal, kültürel tedbir alacaklardı, Kürtler rehabilite olacaktı, artık bu isyan da tümden bitmiş olacaktı! 99-2004 arası süreçte devletin bizim demokratik çözüm yaklaşımımıza tepkisi böyle oldu.

AKP hangi koşullarda ve neyin karşılığında iktidara getirildi? O dönemin siyasal konjonktürü neydi?

Önder Apo esaret altına alındıktan sonra o güne kadar savaşın ekonomik yükünün, faturasının her yıl biriktirilerek diğer yıla aktarıldığı, bunun sonucu da ekonominin büyük bir zayıflık ve kriz kaynağı teşkil ettiği bir gerçeklik vardı. Önder Apo esaret altına alındıktan sonra ekonominin bu zayıflığını gidermek ve kriz yaratacak karakterini ortadan kaldırmak için 20 yıllık savaşın faturası Kemal Derviş eliyle Ecevit-Yılmaz-Bahçeli Hükümeti döneminde halkın üzerine yıkıldı. Hem savaş döneminin anti-demokratik uygulamaları halkı yıldırmıştı hem de 20 yıllık ekonomik fatura halkın üzerine yıkılmıştı. Bu durum savaş dönemindeki partilerin üzerine kalmış ve onlara karşı halkta büyük bir tepki ortaya çıkmıştı. İşte bu partilerin üzerindeki bu büyük kambur AKP'nin iktidara gelmesi için elverişli bir ortam yaratmıştı.

AKP Hükümeti ya da Erbakan'ın partisinden çıkarılan 'yenilikçiler' Türkiye'nin 20 yıllık ağır sorunlarının belirli partilerin sırtına yüklendiği ve diğer taraftan da Kürt Halk Önderi'nin yakalandığı, silahlı güçlerin sınır dışına çekildiği, savaşın durduğu ve belirli bir yumuşak ortamın ortaya çıktığı bir dönemde seçimlere girdi. Bu süreç aynı zamanda ABD’nin Irak’a müdahale etmesinden önceki yıla tekabül ediyordu. 2003’te ABD Irak‘a müdahale edecekti, 2002'de Türkiye'de seçimler oldu. Ortadoğu zor bir bölgedir. Eğer Türkiye'de siyasal İslamcı bir iktidar olmazsa hem Türkiye'nin tam desteğini alamaz, hem de Türkiye'de ABD’nin Irak’a müdahalesini sabote edecek savaş karşıtı gelişmeler ortaya çıkabilirdi. O açıdan kendine yakın bir siyasal İslamcı iktidarı Türkiye'de iktidara getirerek Irak’a müdahalesini kolaylaştırmıştır. Türkiye bir siyasal İslamcı iktidar olarak Irak’a müdahaleye karşı çıkmazsa o zaman diğer bölge ülkeleri de Irak müdahalesine sessiz kalırdı. Bu açıdan Irak’a müdahale döneminde siyasal İslamcı bir iktidarın Türkiye'de işbaşında olması ABD’nin çıkarına olacaktı.

Türkiye'deki derin devlet açısından da diğer partiler yıpranmıştı. Kürtlerin rehabilite edilmesi lazımdı. Bunu en iyi CHP veya MHP yapamazdı, çünkü savaşta yeterince teşhir olmuşlardı. Biraz demokrasiden söz eden, yumuşamadan söz eden siyasal İslamcı bir AKP iktidarıyla islam dini de, Kürtlerin dini inançları da kullanılarak Kürtler tümden sisteme entegre edilebilirdi. Bu yönüyle AKP’nin iktidara gelmesi hem iç güçlerin, hem de dış güçlerin işine geldi; ikisinin de çıkarına olan bir momentte AKP iktidara geldi. Türkiye'nin bütün geçmiş sıkıntılarının, zorluklarının ağır faturasının önceki partilerin üzerine yıkıldığı bir dönemde seçime girdi ve iktidara geldi.

AKP'nin iktidara gelmesinde sol ve demokrasi güçlerinin sorumluluğu da çok büyüktür. Eğer o dönemde sol ve demokrat güçler demokrasi söylemiyle gerçekten Kürt sorununu çözecek, Türkiye'yi demokratikleştirecek bir programla seçim meydanına çıksalardı, böyle bir demokrasi ittifakı kurulsaydı AKP iktidara gelemezdi. İsmail Cem, Kemal Derviş ve o güne kadar Ecevit'in gölgesi olan Hüsamettin Özkan, bir parti kurdular. Aslında bunlar bile bir sinerji yarattılar. Eğer onlar seçime girselerdi, AKP tek başına iktidara gelemeyecekti. ABD müdahale etti, sistem müdahale etti ve böylece biraz daha demokratik, yumuşak bir partinin iktidara gelmesinin önüne geçtiler. Kemal Derviş oradan ayrılıp CHP'ye geçti. Böylelikle o partinin toplumda yarattığı sinerji birden dağıldı, tılsım bozuldu, ortada sadece AKP kaldı. Hem uluslararası güçler AKP’ye Irak müdahalesi döneminde kolaylaştırıcı rol verdiler, hem de iç güçler, derin devlet, Önder Apo’nun esaret altında olduğu ve Hareketimizin savaşı durdurup geri çekildiği bir dönemde, dini de kullanarak, demokrasi söylemiyle, yine AB’ye tam üyelik için hazırlanan paketlerdeki belli yumuşamalarla Kürtleri sisteme entegre etme, Kürt Hareketini bitirme görevini AKP'ye verdiler. Bu ikisi çakışınca, koşullar ve zemin de uygun olunca AKP iktidara geldi.

Hareketiniz hiçbir iktidara tanımadığı çözüm fırsatını AKP'ye sundu ve çeşitli dönemlerde birçok kez eylemsizlik ve ateşkes ilanında bulundu. Somut talepleriniz nelerdi, AKP buna nasıl yaklaştı?

AKP, Kürt sorununun gündemde olmadığı bir dönemde iktidar oldu. O da şunu düşünüyordu: "PKK yenildi, artık Kürt sorunu yoktur". Onun görevi sadece Kürt sorununun ortaya çıktığı sorunları rehabilite etmektir; Kürt sorununu çözme değil! Bu nedenle 2003 yılında Erdoğan'a sorulduğunda 'düşünmezseniz Kürt sorunu da yoktur' cevabını verdi. Gerçekten de politikası buydu. Kürt sorununu çözme değil, biraz daha yumuşak yaklaşarak Kürtleri sistem içinde rehabilite etme görevi vardı. Hareketimizin bütün çabalarına rağmen AKP hiçbir adım atmadı, hiçbir çözüm yaklaşımı göstermedi. Bunun sonucu 2004'te Türk devletinin ve AKP'nin Kürt sorununda adım atmama ve çözümsüzlükte ısrar politikasına karşı yeni bir gerilla hamlesi başlattık. Biliniyor, ondan önce de Hareketimiz içten tasfiye edilmek istendi. AKP biraz bu tasfiyeye de umut bağlamıştı. Onun için herhangi bir adım atmadı. 2004 yılında gerillanın yeniden hamle yapmasıyla birlikte AKP, Avrupa Birliği ve çeşitli güçlerle birlikte gerilla hamlesini, Kürt sorununu çözme hamlesini kırmak için bazı arayışlara girdi. DEP’li Leyla Zana, Hatip Dicle ve diğerlerinin cezaevinden çıkarılması aslında o dönemde bir projeydi. İşte onlarla ortamı yumuşatacaklar, onları etkili kılacaklar ve 1 Haziran Hamlesi'nin gelşmesini engelleyeceklerdi. Onlar üzerinde böyle bir hesap yapıyorlardı. Fakat bu, hem Hareketimizin çabalarıyla hem de çıkan DEP’lilerin böyle bir projeye alet olmamalarıyla boşa çıktı. Biz bunu boşa çıkarınca, Erdoğan, bilindiği gibi 2005'te yeniden bir arayış içine girdi. Çünkü bizim yürüttüğümüz mücadele AKP'yi zorluyordu. Bu bakımdan 2005'te, belirli aydınların da etkisiyle Erdoğan, Amed'de "Kürt sorunu benim de sorunumdur, geçmişte hatalar yaptık" biçiminde değerlendirme yaptı.

O dönemde Erdoğan biraz da 'acaba bu soruna bir çözüm bulabilir miyiz?' şeklinde düşünmüştür. Kuşkusuz düşündüğü çözüm Kürtlerin istediği gibi değildir. Ama 'acaba bir şey yapabilir miyiz?' biçiminde bir yaklaşımla o konuşmayı yapmıştır. Nasıl ki bir zamanlar Demirel 'Kürt realitesini tanıyorum' demiştir; Çiller 'Bask Modeli'nden bahsetmiştir; Mesut Yılmaz 'AB’nin yolu Amed’den geçer' demiştir; Özal fedarasyondan bahsetmiştir; yani bütün siyasiler zorlanınca Kürt sorunu ve çözümünden söz etmiş, bir arayış içine girmek istemişlerse Erdoğan da 2005’te Amed’de bu yönlü bir konuşma yapmıştır. Ama tüm bu kişiler bu tür sözleri sarfettikten sonra durumun ve Türk devlet gerçeğinin amiyane deyimle kazın ayağının kendilerinin düşündüğü gibi olmadığını görmüşlerdir. Nitekim Erdoğan'ın 2005'te, Amed'de Kürt sorunu benim de sorunumdur demesinden sonra Şemdinli'de Umut Kitapevi bombalandı ve polis halka saldırdı. 2 yurtsever öldürüldü. Bombalamayı yapanlar yakalandı. Erdoğan, sonuna kadar gideceğiz, dedi. Arkasından Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt, 'ben iyi tanıyorum, bunlar iyi çocuklardır' deyince geri adım attı. Şemdinli olayı için iddianame hazırlayan Savcı Ferhat Sarıkaya'yı onların önüne yem olarak attı. Böylece Erdoğan, durumun öyle kolay olmadığını anladı. Ama şunu da gördü ki, PKK’yle savaşarak bu işi götüremez, iktidarını kaybedebilir. Bu açıdan kendine göre doğru bir taktik politika izledi. Hem bizi idare etme hem devleti idare etme politikası izledi. Çünkü savaş sürerse derin devletin ve toplumun baskısını hissedecek, zorlanacaktı. Bu açıdan ateşkes ilan edildiğinde devletin ve toplumun baskısını üzerinden kaldırarak devleti ve toplumu oyalayacaktı. Bize de 'ateşkes yapın, bazı adımlar atarız' diyerek zaman kazanmış olacaktı. Gerçekten başka politikası yoktu. Ne Kürt sorununu çözme konusunda bir politikası vardı ne de PKK'yi şiddetle ezme politikasına hazırdı. 2004-5-6 yıllarında 2007'deki gibi, 2008-2009'daki gibi çok sert politikalara yönelme yoktu. Çünkü 2002 seçimlerine yumuşak söylemlerle ve demokrasiden söz ederek girmişti. Kürt sorununu çözme politikası olmadığı gibi, ezme politikasını yürütme konusunda da toplumu, kendi ittifaklarını hazırlamış değildi. O zaman orta yol denedi. Bizi ateşkesle oyalamak ve yumuşak ortamda da devleti idare etmek! 2006 ateşkesi AKP'ye böyle bir ortam hazırladı.

Öcalan 2006 ateşkesinin bir oyun olduğunu söylerken bunu hangi somut gelişmelere dayandırıyor?

Önder Apo 2006 ateşkesini eleştiriyor. 2006 ateşkesini AKP'nin bir oyunu ve oyalaması olarak gördüğü için bunu söylüyor. AKP kendine nefes aldırdı, devlete de bununla nefes aldırıldı. Daha sonra bu nefes aldırma, Mayıs 2007'deki Dolmabahçe mutabakatıyla sonuçlandı. Böyle bir mutabakatın olmadığı, devletin de AKP'nin de sıkışık olduğu, sorunlar yaşadığı dönemde, AKP'nin bir çözüm yaklaşımı yokken, somut her hangi bir adımı yokken ateşkese gitmek, aslında AKP'yi ve devleti rahatlattı. Hareketin devleti ve AKP'yi sıkıştırma imkanını sınırladı. Bu nedenle Önder Apo 'ben doğru bilgilendirilseydim, ateşkesi yapmazdım' dedi. Zaten ateşkesten hemen sonra, "Eğer iki-üç ay içinde adım atılmazsa, bunu bir oyun sayarım" demişti. Önderlik, AKP'nin bir politikasının olmadığını, zorlandığını ve bu yüzden bir ateşkes yaptırarak oyalamak istediğini hissetti. Nitekim gerçekten de birkaç ay içinde bunun bir oyun olduğu ortaya çıktı. AKP adım atmadığı gibi devlet de o ortamdan yararlanarak Önderliği zehirlemek istedi. Biz erkenden fark edip müdahale edince, kamuoyuna duyurunca bu adım adım zehirleme girişimi durduruldu. Yoksa gün gün Önderliği zehirleyerek zaman içinde ölüme götüreceklerdi. Önder Apo, Türkiye'nin demokratikleşmesi ve Kürt sorununun çözümü için hiçbir faydası olmayan ama Kürt sorununu çözmeyenlerin, Türkiye'yi demokratikleştirmek istemeyenlerin direncini arttıran, onlara o direnci bulmasını sağlayan fırsatı sunacağı için bunu "bir oyun sayarım" dedi. Demokratikleşme ve Kürt sorununun çözümünü zora soktuğu ve Kürt sorununu ezerek çözmek isteyenlerin, gericilerin eline fırsat verdiği için bunu bir oyun olarak değerlendirmiştir.

Mayıs 2007'de Dolmabahçe'de gerçekleşen Erdoğan-Büyükanıt gizli görüşmesinde ordu ile siyasal İslamın Kürt Özgürlük Hareketi'ne karşı nasıl bir işbirliğine gittiğini düşünüyorsunuz?

2006 ateşkesi 2006 ortamı AKP'nin hem devleti idare etme hem bizi oyalama politikasıydı. Ama bunu uzun sürdüremezdi. 2007 Nisan'ına geldiğinde Cumhurbaşkanlığı seçimi olacaktı. Ordu, 'eşi türbanlı birini Cumhurbaşkanı yapamazsın' dedi ve müdahale etti. Niye? Çünkü AKP'nin bir Kürt politikası yok, idare ediyor. Onun için Kürt politikasında net olmayan, ezme politikası konusunda da iradesi ve gücü bulunmayan bu AKP'yi kabul etmiyordu. Derin devlet zaten Kürt sorunun çözümünü istemiyordu. Onun için 27 Nisan darbesi oldu. Şundan oldu: AKP'nin o güne kadar bir Kürt politikası yoktu. Tek politikası oyalama ve idare etmeydı. 27 Nisan e-muhtırasıyla birlikte AKP yeni bir durumla karşı karşıya kaldı: ya 2006'ya kadarki bu oyalama politikasını sürdürecek, hem devleti hem Kürt Özgürlük Hareketi'ni idare edecek; - bunu ne PKK kabul ediyor, Ordu da kabul etmiyor- ya da Kürt sorununda bir çözüm politikası veya ezme politikasına yönelecekti. Ordu, Kürt sorununda ezme politikan yoksa ben sana karşıyım, iktidarını engellerim, dedi. Bunun sonucu Mayıs'ta Yaşar Büyükanıt ile AKP arasında mezara kadar götürülecek anlaşma gerçekleşti. Mutabakat şu çerçevede oldu: AKP, Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezme politikası izleyecek, Kürtlerin haklarını/hukukunu tanımayacak, bu konuda tutum sahibi olacak; Genelkurmay ve derin devlet de bu çerçevede AKP'nin yeniden iktidar olmasına izin verecek ve eşi türbanlı birisinin Çankaya'da olmasını kabul edecekti. Ne karşılığında AKP yeniden iktidar olacak? Kürt Özgürlük Hareketi'ni ezme, Kürtlere hak tanımama politikası karşılığında! 2007'deki Dolmabahçe mutabakatı kesinlikle buna dayanmaktadır.

Mezara kadar götürecekleri sır; Kürtlerin ölümü, Kürtlerin yok edilmesi üzerinden yapılan anlaşmadır. Zaten sıradan bir politikacı bilir; Türkiye geçekliğinde bu kadar önemli ve mezara götürülecek bir sır, Kürt politikası dışında ne olabilir? Kürt sorunu dışındaki her şey önceden açıklanabilir. Sadece Kürt sorunuyla ilgili bir konu mezara kadar götürülebilir. Çünkü bu çok stratejik bir konudur. En temel ulusal strateji Kürtlerin Türkleştirilmesi konusudur. Anlatırlar; ne kadar doğru, bilemeyiz; idam edilmeden bir süre önce Menderes'e, 'Türkiye'nin en temel sorunu nedir?' diye sormuşlar. Menderes de "Kürt sorunudur" demiş. Mezara giderken adama soruyorlar, 'sen devlet adamısın bilirsin' diye; o bile "Kürt sorunudur" diyor. Kürtler üzerindeki bu kirli anlaşma topluma yayılırsa Kürtler buna tepki duyacaktır. Kürtlerin duymaması gereken bir şeyi, önemli bir sır olarak götürüyorlar mezara. O nedir? Kürtlerin ezilmesi, Türkleştirilmesi ve bu sorunun ortadan kaldırılmasıdır!

 
                          Mustafa KARASU (Hüseyin Ali) ve KCK Üyeleri



 

geri çekilme sürecini, yaşayan gerillalar anlatıyor :

 

Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın 21 Mart’ta milyonların tanıklığında açıkladığı çözüm projesi ardından, ‘geri çekilme’ yani gerilla güçlerinin Türkiye sınırları dışına çıkması tartışmaları ön plana çıktı. KCK, 23 Mart’tan itibaren geçerli olduğunu ilan ettiği ateşkes açıklamasında, Hükümet ve Parlamento’nun sorumluluğunu yerine getirmesi durumunda bu süreci başlatacaklarını bildirdi.

KCK, daha önceki ateşkes ve 1999’daki geri çekilme sürecini örnek veriyor, bunun için yasal çerçevenin zorunluluk olduğunu ortaya koyuyordu.

KCK Yürütme Konseyi Başkanı Murat Karayılan, 99 yılında yaşananları hatırlatarak Kürt tarafındaki endişeleri şu sözlerle özetliyordu:

“Güçlerimiz 1999 yılında çekildiğinde tuzağa düşürüldüler. Hepsi bir alanda kuşatıldı. İkincisi, kimse sahip çıkmadı. Orta yerde kaldı. 5 yıl tek bir mermi patlamadı, fakat çözüm iradesi gelişmedi. Devlet Kürt sorununun çözümünde daha köklü bir adım atmadan, sadece hukuki bir zemini oluşturacak bir yasayla düzenleme yapacak. Bu şekilde geri çekilmiş olacağız.”

1999’daki geri çekilme süreci, bazı eyaletlerde ayları buldu. Bu zorlu yolculuk boyunca gerilla güçleri sürecin sabote olmaması için ateşkes pozisyonunu korurken, sayısız operasyonla karşılaştı; pusulara düşürüldü. Bu operasyonlarda yüzlerce gerilla yaşamını yitirdi.

ANF, ‘99 geri çekilme sürecini yaşayan gerillalara ulaştı. Bugün Kürt tarafının kaygılarını ve yasal çerçeve talebini daha da anlaşılır kılacak ‘99 geri çekilme sürecini, o süreci yaşayan gerillalar anlattı.  

4 AY 5 GÜNLÜK ZORLU YOLCULUK

ÇEKO ŞİMAL: Geri çekilme kararı bize resmi toplantıyla iletildi. Çemişgezek bölüğündeydik. Bizler savaşla bu örgütü tanıyan bir güç, savaşa katılan güçlerdik. Bir taraftan çekilme için hazırlanıyoruz, güç örgütlenmesi yapıyoruz, bir taraftan bu tür tartışmalar var. Yol düzenlenmeleri yapıldı. Bu düzenlemelere göre herkes Amed eyaletine yetişecek denildi. Dersim’den Erzurum’a iki gecelik yoldur, ama bu düzenlemelerle beraber operasyonlar başladı. Ovacık’a yetiştiğimizde Karaoğlan taburu, Ovacık yatılı komutanlığı, Şilyazı komutanlığı, bunlara bağlı güçler, bir de Turnuva Karakolu ve bunlara bağlı güçler harekete geçtiler. Yani bu bilgiyi almışlardı, grubun Doğuya geçmesini engelliyorlardı. Yol hattını kesiyorlardı. Oradaki geçiş hattı çok sınırlıydı. Arazi çok asi bir arazi. Gerillacılığa elverişli bir arazi, ama belli başlı geçiş hatları var, bunlar tutuldu mu, ulaşmak için eyaletin etrafını dolanmak zorundasın.  Böylesi bir zorluk, bir de yoğun güçler var, hepsi peşi sıra. Yani peşi sıra olduğundan dolayı, arazi dilimi belli. Bundan dolayı da bir yoğunluk oluşuyor. Düşman da bunu biliyordu, onun için yoğun pusulamalar başladı. Ön hattı kesmeler başladı. Böylelikle grup ovaya yetişti, iki günlük yolu yaklaşık bir haftalık bir süreçte giderek kendimizi doğu karargâhına ulaştırdık. Doğu karargahına ulaştığımızda ise, orda Kemal Zap arkadaşla buluştuk.

Erzurum eyaletini operasyona takılmadan aştık. Amed eyaletine ulaştık. Murat suyunu geçtik. Hemen her gün, her grup ya pusuya düşüyor ya da pusuyu aşıyorduk. Ya noktaya girince operasyon yiyor, ya operasyonu aşıyorduk. Yani kedi, fare oyununa benzer bir durum. Bundan dolayı, Dersim eyaletinden Çemişgezek’ten Güney’e yetişinceye kadar, 4 ay 5 günlük bir süreç yaşadık. Şehit Remzi’ye yetiştiğimizin ikinci günü operasyon yedik. Operasyondan önce uçaklar geldi,  sonra kobralar vurdu, sonra skorskylerle indirmeler yaptılar. Biz operasyonu fark eder, etmez, Şehit Remzinin alt taraflarına kaydık. Temasa girmedik.  

Bundan sonra Mava’ya geçeceğiz. Ama önce Kozluk geçilecek. Ova geçilecek. Beşiri’yi geçeceğiz. Grup ovada kalmış, temas yaşanmış, karakollar Golav’ı yaklaşık, iki-üç saat geçtikten sonra Batman’ın kaşı tarafındaki karakollara görüntü verdik, tankın termaline görüntü verdik. Cihazda; “görüntülerini aldık, atış talimatı istiyoruz” denildi. Tankın sorumlusu cihazda bunu söyledi. Durum böyle olunca, gruptan bir grup arkadaş çıkarılıp, hemen o tankı taciz atışına almak, grubu o ovadan kurtarmak için plan geliştirildi. Kurye olan Pale arkadaş iki arkadaşı yanına alarak, tank gücünü taciz ateşine tuttu, grup gideceği istikametin tersine dönmek zorunda kaldı. Böylelikle grup yaklaşık 3-4 gün, o ovada kaldı. Hem Kozluk, hem Beşiri hattında.

Kozluk, Beşiri hattı biliniyor, ovadır. Düşman geri çekilme bilgisini almış, bundan dolayı da tüm ağırlığını o geri çekilme hattına vermişti. Tank pususundan kurtulmak için, farklı bir istikamet kullandık, ama gittiğimiz istikamette de zaten pusu vardı. Bundan dolayı da biz tekrardan, Z harfi çizmek zorunda kaldık. Ovada kaldık, ovayı aşamadık. Ova dediğim yer, öyle bir şey ki, köy tarlalarıdır, yer yok, orman yok. 20-30 kişinin kalabileceği bir arazi koşulu yok. Böyle olunca biz tarların kenarındaki, su arıklarında arkadaşları yerleştirdik. Her arkadaşı böyle, sırt üstü uzatmışız o su arıkların içerisine, “akşama kadar kimse hareket etmeyecek” demişiz. Birgün akşama kadar o arıklarda kaldık. Çok ilginç bir tesadüftür ki, tarlanın etrafında yerleştiğimiz o su arıklarına köylü gelip tarlayı sürmeye başladı. Bir taraftan “köylü gördü mü, görmedi mi?” tereddüdü var. Bir taraftan hareket edemiyorsun, zaten karakollar yakın. Böylesi bir zorluk var, akşama kadar sırt üstü, uzanmış halde bekledik su arıkların içerisinde. Arkadaşların üstünü toprak, kuru yapraklarla örtmüşüz. Akşam karanlığı çökünce oradan ayrıldık. Mava tarafına geçeceğiz.  

Şafak vaktiyle büyük suya yetiştik. İyi ki biz geç kalmışız. Bir pusuyu aşarken, diğer pusudan kurtulduk. Eğer o pusuyu aşmış olsaydık, bir şekilde geçmiş olsaydık, Dicle’de pusuya düşecektik. Öylelikle o ovada hareketsiz kaldık. Resmen toprak attık, üzerimize. Gerillacılık açısından, o güç için elverişli bir arazi değildi. Ama ona rağmen, çok inceden bir kamuflaj yaptık.

Dersimden Mava’ya yetişinceye kadar iki buçuk aylık bir süreç geçmişti. Normalde yürüsen, en fazla 20 günde ulaşılacak bir yer. Biz iki buçuk ayda ulaştık

Grup, Dersim eyaletinin bir ucundan yola çıkmıştı, hemen hemen bütün kuzey eyaletlerini dolaştı. Kürdistan’ın en meşhur yerlerini, gerillacılığın yapıldığı tüm yerleri gördük. Görmek zorunda kaldık, çünkü düşman operasyonları bunu dayattı. Böylelikle güneye geldik. Ne olursa olsun, önderliğe olan sadakatimiz tekrardan ispatlandı.

                                Yürüyüş kolundan bir kare


GÜÇLERİN ÇEKİLECEĞİ ALANLARA DA OPERASYON DÜZENLEDİLER

SOZDAR AVESTA: Geri çekilme sürecinde Botan’daydım. Önderliğimizin esareti ile birlikte, 1998 ateşkesi fiili olarak sona ermişti. Başta Botan eyaleti olmak üzere Kürdistan’ın birçok alanında onlarca militan, fedai eylem önerisinde bulunmuştu. Botan’da da militan yapımız fedai eylem için başvuruda bulunmuştu. Botan’da 1999 Mart ayında Şehristan arkadaşımız (Nezahat Boyacı) Batman’da fedai eylemi gerçekleştirmişti. Onlarca arkadaşta bu temelde eylem yapmak için sırada bekliyordu. Baharla birlikte her alanda mücadelenin tırmandırılması gündemdeydi. Botan eyaleti de kapsamlı bir hareket plan içerisindeydi. Bir süre sonra kısa bilgiler sonucu başta Önderliğimizin feda eylemleri durdurduğu bilgisi geldi. 2 Ağustos’ta da geri çekilme süreci tartışmaları başladı. Var olan eylem planlamaları durduruldu. O zaman güçlerimizin durumu, yaklaşımlarında ciddi bir belirsizlik vardı. Ne olacak biçiminde kaygılar vardı. Sınır dışına çekilme ilk kez oluyordu. Bunun ciddi riskleri beraberinde getireceğini, Türk devletinin bunu bir komplo olarak değerlendireceği yönünde bütün güçlerimizde kaygı ve endişe vardı. Fakat diğer yandan da Önderliğimize olan derin bağlılık, inanç, güven nedeniyle bu karara bağlı kalacağını, harfiyen uygulayacağı biçiminde bütün komuta ve savaşçı yapımız yaklaşımlarını belirledi.  Bunun için Botan’da ilk defa güçler bir araya getirildi, güçlerin bir kısmı güneye geçecek şekilde belirlendi, bir kısmı ise Dersim, Erzurum, Mardin, Amed gibi eyaletlerden gelen güçleri karşılamak için kaldı. Çünkü önemli oranda bir güç kış koşullarından dolayı Güney’e yetişemeyecek Botan’da kalacaklardı. Buna göre hazırlıklara başlandı.  Ve bu temelde Ş. Adil arkadaş bir taburluk güçle Kuzeye en yakın olan Haftanin alanına geçti. Diğer güçlerimiz de kademe, kademe peyder pey geri çekildi. İçeride kalan güçler ise, bahara kadar hiç bir eylem yapmadan bekleyecekti. Fakat bunu hemen belirteyim, bu süreçte düşmanın operasyonları kesinlikle hiç durmadı. 17 ağustos Düzce depremi olmuştu, hatırlıyorum o dönem hareketimiz bir açıklama yapmıştı, ihtiyaç varsa güçlerimizin de destek verebileceğini, yardım edilebileceğini iyi niyet gösterisi olarak ortaya koymuştu. 18 ağustos akşamı Fereşin’in Berê Perik dediğimiz alana çok kapsamlı bir nokta operasyonu gerçekleştirdiler. Orada çıkan çatışmada iki arkadaşımızın şehit düştü, üç dört arkadaşımız yaralanmıştı. O zaman aslında geri çekilmeyi zorlaştırmak için her alanda operasyonlar devam etti. İçinde Ş. Sosin arkadaşın da içinde bulunduğu bir grup arkadaş Metina’da o dönem tank Pususuna düştü. Hem karadan, hem havadan operasyonlar sürüyordu. Yine  Metina ve Garê’de  de onlarca arkadaşımız şehit düştü. Avaşin hattından başlayarak güçlerimizin geri çekilmesini zorlaştırmak için sınırın ön hatlarında operasyonlar başlatmışlardı.  Operasyonun bir kısmı bu hatlarda devam ederken, tabii diğer bir kısmı da iç hatlarda Amed, Dersim, Erzurum ve Garzan’dan yola çıkan güçlerin geçiş güzergahlarında düzenleniyordu. Bildiğim kadarıyla, 300’ün üzerinde bu geri çekilme sürecinde güçlerimizin şehit düştüğüdür. Özellikle de Garzan’dan gelen gücümüz kapsamlı operasyonlardan kaynaklı alanımıza ulaşamadı, yolda şehit düştüler. Ben o dönem Botan’da olduğum için Amed’ten, Dersim’den gelen arkadaşlarla çeşitli toplantıları bizzat yaptım. Bütün güçlerimizin içinde bulunduğu psikoloji ve yaklaşım; Önderliğimizin talimatıdır, onun için gidiyoruz. Fakat kesinlikle Türk Devleti tarafından bu sürece doğru yaklaşılmayacağını gereken adımları atmayacağı kaygısı ve endişesi söz konusuydu.

Amaç bizi güçsüzleştirip tasfiye etmekti, Önderliğimiz esaret altındaydı. Gerillayı da darbeleyerek hareketi zayıf düşürme yaklaşımı devam etmekteydi.
 
                                              SOZDAR AVESTA (Yıldız Durmuş)

BİZE SÜRECİ ANLATAN KOMUTANIMIZ PUSUDA ŞEHİT DÜŞTÜ

ZİLAN TOLHİLDAN: 1999 yılında Amed eyaletindeydim. Geri çekilme stratejimizin değiştiği bir süreçte gerçekleşti. Yoğun bir savaş ve operasyonların geliştiği bir süreçti.

Başta ne stratejiye, ne de geri çekilmeye anlam veremeyen bir durum vardı bizde. Bulunduğumuz alana bakan arkadaş stratejik değişikliği anlatarak kavratmaya çalıştı. Hevidar arkadaşın yaptığı bu toplantının bize Önderliği ve süreci kavratmada önemli bir yer tuttuğu kesindir. Karara bağlı olarak geri çekilme  sürecini başlattık. Amed’de kesintisiz operasyonlar, yönelimler yoldaşlarımızın şehadeti bizde manevi açıdan oldukça zorlayıcı oluyordu. Düşmanın yürüttüğü kirli bir savaştı. Bir kaide kural yoktu. Ama özgürlük hareketinin bir amacı ve hedefi vardı. Bunun için ateşkes süreçlerine, Önder Apo’nun attığı askeri ve siyasi adımlara gerillalar olarak sonuna kadar katılmışızdır. 99’da da böyle oldu.

Geri çekilmede birçok operasyon olmasına rağmen, elimizden geldiğince sürecin sabote edilmemesi için oprasyonlara takılmamaya özen gösteriyorduk. Duyarlı-dikkatli yaklaşımlarımızdan dolayı temas yaşamadan o operasyon ve pusuları atlatabildik. Geçtiğimiz bütün alanlarda gerek teknik ve gerekse de karadan operasyonlarla Türk ordusunun takibindeydik. Biz pusuya takılmadan Güney’e geçebilsekte, bizden önce ve sonraki gruplar pusuya düştüler, kayıp verdiler.

Sürecin sekteye uğramadan devam etmesi için, biz oldukça kendimizden feragat ettik,  barış ve çözüm adımlarının gelişip önderliğin başlattığı sürecin olumlu yönden sonuçlanması için, itinayla yaklaştık. Meşru savunma hakkımızı kullanamadık, barışa dönük oluşan havanın gelişmesi için çabalıyorduk.

Geri çekilme sürecinde çok fazla kayıp verdik. Geri çekilmede sürecinde şehit düşen bazı arkadaşların da daha sonra cenazesi bulundu.  Net olarak sayısını hatırlamasam da yüzlercesi vardı diyebilirim. Bizden sonra Amed’den çıkan grup Hevidar arkadaşın grubuydu. Bu kadar arkadaşı ikna ederek tartışarak, bu kararı bizlere kavratarak göndermişti. Geri çekilme sürecinde Sason’da Golav’da atılan pusuda şehit düştü. Vurulduktan sonra bir süre yaralı kalıyor, o zaman da sonuna kadar Önderliğin kararına bağlı olduğunu söylüyor. Bugün de şehit düşen yüzlerce ve binlerce şehidimizin ve verilen bütün değerlerimizin, başta da bu hareketin mirasına ve yaratılan değerlere bağlılığın gereği kararlılığımızı ve iddiamızı ortaya koyuyoruz.

 
                                            ZİLAN TOLHİLDAN (Zeynep Kınacı)

ON BİR OPERASYON ATLATTIK ON İKİNCİSİNDE…

ZAFER RUHA: 98-99 yıllarında Dersim’deydim. Ateşkesin ilan edildiği gün, Ovacık ’a bağlı Karadere diye bir alanda bir yer var, oradaydık. Toplantılar yapıldı. Sayımız 350 civarıydı, 70 civarında arkadaş kalacaktı. Düzenlemeler, planlamalar yapıldı. Tartışıyorduk, soruyorduk, niye geri çekiliyoruz diye. Ben şunu düşünüyordum; biz gideceğiz eğitim alarak daha iyi örgütlenerek geri geleceğiz! Kademeli olarak geri çekilme planlandı. Karadeniz’den Koçgiri’ye, Dersim, Amed ve diğer eyaletler kademeli olarak çekilme olacaktı.  Koçgiri’deki arkadaşlar, -Alişer Koçgiri arkadaş da o zaman oradaydı- gelinceye kadar defalarca operasyon atlatmışlardı. Dumanlı dağlarda, Karasu üzerinde, Erzincan sınırında pusuya düşmüşlerdi. Biz ateşkes ilan etmişiz, karşı taraf bunu güçsüzlük olarak algılıyor, ‘fırsat bu fırsat, ne kadar öldürsek kardır’ diyordu.

Dersim’de Ali Boğazı bilinen bir yer, arazisi görkemli. Türk ordusunun kolay kolay giremediği bir alandır. 98 öncesinde çok ender vadinin içine inebiliyordu. Geri çekilme sürecinde Ali Boğazı ağzında Amidka Karakolu var. O karakoldan bir bölük asker, vadinin içindeki patikadan geliyor. Biz süreç gereği çatışmaya girmeyeceğiz diyoruz.  O zaman meşru savunma nasıl olur tam öyle bir anlayışımız yok. Normal bir süreçte bir manga arkadaş o bir bölük askeri darmadağın ederdi. Ama yapılamazdı. Bir tuzaktı aslında. Bizim üzerimize gelinecek, süreç sabote ediliyor. Arkadaşlara rastlasalar bile çatışmaya girilecek, imha edecekler. Kısacası her iki durumda da kazanacaklar kendilerine göre. Ciddi bir ruhsal savaş yürütüyorlardı. Her yerde pusular var, geri çekilme sağlıklı yapılamıyordu. Planlamalar aksıyor, şehadetler yaşanıyordu. Kuryeler var randevu veriyorsun bekliyor, pusu olunca gecikiyorsun plan erteleniyor. Bu sefer başka operasyonlarla karşılaşıyorsun.

Geri çekilme Eylül’de başladı, ancak biz Kasım’da ancak çekilebildik. Dersim’den Kurtalan’a 72 günde geldik. 11 operasyon ve çatışma atlattık, 12’ncisinde yakalandık. O operasyonda 10 arkadaş şehit düştü. 6 arkadaş da sağ olarak ele geçti. Ben de yaralı olarak yakalananlar arasındaydım. 4 yıl Siirt’te, 8 yıl da Amed’de cezaevinde kaldım.  2011’de çıkıp yeniden dağlara geldim.

Birçok arkadaşımızı, komutanlarımızı şehit verdik;  Şehit İsa, Şehit İbrahim, Botan, Şevger arkadaş. Onlar savaşımızın gerçek anlamda kahramanlarıydılar.
 


 ZAFER RUHA

HASTANEYE 60-70 YARALI GETİRİLDİ

MEDYA ALMAN: 1999'da Süleymaniye Hastanesindeydim, o zaman Önderlik iyi niyetini ispatlamak için büyük bir adım atmıştı ve Kuzey sahasındaki gerillaların geri çekilmesini istemişti. Geri çekilmeden sonra, yol sürecindeki operasyonlarda yaralananlar hastaneye getirilmişti onları gördüm. Sadece bizim hastaneye 60-70 yaralı getirildi, ki başka hastanelere götürülenler de vardı. Yol boyunca neler yaşamışlar dinledik. Her şeye rağmen gerilla tarafında vicdanı rahattır. Bugün de yanlış görmüyorum. Tabi ki keşke karşı tarafta o dönem olumlu karşılık verseydi, iki taraflı bir şeye dönüşseydi. Süreç şimdi daha farklı olabilirdi.


 
 
 
 
M U S T A F A B İ L G İ N
Ohal Bölgesinden Kareler
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol