"Dikkat Önemli"
'' O ğ u z 33 '' T i m i 90'lı Yıllarda Terörle Mücaadelenin İçerisinde Yer Almış, Dillere Destan '' O ğ u z 33 '' Timin Yaşadıklarını Anlatan Sitemize Hoş geldiniz, Sizleri Burada Tutabilmek İçin, Yapılması Gereken Her Şey Yapıldı, Umarım Kaldığınıza Değer...!!!>'' O ğ u z 33 '' T i m i
   
  ‘Oğuz33’ Timi
  SINIR ÖTESİ OPERASYONU
 

'
oğuz33' timi

 
 "oğuz33" timin yiğit neferleri

     "bu satırları okurken biliniz ki hepinizle sessiz sedasız ve tek tek helalleştik"



 
 
"bence"
 kafa kafaya gelip kan dökerek çarpışacağımıza
kafa kafaya verip ter dökerek çalışmalıyız


Kartal Tepesinde
(üç yürekli genç)


  "analarımız birimizi mert, diğerimizi namert doğurmuş"

Şehit Murat
(21)
Gazi Mustafa
(25
Terörist Ali
(18)
 

Dikkat:

 

bu çalışmada, yer alan kişi, mekan ve olaylar, hayal mahsulü olmayıp, yaşandığı gibidir,

ayrıca çevreye zarar verilmiştir,
yani insanlarla birlikte hayvanlarda ağaçlarda toprakta acı çekmiştir

 

İthaf:

bu kanlı çalışmayı has bölük komutanım şehit hakan’a

vatan sevgisini yüreğine işleyen tim komutanım şehit oksan’a

anadolunun yağız delikanlısı kadim dostum şehit murat’a ve

'oğuz33' timin diğer kahramanlarına armağan ediyorum…



 
"anlatacaklarımda "anlaşılmam" ve kaale alınmam için,
Allah’ım sen bana yardımcı ol"


 
 



 
 

 


 
 
bildiğim tanıdığım zalim dağların bağrına, bir bir düştüğünden,
size kimden selam vereceğimi bilmiyorum,
ama okuyucu olarak, onlara bir vefa borcunuzun olduğunu biliyorum.


 


 
 



 
 
"yarabbim bu kuluna bir daha "operasyon" anlatmayı ve
böyle bir kanlı çalışma yapmayı nasip etme"

Şehit Hakan Üsteğmen
(Bölük Komutanım) 

   
  Şehit Oksan                      Şehit Murat                         Şehit Bulut
(Tim Komutanım)        (Kan Kardeşim-Badim)              (Habercim) 
1129.jpg 
Ve 'oğuz33' timin diğer isimsiz kahramanları...
  
 

"Allah’ım kıymayıp, balama bağışladığın, can için, sana hamd olsun"

















benim gözüm, iki gözüm;
oğluma…



"evlat; sana yara ve acıdan başka bir şey bırakmadığım için affet"
         


"anlatacaklarımda "kaale alınmam" için

Allah’ım sen bana yardımcı ol"

 

 

 

Bu çalışmada neler okuyacaksınız…

 

29 Eylül gecesi Şemdinli Derecik karakoluna 600’den fazla teröristin saldırmasıyla 28 şehit verildi, komutanı ise karakolun bayrak direğine asarak şehit etmişlerdi çünkü silahlı çatışmalar öğlen vaktine kadar tüm mevziilerde korkunç şekilde sürdüğünden ve takviye birlikler engellediğinden, kaybımız bu denli büyük olmuştu ama silahlı helikopterlerin, devreye girmesiyle 200 kadar terörist etkisiz hale getirilmişti, geri kalanlar ise sınırlarımız dışındaki kamplara kaçmışlardı. Kahramanlarımızın dökülen, her damla kanın hesabını, sormak ve karakol komutanın, beylik tabancasına varıncaya kadar, dağa kaldırılan mühimmatımızı, bulabilmek için, Irak’ın kuzeyindeki Zap bölgesine kaçan eli kanlı canilerin peşine düştük. İşimiz zordu lakin başarmalıydık aksi taktirde ettiğimiz yemine sadık kalmayacağımızdan toprağın bağrındaki, silah arkadaşlarımız huzur bulamayacaktı. Sizlere masal anlatmaya cam ama sıkmamak adına, hikaye tadındaymış gibi, yaşananları anlatmaya çalışacağım. Ticari açıdan değeri olmayan bu kanlı çalışmaya kahramanlarımızdan birinin ismini vermeyi düşünüyordum lakin o kadar çok kahramanlıklar yapıldı ki hangisini yazacağıma karar veremediğimden hepsini yazdım, yine de sığdıramadım. Yok olma korkusuyla, yaşadığımız felaketleri anlayacağınızı ümit eder ifade hatalarım için siz değerli okuyucudan, şimdiden af dilerim, göstereceğiniz alaka için teşekkür eder, saygılarımı ve şükranlarımı sunarım…

 

 

 

 

         05 Mayıs

        Mustafa BİLGİN

 

 

 

 

 

"yarabbim bu kuluna "operasyon" anlatmayı

bir daha nasip etme"

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Okuyacağınız konu başlıkları

      

              

      Asayiş Komutanlığının emri ile sınır ötesi operasyonu

 

      Operasyondaki ilk kapışmamız başlıyor

 

      Jetlerimiz teröristlerin inlerine ve mevziilerine bomba yağdırıyor

 

      Alayın en gözde kahraman "oğuz 33" timi

 

      Çarpışarak ölmek istiyoruz

 

      Teslim ol diyorum ama yararı olmuyor

 

      Etkisiz teröristi, güvenlik için, tekrardan etkisiz kılıyoruz

 

      Taburun sıkı askerleri

 

      Girilmez denilen yerlere 12 sıkı askerle giriyoruz

 

      Sınırlarımız dışında canlı olarak ele geçirilen ilk terörist

 

     Örgütün tam donanımlı hastanesini yerle bir ediyoruz

 

     Tabiat ananın ağzımıza ettiği günlerimiz başlıyor

 

     Cephane sandığında, ot kaynattığımız günlerimiz

 

     Peşmerge askerleriyle ticaret gibi alış veriş yapıyoruz

 

     Teröristler çatışma alanında afyonlu askerimizi esir alıyorlar

 

     Ev dönüş başlıyor

 

     Dönüş yolundaki saldırıdan çekilmek zorunda kalıyoruz

 

     Dönüş yolunda pusuya düşüyoruz

 

     Vurulduğumu sandığım için sevindiğim anlar

 

      Kara Muradımız vurularak, bizleri çaresiz durumda bırakıyor

 

      Bölük komutanımız cehennemin içerisinden bizleri alıyor

 

      Şehit Murat’ın annesine hitaben yazmış olduğu kanlı mektubu

      Çayırlı Karakolun çinkolu çatısı görünmeye başlıyor

      Saldırıya uğrayan sınır karakollarımız 

      Zap bölgesine düzenlenen operasyonumuzun gerekçesi


Okuyacağınız konu başlıkları

 

 

 

 

 

 

 

"vatanımı ülkümden, çok sevmektir, demek yetmez,

fedakârlık ve kahramanlıkta ister"

 

 

 

 

 

 

 
 

 

I.

Bölüm

Sınır Ötesi Askeri Operasyon

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

"gittik gördük yaşadık ve döndük ama unutmadık,

ne gördüklerimizi, nede yaşadıklarımızı"

 

 

 

 

 

 

"eve dönüşte, belki tam olmayacaktık

 ama girilemez, denilen yerlere cevabımız olacaktı"

Asayiş Komutanlığının emri ile sınır ötesi operasyonu:

Sene 92, aylardan ise, dağdaki çoban dayının deyimiyle; 'püçü meh' yani; çürük ayların, başlangıcı olan, ekim-kasım aylarıydı. Hudutlarımız dışına icra edilecek ilk hava destekli operasyonumuzun resmi görevi; kuzey Irak’ın zorlu coğrafyasında yer alan, ünlü zap bölgesine girerek başta şivi kampı, olmak üzere, PKK’nın diğer, yer altı ve yer üstü, oluşumlarını bulup, imha etmekti. Şivi örgüt gruplarının donanımlı olduğu kamptı çünkü ölümsüzler ya da şimşekler diye tabir ettikleri özel taburdan oluşan çapulcu sürüsü bu kampta bulunmaktaydı ayrıca Hakkari-Şırnak sınır hattındaki bazı birliklerimize yapılan saldırılar ve sızmalar da bu kamp üzerinden yapılmaktaydı yani Derecik karakolunda vahşice şehit edilen 28 kahraman vatan evladın katilleri bu bölgede cirit atmaktaydı dolayısıyla zorlu operasyon bizi bekliyordu özellikle önümüzde çürük ayların olması ve askerlik hizmetin 18 aydan 15 aya düşürülmesi açımızdan daha zordu çünkü çetin doğayla mücadelenin yanında, erken terhis olan, deneyimli bazı arkadaşlarımızın yerini doldurmaya çalışan yeni askerler operasyon eksikliğinden dolayı acemiydi yine de girilemez denilen yerlere, hukuk içerisinde, bir cevabımız olacaktı. Operasyonumuzun kişisel amacı ise sınırlarımızdaki karakol saldırılarıyla gönderdeki bayrağımızı indiren kansızlardan, karakolun genç komutanını bayrak direğine asarak şehit eden katillerden ve komutanın belindeki beylik tabancasına varıncaya kadar mühimmatımızı dağa kaldıran hainlerden gerekirse tek tek ya da top top şeklinde hesap sormaktı çünkü Derecik karakoluna yapılan saldırıyı caniler videoya kayıt etmişlerdi özellikle kahramanlarımıza ait silah ve teçhizatı, görsel yayınlarda gördüğümüzden, hepimiz ezilircesine derinden kahır olmuştuk dolayısıyla aht ettik canımız pahasına da olsa gasp edilen silahlarımızı bulacaktık aksi taktirde toprağın bağrındaki şehitlerimiz huzur bulamayacağından hiç birimiz rahat etmeyecektik.
Zap: Doğu Anadolu Bölgesi'nden doğup Türkiye sınırları dışında Dicle Nehri'ne ulaşan akarsudur
 
                             Zap bölgesinden kareler

"kurşun kusan dağlarda, sürek av mevsimi başladı,  
hadi rastgele
"

"dağlarda insanın delirmemesi,

aklının değişmemesi elde değil"

Hazırlıklarımızı çayırlı karakolunda yaptık Bolu ve Kayseri’nin komandoları ise, diğer sınır birliğimiz olan hakan tepe karakolundan şaşırtma taktiğiyle harekata destek olacaklardı, köy korucuların malzemesini üst bölgesinde dağıttık, sanki seferberlik ilan edilircesine, bu denli, maliyetli ve kapsamlı güçle, zap’a saldıracaktık ama nerden bilecektik, sadece 12 sıkı askerin, girilemez denilen yerlere girerek, ortalığı hallaç pamuğu gibi dağıtacağını. Son dem hazırlıklarımızın tamamlanmasıyla, komutanımız tıpkı bir tenor gibi evlatlarım; buralara gelmekteki maksadımız, arkadaşlarımızın dökülen kanların hesabını, hainlerden sormaktır, elbette ki zorluklarla, karşılaşacağız ama takım ruhuyla, üstesinden geleceğiz. Komutanımızın yaptığı kinayeli konuşmasından sonra pazarcı megafonu yutmuşçasına sağ ol diye kükredik yani kuvvetimiz yerinde olduğundan aslan kükreyişimizle ortalığı inlettik akabinde karakolun görevli askerlerin sloganları eşliğinde 49 no’lu sınır taşından yürüyüşümüze başladık, yani ucunda ölüm olan yürüyüşümüzle, anavatanımızdan koptuk. İntikalimiz sırasında, sınır birliklerimizce atılmış ama patlamamış, kol büyüklüğündeki, birçok işaretli, mühimmatı gördüğümüzden, çevresinden dolaşırdık, çünkü şansımıza patlayabilirdi. Dağların sıra sıra dizilişinden çok yokuşlarına hayret ediyorduk, nasıl olur da insan gücüne dayalı bir savaş buralarda yürütülebilir diye yani dağları inim inim inletmemiz için düzeni ve komandoluğu bir tarafa bırakarak delilik yapacaktık yoksa gözümüzün yaşına bakmaz koca dağlar bizi inim inim iletirdi çünkü ilginç yerlerden inip çıkmaktan bazen ıslık dahi çalamıyorduk. Vatanın ağır yükü gibi sırtımızda taşıdığımız malzememiz yaklaşık 35 kg’dı bu eşek yükünü çekmek zorundaydık aksi halde kumanyayı az alırsan aç kalırsın, mühimmatı eksik alırsan, beterini yaşarsın, çelik yeleklerimiz ise, soluğumuzu keserdi, özellikle inişlerde, bu levhalar altında, bacaklarımız acıyla titrediğinden kimi askerimiz; seni icat edenin diye uçuruma fırlatırdı.

 Operasyona katılan Doğan köyün koruyucuları

"çocuklarınız gülsün diye, 
çocuklarını ağlatan, kahramanlara ne yapsanız azdır"

"dağlarda ya taraf olacaksın,

 ya da bertaraf olacaksın"

İntikalimiz sırasında güvenli nokta bulduğumuz an nefeslenmek için mola verirdik kimi askerlerimiz kısa tutuğumuz molalarda silahını baston gibi tutarak nefeslenirdi çünkü oturduğunda ağırlık arkaya kaçtığından ters dönmüş kaplumbağa durumuna düşerdi sonra da gül gülebildiğin kadar yine de yuvarlanmalar sonucu, yaralanmalar oluyorsa da özellikle rütbelilerin, başına gelenleri uzun tuttuğumuz molalarımızda espri konusu yapabiliyorduk. Önceden işaretlemiş olduğumuz hedefimize ulaşabilmek için sınırlarımızdan15 km. derinliğe indikten sonra onca yükün altında hamaliye işi yapar gibi tükendiğimizden adım atacak mecalimiz kalmamıştı lokmalarımızı çiğnemekte dahi güçlük çekiyorduk, öyle ki yanı başımda irice bir tarla faresi durmasına rağmen onu kovacak takatim olmadığından kendisine sadece bir parça peksimet atabildim oda ani sıçramayla kayboldu sanırım kumanyamın kokusunu aldığından yanımda duruyordu çünkü tarla fareleri kördür, sonuçta planladığımız üst bölgesine kör topal misali saat 22.00 gibi yerleştik. Geceyi geçireceğimiz bölge taşlık tepenin düz sırtıydı tabur komutanımız; 'bu dakka’dan sonra eşitiz oğlum' uyumak ve sigara, içmek yok, diye emir vermesine rağmen kendisi de fosur fosur içtiğinden; zıkkımlanacaksanız da korunu göstermeyin unutmayın ki açık arazide yakacağınız sigaranın alevi 8 km’den görünecektir diye kafamıza kafamıza sokmasına rağmen yine de gecenin ilerleyen saatlerinde, bir yolunu bulur, yasakları çiğneyerek, özellikle uyur ya da uykumuzu kaçırmak için sigaramızı içerdik, bazen de sigaranın korunu perdeleyebilmek için avuçlarımızın içini yakardık haliyle değil 8 km’den 8 mm’den feriştahı görüntü alamazdı zira bedeli neye mal olursa olsun sigaramız, babadan kalma miras olduğundan, dağlardaki tek lüksümüzdü özelliklede demli çayla tellendiğinde kalın sarılmış bir tütün dünyaya bedeldir ayrıca dağda sigaradan korkmak biraz abes kaçıyordu çünkü içmeyeni de vuruyorlardı yine de tütüne bağlı kalmak iradenin zayıflığını gösterir.

                  Eğitim sırasında sigara molası (Eğridir) 

"içeriden kaynaklanan, meselelerimizin çözümünü, dışarıda aramak,
ne kadar akıllıca bir şey ki?"

"dört mevsim, av yasağı olmayan dağlarda,

 niçin av yasağı, ilan edilmiyor ki"

Uyku tulumu olarak, panço battaniye, mat ve naylonumuz vardı, gecenin ilerleyen saatlerinde sırayla birbirimizi dinlendirmemiz gerektiğinden uyumak istedim ama tepede pis bir yel estiğinden uyuyamadım ne yaptıysam ve hangi yana döndüysem başaramadım. Bu operasyona mahsus, bizim time; iki tane ceset torbası verilmişti baktım olacak gibi değil gecenin soğuğundan korunmak ve uykunun belini kırabilmek için mevziimizdeki Murat’ın çantasının üstünde taşıdığı ceset torbasını alarak battaniyem ile birlikte kendimi içerisine attım. Sıcak tuttu tüm bedenimi sarması için fermuarı çekince naftalinden dolayı içerisi de berbat koktu dolayısıyla essin diye kafamı dışarı çıkardım gökyüzü gümüş parlaklığındaki yıldızlarla kaplıydı ve üzerime, düşecekmiş gibi görünüyorlardı, sanki bir şeylere, alametmiş gibi mızrak misali kayan ışıklı yıldızda oluyordu çok sürmeden ölümüm aklıma girdi, daha önceleri de ölümü düşünmüştüm ama böylesi ilk olmuştu, hazır mezar gibi ilk defa ceset torbası içerisine girmiştim ve kendimi tabutun içerisindeymiş gibi hissetmiştim, yani çatışma sırasında, şehit düşersem, sonrasın da olup biteni ve yaşanacak olan bazı felaketleri, hayal etmiştim.
(ölümüm üzerine yazmış olduğum senaryomu, bu çalışmamın içerisinde, ceset torbasındaki korkunç ölümüm; başlığıyla okuyabilirsiniz tavsiyede ediyorum zira kendinizden mutlaka bir şeyler bulacağınızı düşünüyorum.)

Adeta nefessiz kalırcasına sahnelemiş olduğum korkunç ölüm oyunundan galip çıkmış ve akabinde sabahla birlikte, bakır renkli güneşi görmüştüm. Sırtımızdaki malzemeyle, kol kanat çırparcasına, üst bölgesine, gece tırmanma sırasında düşmeler sonucu ciddi yaralamaları olan ve paçaları yemediğinden operasyondan yırtmak için ayağını kasten burkan ve uçuruma düşürdüğünden silahsız ortada kalan yarım tim kadar askerimizi helikopter ile gönderdikten sonra karakollardaki arkadaşlarımızın, canına sebep olan ihaneti etkisiz kılmak için, kaldığımız yerden intikalimize devam ettik.
  
                                
Operasyondan Kareler

"bu beter dağlarda, eğitim ve spor için değil, 
öldürmek ve ölmek için varız
"

"git evladım, yıllarca ben oğulsuz kalayım,

 şu yaralı bağrıma, kara taşlar çalayım"

Operasyondaki ilk kapışmamız başlıyor:

Karakol inşası için, milli bütçemizden gönderilen paralarla, yaptırılan ama kulübeden öteye geçmeyen ve birkaç silahlı peşmerge askerinin takıldığı, sınır gözetleme kulelerine ve İran-Irak savaşından kalma, silah mevziileri ile vurularak, pas içerisinde bırakılmış, bazı ağır silahları, yürüyüşümüz sırasında görebiliyorduk. Saatlerce dağ tepe yürüdük, yükümüz ağırdı ayrıca kahvaltı yapmamıştık, dolayısıyla mola için, üçer beşe şeklinde öbek öbek, sağa sola dağıldık. Çevremizde birden fazla hakim nokta vardı, buralara çıkmak, akıl kârı değil diye, içimizden geçirirken, bölük komutanın; yanına iki kişi al ve tepeye çık diye, emir vermesiyle, aklımıza gelen başımıza geldiğinden sırt çantalarımızı bırakıp, yola koyulduk ama kumanyalarımızı aldık. Güçlük dolu tırmanmadan sonra uzağı yakın eden havadar yerde, beraberimdeki iki arkadaşla, mevzii aldık ama diz kırmaktan, dizlerimizin bağı, kopmuştu lakin değmişti, çünkü manzarasıyla birlikte, ciğere dolan, temiz havası vardı yani tüm göğsümüzle soluk alıp verdiğimizden, insanı zinde tutan hava soluyorduk akabinde kahvaltı faslı için, harlı ateş yaktık çayırlı karakolundaki hemşerim aşçı ziya’nın vermiş olduğu 2 yumurtayı, tas içerisinde haşladım sonra da tokuşturarak arkadaşlara bölüştüm.

(anlatmaya çalışacağımız hikayemizin, ilham kaynağı olan, kan kardeşim, murat ve sınır ötesi operasyonumuzun gizli kahramanlarından biri olan hasandı mevziimdeki bu iki kişi, üçümüzde köy çocuğuyduk ortak tarafımız ise sivil hayatta elimizi neye attıysak başarı sağlayamamıştık yani tabiri caizse baltaya sap olamamıştık ama asker olduktan sonra işler değiştiğinden gönüllü olarak ön saflarda yer tutardık, haliyle başımıza gelmeyen kalmazdı çünkü her görev sonrası başarmanın onurunu yaşardık, bu iki arkadaştan beni özel kılan ise, aynı işi ben maaşla, onlar ise hayrına yapardı, umarım bu iki yiğit kardeşimin kahramanlıklarını, sizlere anlatmayı becerebilirim.)

                                         Moladan bir kare

"gözü yaşlı analar, dizlerine vurmaktan, 
 
artık yerinden kalkamaz oldu
"

"umut bir kere düştü mü, insanın içine,

 dur durak bilmez"

Türlü nevaleyle güne süper başladık, doğayla insan iççice olunca doymak nedir bilmiyor, zira sabahın köründe adam başı iki ekmek bitirdik, olsaydı daha da yerdik. Karnımızı doyurduktan sonra her şeye tepeden baktığımızdan ve gördüğümüz her şey gerçek olduğundan, karşımızdaki manzarayı izlemeye koyulduk beyaz bir binaya gözümün değmesiyle; aha kantin gidip cevizli sucukla, gofret alalım, murat ise; örgütün karargâhı olmalı diye, konuşmasını sürdürüyordu ki, hasanın; o galip ömer tevfik ayağıdır, 3-5 çapulcunun karargâhı olur mu? diye cevap vermesiyle birbirimize takıldık sonradan öğrendik ki Saddam’ın keyif çatmak için kullandığı yazlık sarayımmış ama keyfimiz uzun sürmedi zira toplanın komutuyla mahkuma girdiğimizden sıcak temas sağlandı daha doğrusu teröristler ateş açarak, zap vadisinde kopacak kıyametin fitilini ateşledi yani dövüş başladığından daha neler olduğunu anlayamadan ilk ateşle 5 kahraman arkadaşımızı kaybettik.

(kayıplar bu işin fıtratında var  yani bu bir savaştır ama kurşun sıkmadan kayıp vermek ciddi hatadır çünkü bedel ödememek için sıkı eğitim alıyorsun)

Teröristlerin gardını düşürmek için bir şeyler yapmamız lazımdı yoksa operasyondan çekilebilirdik çünkü bize saldıranlar cesurca hareket ediyordu. Timlerin manevra harekâtlarının durdurularak bombardıman emrinin vermesiyle mevziiyi dövdük lakin bazı ağır silahlarımızın barutu puf diye ses çıkardığından tutukluk yapar ve bizi zora sokardı ama yüreğimizde tutukluk yoktu, çünkü söküp atmıştık, dağlardaki tek korkumuz, arkamızdakilerdi.

(bu düşmanı alt edebilmemiz için anlaşılan yapılması gereken gecenin karanlığına sızarak karşı saldırıya geçmek diye, kendi kendime düşündüm.)

Çevresine hüküm süren bu tepeye kartal yuvası diyorduk o derece haşmetliydi eteklerinde binlerce mt. yerin altındaymış gibi kendimizi hissediyorduk yani top atsan erişmez, operasyonun ilerleyen safhalarında teslim olan öğretmen teröristten, öğrendik ki bu sırtın gerçek ismi, 'Kartal Tepesiymiş.
  
                      Operasyon Bölgesinden Kareler  

"seni biz değil,  
buraya gönderenler, öldürdü asker!!!"

"savaş demek, bombalama demek,

 toprakları yakıp yıkmak, olmasa gerek"

Jetlerimiz göğü yırtarcasına dalışlar yaparak bomba yağdırıyor:

İnsanüstü, fedakarlığımıza ve onca uğraşlarımıza rağmen, taburumuzun başına dertler, açan ve acılar yaşatarak, şehitler vermemize, neden olan,  Kartal tepesindeki mevziiyi hainlerle birlikte saf dışı bırakabilmek ve akabinde, operasyonumuza kaldığımız yerden, devam edebilmek için, Alay komutanımız istemeden de olsa hava desteği talebinde bulunmak mecburiyetinde kaldı zira düşman unsurlarıyla kısmen de olsa aynı noktadaydık. Hava desteği, inlerdeki karı kılıklı, teröristlere karşı, etkili olmayabiliyordu, çünkü hile ile tasarlanmış bazı hedefleri imha edebilmek için illaki yuvalarına girmek gerekiyordu ama psikoloji etkisi fazla oluyordu özellikle dalışlarda ses duvarını aşarak, göğü yırtarcasına çıkardığı sonik patlamalarla, ürkütücü olurdu ayrıca insanın, manevra hareketlerini kısıtlar, bulunduğu alanlara tabiri caizse mıhlardı bizlerde bazen hava saldırılarında tehlikeler atlatarak veya başımızı ellerimizin arasına alarak, korktuğumuz olmuştur. Çok sürmeden, gökyüzündeki ufuk çizgisinde, 2
 uçan meleğimiz belirleyiverdi soğuk terler basıp titremeye başladığımız anlarda gelen savaş uçaklarımızın sesi bizi sevince boğdu korkularımız kendiliğinden kayboldu askerlerimiz birbirilerine sarılarak komando naraları şeklinde tezahüratta bulundu, komandoların yaşamış olduğu, coşkuyu ve gururu, alay komutanımızda yaşamış olmalı ki gırtlaktan gelen hararetli sesle;
      yüzbaşım göreyim sizi taş üzerinde taş omuz üzerinde baş bırakmayın yıkın inlerini başlarına hiçbirini affetmeyin diye telsizinden emirler vererek bu duygusunu açıkça ifade edebiliyordu ama bizi bombalamaya geldiklerini nereden bilecekti ki? Yaşanan dehşet verici hava saldırıları karşısında panik halinde firar edercesine vadideki kuşlar ve özelliklede heybetli asil kara kartalar tıpkı mermi gibi zirvelerin en yükseğine kanatlarını silkeleyip yayarak ve kimisi de pençesindeki leşi havada bırakarak yuvalarından bir bir uçuşmaya başladılar.

"bu iş dört TTTT’yle olmaz, 
 
yani; tankla, topla, tüfekle ve tekmeyle çözülmez
"

"şimdi yaşıyorum ama önceki gibi değil,

 ölü hayat yaşıyorum"

Kartal tepesine jetlerimiz gümbür gümbür bomba yağdırmaya başladı kimisi, istediğimiz yere düştüğünden, göğsümüzü kabarttı, kimisi uzaklarda patlayarak tüüühhh boşa gitti diye canımızı sıktı kimisi de bulunduğumuz hat üzerine korkunç patlamayla düşerek sevincimizi kursağımızda bıraktı yani çevremiz toz duman oldu, bunun üzerine, Alay komutanımızın, yönlendirdiği savaş pilotları için, kıyameti kopararak ve hindi gibi kabararak; o jetler g...ze girsin, çekin gidin dengesizler diye, kullandığı telsizden sert tepki göstermesiyle uçaklarımız ayrılmak zorunda kaldı çünkü pilotlarımız bir sorti daha yapmış olsaydı kesin bizi bitirirdi, aslında atışlarda hata sıfırdı sadece koordinatlarda yanlışlık vardı hatta göğsümüzü kabartan atışlar için asteğmenimiz;
     —
 daşağınızı yerim adamsınız adam diye,
coşku dolu tezahüratlarından sonra hatalı patlamalar içinse;
     
 alarm oğlum alarm çabuk birileri 155 arasın hava saldırısına uğradık şeklinde esprilerini patlatmıştı. Düşen bomba sonucu yaralanan ve şoka giren askerimiz oldu, basınçtan dolayı dengemiz bozuldu çünkü adım atarken ayyaşlar gibi sarsak hareketlerle yürüdüğümüzden yer gök bizim için ters düz olmuştu, asteğmenimiz; korkan bazı askerlerimize; işeyin korkunuz geçer diye nasihatte bulunurdu. Hedefi tutturabilmek için jetlerimiz olabildiğince alçaktan uçuş yapıyordu, manevra kabiliyetiyle, operasyon alanına kısa aralıklarla, dalıp çıkıyordu çünkü yüksek irtifada istenilen bazı hedefleri imha etmesi mümkün değildi.

(menfaatleri için her ülke, dağa taşa ve toprağa bomba yağdırmaya hakkı vardır geçmişte olduğu gibi yarında bu durum uygulanacaktır özellikle millet alışverişte görsün hesabıyla yapılan bombardımanlar ormanın bağrındaki canlılara zarar verir bence gerekçesi ne olursa olsun asırlık ağaçların devrilmesi doğaya karşı yapılmış bir insanlık sucudur çünkü kurunun yanında yaşta yandığından ekosistemin dengesini bozuyor yani mezarlarla birlikte, fırsat bulamadığından, sıçrayamayan çekirgeler dahi yanıyordu.)

                             Hava saldırılarından bir kare

"ölümün kol gezdiği, bu dağlarda,
kelle koltukta gezer, anamız ağlar"

"düşman nerede?

 keşke sadece ve sadece, dışarıda olsa"

Alayın en gözde kahraman "oğuz33" timi:

Kartal tepesindeki teröristlerin üzerine, değişik tarzla, tekrardan gidilmesi için içerisinde bulunduğum 'oğuz33' timin koçbaşı gibi öne çıkmasıyla alay komutanımız sözlerine hava katmak için, kemikli yumruğunu havaya kaldırarak;
      lannn çakalarrr duyuyor musunuzzz, üstünüze aslan parçalarımı gönderiyorum haydi aslanlarım emiriyle tam imha için yeniden görevlendirildik
yani yıkım kararı alındığından sil süpür şeklinde mevziiyi teröristlerin başlarına yıkacaktık, görevimiz riskliydi zira aslan olmak kolay değildi. Sızma operasyonumuz için, çevreye sırıtacak görüntünün, yansımaması için, yüzlerimizi boyadıktan sonra kendimizi zorlu patikaya, vurduğumuzdan, ölüm kusan, kartal tepesinin eteklerine kadar gelmeyi başardık, üzerimizde teçhizattan başka ağırlık yoktu ama diz kırmaktan ferç olmuştuk. Güzergahımız üzerindeki şüpheli yerlere, birkaç el atış yaptık ama karşılık, veren olmadı, ya da biz öyle zannettik, çünkü uygulayacağımız planın, göbeğine koyduğumuz en değerli silahımız olan mg3’çümüzün vurularak elinin parçalanması sonucu planımızda değişikliğe gitmek zorunda kaldık. Tim komutanımız Yalçın Ç. askerimize müdahalede bulunmasına rağmen;
    
Nevşehirli iyi değil, biran önce tahliye etmemiz gerek dolayısıyla dönmek zorundayız diyerek operasyon komutanı olmadan ve düşmanımızla ne şekilde savaşacağımızı bilemeden mahkûm bölgede dımdızlak ortada kaldık ama korkmuyorduk. Kafamıza göre dalacaktık ya adamların canını okuyacaktık ya da canımızı verecektik ama önce, bize güvenenleri, mahcup etmemek için, gerekeni yapacaktık, yani ateşi yaktığımızdan, bizden taraf, rüzgarı bekleyecektik. Güneşin yüzü kaybolmak üzereydi, karanlığa kalırsak nasıl belayla karşılaşacağımızı bildiğimden komutan vekili olarak risk almaya karar verdim.

(daha önce şahit olduğum korkunç bir olayı bu çalışmanın sonlarında anlatmaya çalışacağım yani insan nasıl parçalanır konusunu izahını yapacağım.)

"dağlarda yürürken vuruluyorsun, dururken vuruluyorsun, uyurken vuruluyorsun, 
 
sonra da aynı topraklara gömülüyorsun"

"nerde işsiz saf ve mağdur varsa,

 dağlarda gördüm"

Kafamda kurguladığım iki aşamalı planı, basit yer krokisiyle, arkadaşlara anlattıktan sonra dediklerimi yapabilmek için, bir başıma, yola koyuldum, yani operasyonumuzun ilk ayağına başladığımdan kefenimi sırtıma geçirmiştim, çok geçmeden takip ediliyormuşum gibi hisse kapıldığımdan, ani manevrayla dönüp arkama baktığımda şok oldum çünkü hasan ve muratta peşime takılmıştı;
    
'ne işiniz var' dememe kalmadan;
    
'seninleyiz' ısrarıyla, ikinci şokla, içim titredi,
      
'sızmayı yalnız başıma yapmam gerekiyor ayrıca bunun için, maaş alıyorum' diye, belirtmeme rağmen, yiğit askerlerimizin göstermiş olduğu kararlıklarında sapma görmediğimden;
     —
 'tamam lan gidip tepedeki şu hainlere dünyayı dar edelim' coşkusuyla ve canlarımızı birbirimize emanet ederek zembereğinde boşalmış yay gibi kartal tepesinin zirvesine hamle yapmaya başladık ama sorumluluğumda adamakıllı artmıştı

(profesyonel asker gibi kurşun sesine alışık olduğundan hasan tecrübeliydi ama kara muradımızın, deneyini mi yoktu, çünkü bir operasyon sırasında bölük komutanımızca günah keçisi seçildiğinden 'oğuz33' timinden kovularak yemekhaneye görevlendirilmişti ama inanılmaz cesareti vardı, bazı komutanlar murat için, cahil cesarete sahip derdi, ayrıca kara murat lakabını, bölük komutanımız, murada yakıştırmıştı, gerçi soy ismi de kara’ydı. Ohal bölgesinde, yaşanan ve askeri manada, çok ender karşılaştığımız, talihsiz ve sıra dışı olayı, çalışmanın sonlarında anlatmaya çalışacağım.)

Jetlerimizin enkaz yığınına çevirdiği 6 teröriste tırmanma sırasında rastladım ancak oyalanacak vaktimiz olmadığından göz ucumla cesetleri inceleyebildim hepsi roket çiydi anlaşılan operasyon bilgisini hainler önceden almış olmalı ki sıkı şekilde hazırlıklarını yapmışlardı çünkü çantalarında yeşil başlıklı sevk fişeği bulunuyordu yani hafif füze fırlatıcı görevini yapacaklardı ama kanlı, emellerine ulaşamadan, cehennemin dibini boylamışlardı, şayet bu mühimmat, doğru şekilde, bize karşı kullanılmış olsaydı, vay halimize.

 "oy dağlar, zalim dağlar,

senin yüzünden, sevdiklerim ağlar"

"çatışmaları durduracak,

 sihirli kelime ateşkestir"

Çarpışarak ölmek istiyoruz:

Kartal tepesine sızmamız esnasında bir grup terörist bize doğru ateş etmeye başladı acaba fark edildik mi diye endişeye kapıldım ama kamuflajlarımızdan ötürü bizden görüntü alabileceklerini sanmadığımdan yürüyüşümüze devam ettik anlaşılan tırmanma sırasında küçük taşların gürültüsüne ateş ediyorlardı zira zayıf ve oynak arazi yapısıyla iççice olduğumuzdan küçük bir taş beraberinde büyük bir taşı yuvarlayarak gürültü çıkarabiliyordu. Çok geçmeden ateşin şiddeti artınca uzunca kaya parçasına omuz vererek, beklemeye başladım, murat ve hasanda, ayrı yerlerde mevzilenmişti çünkü birbirimize, yakın durmamız, icap ettiğinden, takım olarak, hareket ediyorduk yani açığa çıktığımız an başımızın çaresine bakacaktık nitekim yoğun ateşin oluşturduğu baskıyla, ferdi olarak, hareket etmeye başladık. Sığıntı gibi yaslandığım yerden başımı havaya kaldırarak gözlerimi yummamla soluklandım ve;
       'rabbi yessir velâ tuassir rabbi temmim bi'l-hayr' duasını okumuştum ki bazı seslere irkildiğimden ciddi problemle karşı karşıya kaldığımı, fark ettim, zira onlarca merminin yerden, çat çat şeklinde, tozu toprağı, kaldırdığını görüyordum, yani kafamı, çıkardığım an, kurşunların hedefiydim, tutunmaya çalıştığım yer ise dikti ve her şey ayağımın altından bilye gibi oynadığından adım adım sanki ölüme sürükleniyordum uzun anteninden dolayı telsizim ise aşağıya düştüğünden üst bölgesiyle iletişimim kopmuştu, yani başıma gelebilecek, en kötü durumla, karşı karşıyaydım. Mücadelem esnasında yumruk şeklindeki çatlağın içerisinde sarı renkli bir sincap yavrusuyla göz göze geldim kıpırdamadan cam gibi gözlerle bakıyordu sanırım bana acımış olmalıydı ya da kaçmak için ortalığın durulmasını bekliyordu savaşla ilgisi bulunmayan ve topu topu 5-10 saniyelik üzerimde rahatlama sağlayan bu sevimli hayvanın yanına bir parça peksimet fırlattım tabii kemirebilirse sonra mücadeleme kaldığım yerden devam ettim

"dağlara taşlara "Türkiye Türk’ündür" diye, yazmanın

 Türkiye’mize, ne faydası oldu ki?"

"dağlarda, dal kıpırdansa, ateş edecen,

 devrilmemek ve hayatta, kalmak için"

İki arkadaşımla çaresizliğin orta yerine sürüklenmiştik, kapana kıstırılmış, av olarak kendimizi gördüğümüzden, bizi bu durumdan kurtaracak ve kırbaç etkisi yapacak fırsatı bekliyorduk çok sürmeden gerimizdeki hasanın; beni bu cehennemden çıkarın feryatlarıyla, istediğimiz avantajı yakaladık lakin yediğimiz ateş baskısı fırsatı değerlendirmemize mani oluyordu yine de fedakar hasan için, oyalanmadan koşmamız lazımdı, çünkü bize alan, açmak için yerini belli etmiş ve namluları üzerine çevirmişti, yani farelerin açığa çıkması için kasıtlı olarak gemisine su aldırarak belayı başına almıştı. Omuz verdiğim, uzunca kayanın arkasında, gayret ediyorum, menzilimin kısa, olmasına rağmen, gözüme kestirdiğim, başka bir kayanın, gerisine doğru birkaç adım atmaya ama olan cesaretimi toplayıp kozamı yırtamadığımdan, çok istediğim, bu hamleyi, gerçekleştiremiyorum ve geçen her saniye içerisinde, karşı konulamaz, panik ve korku, yaşıyordum ama başıma gelenleri düşman olarak görmüyordum çünkü acımasız dağ başlarında korkunun zamanında ortaya çıkması insanı savunmada tutuğundan yaşama şansı veriyordu. Üzerimize çullanan, hainlerin oyunu, bozmak ve planlarını altüst etmek adına yüreğimle tüm riskleri göze alıp kendimi mutlaka unutturmam ve sessizlik içerisinde yer değiştirerek ateş çemberini yararak bir gedik açmam gerekiyordu aksi taktirde kendime faydam olmayacağı gibi, hasan paşamızın imdat çağrıları, karşılıksız kalacaktı, yani bazı delilikleri yapma vakti gelmişti çünkü zirveye yaklaşmamamız için caniler durmaksızın ateş ettiğinden, umut vaat etmeyen kabuslara, ne kadar dayanabileceğimi bilemiyordum, öyle ki yoğun ateş baskısından dolayı, bulunduğum yere çakıldığımdan, artık anlık yaşıyordum, saatlik bile değil. Kafamı kurcalayan sorunum ise beraber yürüdüğüm murattın durumuydu acaba başına, bir şey mi geldi, yoksa vuruldu mu diye, endişeye kapıldım, zira kendisinden, ne görüntü alabiliyordum, nede sesini duyabiliyordum.

"nasıl oluyor da topraklarımda, pusuya düşüyorum?

 yoksa, düşman içimizde mi?"

"tir tir titrediğimiz zamanlar da olurdu ama korkularımıza yenik düşmez,

 korkularımıza rağmen savaşmaya devam ederdik"

Bu iş böyle yürümez dolayısıyla oyalanmadan işime yarayacak bir şeyleri bulmam gerektiğinden çevremdeki zorluk derecesi yüksek sarp araziyi zihnimde işaretleyerek iyi bir görüş mesafesi sağlayacak şekilde güzergahımı slalom olarak belirleyip, arazi bilgimi, icraata geçirmeliydim, yani inadım, inat olduğundan kırkı kırk yarıyordum aksi halde tehditler karşısında başımı yakabilirdim ama bunlar akılla yapılacak, işler değildi, dahası düşünecek, vaktim olmadığından hangi akılla buralarda olduğumuzu dahi bilmiyordum yani kafası çalışan bir insanın yapacağı şeyler değildi derler ya 'akıllı köprüyü arayıncaya kadar deli suyu geçir' diye bizlerde bir takım deliliklerimizle buralara kadar gelebilmiştik yani bazı şeyleri yapabilmek adına illaki dahi olmak gerekmiyor, çünkü küçük bir risk, yığınla fırsat, beraberinde getirir. Her ne kadar;
      
 'çekirge bir sıçrar iki sıçra' hesabıyla da olsa vurulmamıştım tıpkı bir nehrin yatağını değiştirircesine ölümler teğet geçtiğinden sadece kaçınılamaz sonumu kısa süreliğine öteliyordu yani insanı yutarcasına bataklık gibi duran ölümlerin adeta kıyısındaydım, bundan daha kötüsü, ne olabilir ki? başımdan sızan terde asabımı bozarcasına sanki ensemde kan şeklinde pıhtılaşıyordu anlaşılan ter ve kokusu yiğidin şanından olmalı diye kendimce düşündüm, zira yiğitlik adına, nice kahramanlıklar yapıyorduk. Ölüm hissi insana sonun yaklaştığını gösteriyorsa da anlık fırsatları da sunabiliyordu çünkü işin asıl kırılma noktası korkup çabukluğunu yitirmektir. Komandı andındaki gibi;
      
 'her zaman çelik pençemle seni ezerim' coşkusuyla bedenime özgüvenin kendiliğinden, yüklenmesiyle ve şehit olduğunu düşündüğüm murattan istediğim görüntüyü almamla başladım murat ile gayretleriyle kurtulan ve ilham kaynağımız olan hasan paşamıza bağırmaya;
        ne pahasına olursa olsun hata yapmadan tepeye çıkacağız,
 şayet
kellemizi, bırakacaksak da o tepede, bırakalım diye, adeta ölümü unuttum, çünkü ölümümüz üzerine giderek ancak bu kanlı girdaptan kurtulabilirdik.

"dağlarda kan var, isyan var, hile var,

 birde alınacak, bir intikam var"

"acı çekmek, ölmekten daha da beter,

 öldürmez, insanı toz duman eder"

Aslan parçası arkadaşlarımda, bu çağrıyı, bekliyormuş gibi, benimle aynı istikamette olduklarını davranışlarıyla, belli ettiler, yani operasyonumuzu noktalayacak an gelip çattığından başlayacaktık çünkü planımızı uygulayabilmek için, her yolu deniyorduk akabinde bizlere kol kanat olması için, yerinde duramayan hasan paşamızı gerimizde bırakarak teröristlerin mevziisine çökebilmek için parola ve şifreleme manasında aramızda özel sinyal ağı kurduğumuzdan, yani konuşmadan anlaştığımızdan, Murat’a saat yönünü tarif ederek iki parmağımı çaprazlayıp geniş açıyla iki koldan mevziiyi kuşatıp boğabilmek için işaretimi verdim artık mevziiyi ele geçirmekten başka çaremiz kalmamıştı zira hayatta kalmamız bu manevramıza bağlıydı. Çok geçmeden, kuruyan gırtlağımı, ıslatmak için, mataramı el yordamıyla yokladığımda, birinin yerinde olmadığını diğerinin ise, delindiğini gördüm yani damla suyum kalmamıştı ve bu iyi olmamıştı ama yapacak bir şey yoktu. Kendimi toparlamamla teçhizatımı kontrol ettim el bombalarımı ayarladım akabinde 'gözünü seveyim uyanık ol' diye uyardığımız koruyucu meleğimiz hasanın tüfeğinin emniyet mandalını seriye alarak ve dişlerini sıkarak tetiğe asılıp uygulamış olduğu baskıyla ve bulunduğumuz kayalıklara yapılan yoğun ateşin seyrekleşmesiyle 'şimdi tam sırası' diye manevra hattımızı oluşturmak için, Murat’a dönerek, operasyonumuzun ikinci ayağına geçiyoruz diye cesaret dolu bakışlarla birbirimize baktıktan sonra hedefimize doğru başladım sıçramaya ve sürünerek tırmanmaya baş koyduğum yolda bazen birkaç adım atabildim bazen de dizlerimin üzerinde yol alabildim mesafe tahminimden uzun çıktığından kendimi sağa sola atmaktan vücudum yara bere içerisinde kalmıştı ama acı hissetmiyordum zira müthiş ruh haliyle dolmuştum öyle ki bedenime enerji yüklenmiş yüreğim kabarmıştı ve içim içime sığmıyordu yani damla olmamıza rağmen artık sele dönmüştük yine de iş işten geçmeden, mutlaka bu işi başarmalıydık, yoksa biterdik.

"canımız canımıza acıdığından,

 acılarımızdan kurtulacağımız, sabahı bekliyoruz"

"cehalet yüzünden yokluk yüzünden,

 olmayalım birbirimize hasım"

Kartal tepesindeki mevziiye, artık azıcık yaklaşmıştık, aşağılardan gelen ateşler zirveye her ne kadar bizi yaklaştırmamaya çalıştıysalar da yaptıklarıyla başaramadılar ama kamuflajlarımızın hakkını vermek gerekir zira araziyle örtüştüğümüzden neredeyse görünmez olmuştuk, yine de vurulmadan buralara kadar nasıl ilerlediğimi aklım almıyordu. Kıvrık mırvık ağaç topluluğu içerisindeki erişilemez olarak gördüğümüz ve hayatımızı kurtaracak olan mevziiye doğru adeta gıdım gıdım ilerledim ses ve görüntü vermediğimde iyi ilerliyordum belki operasyonun en yavaş sızmasını gerçekleştiriyordum zira çevremdeki kayalar kadar sert hareketsiz ve sessizdim yani Eğridir’de aldığım eğitimler işime hayli yaramıştı bunlar hep tecrübe.

(ordumuzda bir türlü profesyonelleşmedi diye, kendi kendime söylendim.)

Çok geçmeden hızlı şekilde ve kesik kesik nefes alıp verdiğimden bir koku aldım, bu sigaranın kokusuydu, anlaşılan birilerine;
        'sigara sağlığa zarardır'
deme vakti gelmişti,
zira sigara akciğer ve karaciğerin içine eder.
Biraz daha yaklaşıp, yavaşladıktan ve bozulan, nefesimi yönettikten sonra bazı sesler üzerine, bulunduğum yere  taş misali kesildim, yani nefesimin ritmi yine bozuldu bu sesler teröristlere aitti anlaşılan adamların keyfi yerindeydi ya da meydanı boş bulduklarından, bizi adam yerine koymuyorlardı çünkü gürültü adına, ne varsa yapıyorlardı. Şiveleri yabancı geldiğinden konuşmalarını anlamıyordum yine de hiçbir kelimeyi kaçırmamak için, nefesimi tutmuş can kulağımla dinliyordum sanırım hava saldırısından silahlı gruplarını suçlayıcı gibi çözümlemelerden ve askerin daha fazla dayanamayarak, operasyondan çekileceğinden bahsediyorlardı, çünkü kızgınlık içerisindeki tok sesten kulağımın alışık olduğu uçak ve asker kelimelerini yakalayabilmiştim yine de ateş düşmüşçesine hararetli şekilde tartışıyorlardı zira seslerdeki huzursuzluk, onu ele veriyordu, sanırım üç ya da, dört kişi olmalıydılar, bekli daha fazla ama en az üç kişi halihazırda konuşuyordu.

"bu dağlarda kural çoktur

ama uyan yoktur"

"dağlarda yaşam ve ölüm düşman kardeşler gibidir

 yok olmalı her iki kardeşten biri ya da her ikisi"

Altın tepsi içerisinde sunulan bu gürültüyü fırsata çevirebilmek için kamufle olduğum kayanın gerisinden, keklik misali kafamı çıkarmamla adeta dörtlülerini yakmış 25 yaşlarında üzerinde koyu renkte boğazlı kazak bulunan ve yapı olarak, demokrasi şehidi olarak anılan Deniz Gezmiş’e benzettiğim, silahsız bir deyyusun, fasulye sırığı gibi ayakta dikilirken görmem bir oldu tek eksiği üzerinde gocuklu parkenin olmamasıydı.

(gördüğüm bu teröristi zumladığımda, tütün torbasında cuğara sarıyordu.)
 
Deniz Gezmiş (Doğum:Ayaş-1947 İdam Tarihi:1972-Ankara)

Boy hedefi durumundaki, bu angud anlaşılan kendini kaf dağında zannediyordu çünkü tütünden sararmış dişlerini göstererek gülüyordu, içimden son gülen iyi güler diye iç geçirdim zira birkaç can yakma zamanı gelmişti. Silahımın namlusundaki budala teröristin oluşturduğu dağınıklık, aslında yeterliydi ama daha zayıf anlarını kollamak için ve bomba fırlatacak mesafede mevziiye biraz daha yaklaşabilmek için az daha sabırlı olmam gerekiyordu çünkü imhayı toptan yapmayı düşünüyorduk, her ne kadar bu sığırın bir atımlık canı olsa da tereyağından kıl çeker gibi işimi kusursuzca yapmalıydım ve bunun içinde soğukkanlılığımı korumalıydım yani aceleye getirmeden işimi ciddiyetle yapıyordum ama ağırdan da almam gerektiğinin farkındaydım, aksi durumda, pot kıracağımdan, fatura bana kesilebilirdi. Muratla göz göze geldikten sonra pim çek bomba at işaretini elimle yaparak hainlerin bulunduğu mevziiye geniş açıyla iki koldan yaklaştık yani bakışarak yine anlaştığımızdan işbirliğimizle mevziiyi avcumuzun içine aldık, içimden bu mallar bu becerisizlikleriyle şimdiye kadar nasıl başlarını belaya sokmamışlar diye, bir düşünce geçti ama adamlar haklıydı, zira işimizi disiplin içerisinde yürüttüğümüzden varlığımızdan habersizlerdi ya da biz öyle zannetmiştik çünkü ilginç bir tepedeydik ve her an bir sürprizle karşılaşabilirdik. Uygun pozisyonla ayağa kalkarak sırtımı kayaya yasladım kontrolün bende kalması için sürekli bir sağıma bir soluma göz ucumla bakmaya başladım çünkü finale, yakındık ve herhangi aksiliğin, yaşanmasını istemiyordum.

"yüreği yılmadan düşen,

 dizleri üzerinde savaşır"

"çocuğum ölmeseydi ömür boyu zindanlarda yatsaydı,

 razıyım diyen, ciğerpare sahibi yitik analar gördüm"

Çok sürmeden aksilik bu ya ayaktaki teröristin yönünü bana çevirmesiyle olduğum yere kitlendim yani korktuğum başıma gelmişti acaba bu çakalda benden görüntü alabilmişimdir diye şüphelendiğimden yerimi değiştirmeye karar verdim fakat ufak çıta deşifre olup operasyonun içine edeceğimden bu fikrimden vazgeçerek durumumu muhafaza etmeye devam ettim, ömrümde yaşamadığım heyecana kapıldım öyle ki nefesimi dahi tutmuştum. Diğer kayalıkta siper alan ve performansıyla benden daha fazla çalıştığını belli eden, arslan parçası muradımız, bu haine bön bön baka kalmadı ve dala taş atar gibi enteresan acıdan yani 12’den vurarak büyük kan sıçramasıyla adamın canını okuyup eşek cennetine gönderdi şeytan yüzlü bu terörist önümdeki avuç içi kadar düzlüğe beyni patladığından pal dür küldür cansız şekilde yuvarlanmıştı, bunların çakıl taşı olduğunu biliyorduk çağlayabilmemiz için biz sadece önümüzü temizliyorduk çünkü şehitlerimize bayrağımıza ve kuranımıza yeminimiz vardı çakallara yem olmayacaktık.

(kendine gereğinden fazla güvenen ve tek atışla devrilen teröristi inceledikten sonra; aramızdaki yaşanan bu husumette sen mi suçlusun ben mi? yoksa akrabaları birbirine kırdıran hain eller mi? gelmeyecek gelecek uğruna, kim ya da kimler adına kazananının belli olmayacağı bu kirli savaşı, veriyorsun? diye etkisiz kılınmış teröristin üzerinden kendimle konuştum.)

İnatla uygulamış olduğumuz planımızın finalini yapabilmek için, önceden hazırladığım taarruz tipi iki el bombasının pimlerini çekip aynı anda mevziiye fırlattım bombaların patlamasıyla ortalık sessizliğe büründü kısa süre sonra da kaçışma sesleri duydum muratta duymuş olmalı ki üçlük basket atar gibi bir bomba da o attı ama onunki patlamadı şanslarına arızalı çıkmıştı

(nedir bu mühimmattan çektiğimiz, biri puf diye ses çıkarır diğeri ise demir yığınına döner diye, isyan şeklinde içimden, sitem ettim, çünkü bazı kritik durumlarda, mühimmattın çalışmaması, hayatımıza sebep olabiliyordu.)

"dünyada her şey bitebilir

 ama şerefsiz bitmez"

"korkularınızdan kaçtığınız müddetçe,

 dağlarda ölüm,
mutlak olacaktır"

El bombalarımız tükendiği için, cengaver muradımıza mevziiyi taramasını söyledim, çünkü kullandığım silahımın toplu olarak, tarama özelliği yoktu. Muradın dipçik gibi bir sıçrayışla mevziiyi taramasıyla aşağıdan gelen tek tük atışlar haricinde, silah sesleri kesildi, kartal tepesine çıkmamıza mani olmak için durmadan ayaklarımıza ateş ederek bizi azraile armağan etmek isteyen grubun mevziilerini terk etmesi sonucu sanırım bu ateşler kesilmişti. Sabah saatlerinde ciğerlerimize kadar kan kusturan ve şehit arkadaşlarımıza üzülecek fırsatı vermeyerek taburumuzu olduğu yere mahkum eden kartal tepesindeki mevziiye sürünerek iki koldan girmeyi başardık, gözümüze çarpan, kaçmaya çalıştığı anlaşılan, bir teröristin mevziinin dışında can vermesiydi diğerlerinin ise mevziinin içerisinde yatmasıydı içlerindeki genç bir teröristin ise kafası patlamasına rağmen ölmemişti ama gözlerinin feri koptuğundan sabit noktaya kilitlenircesine bakıyordu yani arkadaşları gibi anasının bedenindeki oluşumu alarak ölmemek için dünyanın mücadelesini veriyordu ama nafile diğer üç arkadaşı gibi onunda eğik dili dışarı çıktığından nefesi kesildi çünkü sigara götürüyor hem de yaşa başa bakmadan. Ağır taramalı diye, aramızda tabir ettiğimiz ve artık işlemez durumda olan 3 uzun namlulu silah vardı birinin üzerinde pırıl pırıl parlayan tabanca bulunuyordu mirasa konmuş gibi belime taktım yani kana kan dişe diş şeklinde misillememizi yaptık çünkü karakol komutanını beylik tabancasına onlarda el koyulardı. Etkisiz kıldığımız teröristleri ve mevziilerini inceledim, anladık ki bir mevzii, koca taburu dar bir bölgeye günlerce mahkum edebiliyordu, tabii ölümü göze almak şartıyla. Bunlar artçı gruptu büyük grubun kaçması için fedailik görevini üstlendiklerinden öleceklerdi ve bu teröristlerde işlerini yapmıştı her ne kadar bir görüntülük canları varsa da artık kaçan gruba yetişemezdik çünkü hız kavramı esas olduğundan bir adım önde olurlardı yani; jokey misali, hafif olduklarından, atı alıp, Üsküdar’ı geçebiliyorlardı.

"dağlarda gövdeleriyle birlikte parçalanmış,

nice yiğitler gördüm"

"Allah işini, güzel yapanı,

sever ve korur"

Dağlar yiğit görsün, buralar da bize ölüm yok diye muratla birbirimize sarıldık çünkü çeşitli mucizelerin gerçekleşmesiyle azraili ters köşe yapmıştık, mukaraat işte ölmemiştik ama azrailin pusuda beklediğinin biliyorduk. Ayrıca susamıştık ama bizi bu acıdan kurtaracak, damla suyumuz yoktu.

(susuzluğun verdiği acıyı, insan yaşayınca, ancak kıymetini anlıyor, kimi zaman su için savaştım zira o an bir avuç su benim için dünyaya bedeldi.)

Kısa uğraştan sonra vatanın yeni toprağıymış gibi kartal tepesinin zirvesine bayrağımızı diktik dik duruşumuz dosta gurur düşmana korku salmıştı mübareğin gölgesi dahi yetiyordu çünkü insanda ne korku nede isyan bırakıyordu dalgalanan bayrağımızın gölgesinde bunu yaşayarak tecrübe ettik.

(tabii buradaki, esas amacımız, propaganda değildi, gerçeğin ifadesiydi.)

Az biraz sonra çuuvvff eden sesle yere kapaklanmamız bir oldu, içimden nasıl tepedeyiz yarabbi dördüncü adımda kendimizi yerde buluyoruz diye küfür şeklinde isyanım oldu çünkü vücutlarımız yara bere içerisinde kalmıştı. Anlaşılan çevremizde havan mevziisi olmalı diye düşündük şayet öyle ise bu iyi olmayacağından saf dışı bırakmamız gerekmekteydi yoksa emeklerimiz boşa gideceğinden kartal tepesine çıkmamızın anlamı olmayacaktı.

Beni kollaması yönünde muratla göz göze geldikten sonra basamak şeklindeki kayalıklardan inmeye başladım 10 kadar büyük adımla aşağıya indikten sonra çevremi dinledim ama hareket tespit etmediğimden muradın yanına dönmeye karar verdim inişim kolay olmuştu ama tırmanırken zorlanıyordum dolayısıyla nefeslenmek için mola verdim sağa sola bakınırken sapak yerdeki kırmızı toprak dikkatimi çekti, yönümü o istikamete çevirerek, kısa uğraşla kayalığın dibindeki, sapak yere ulaştığımda ise, doğal görünümlü delikle karşılaştım deliği incelerken havan sesini tekrardan almamla yüzükoyun kırmızı toprağın üzerine kendimi atmam bir oldu ama bu defaki havan sesi, tıpkı iki metalin çarpışmasıyla, çıkan sesle, kulağıma gelmişti.

"başını secdeden kaldırmayan annem,

 duaların kabul oldu, bugünde ölmedim"

"damla suyu hayal eden,

 çatlamış dudaklarınız oldu mu?"

Havan mevziisi ile deliğin bağlantısı olmalı diye düşündüğümden ikilemeye kalmadan, dar delikten içeri girdim, dikkatimi çeken insanı yutarcasına bir karanlık kucaklıyordu öyle ki bir parmak ışık içeriye sızmadığından çakmağımın sarı aleviyle çevremi izledim, duvarları soğuktu ama susadığımdan elimi sürdüğüm yerler nefesimi rahatlıyordu zemin ise yumuşaktı adım attıkça koridor daraldığından gerginleşiyordum yine de korkup korkmadığımı bilemiyordum, çünkü iki büklüm şeklinde ilerlemeye devam ediyordum ve attığım adımların nereye çıkacağını merak ediyordum ama kaygılı şekilde bu işin sonu iyi bitmeyecekmiş gibi hisside içimde taşıyordum, çok sürmeden, köşe gibi yeri dönmemle, karanlığın yerini, hafif aydınlığın alması bir oldu ışığı takip ederek tünel şeklindeki koridordan çıktığımda ince kayalıklar vardı uzunca kayanın birine de ise irice iki kertenkele duruyordu şayet kaçışmamış olsaydılar bir parça peksimeti onlara da atacaktım ama beni görmeleriyle tırslayıp kaçtılar. Aşağıyı kontrol ettiğimde ise muhteşem bir doğayla karşılaştım tabii hayranlık uyandıran manzarayı izlemek için onca eziyeti çekmemiştim, dolayısıyla işime koyulduğumdan, birkaç küçük kayalığı geçtikten sonra köşe bucak aradığım havanın siyah namlusunu gördüm ama görüntü kısıtlı olduğundan bir hareketlilik yoktu yine de pozisyonumu korumaya karar verdim, bir şey elde edemediğimden daha iyi açıyla havan mevziisini görebilmek için parçalanmış kayalıklar arasından ilerledim güçlük dolu kısa yürüyüşten sonra havan mevziisiyle aynı hizaya geldiğimde ise kısa boylu bir teröristi ayan beyan görmemle ateşe başladım. Avantajımı kaybetmemek için birkaç kayalığı süratle tırmanıp hakime çıktığımda ise, havan sehpasının dibinde besili teröristin, debelendiğini gördüm normalde bu ağır silahın yardımcısı olurdu ama yanında ve yakınında kimsecikler yoktu ya da ben öyle zannetmiştim yine de tedbiri elden bırakmıyordum, çünkü kimsenin olmadığını düşünecek kadar acemi değildim.

"zalim dağlarda,

içinde acı olmayan, tek gecemiz yok"

"dağlarda,

 ihaneti gördük, duyduk ve yaşadık"

'teslim ol' diyorum ama yararı olmuyor:

Kandırılmıştır ya da kafası, çalışmıyordur veya pişman olmuştur, belki de kanlısını vurduğundan mahpus yatmamak için kaçaktır diye düşündüğümden sesimin son perdesiyle yaralı teröristi sulha davet ettim çünkü adama garazım yoktu yani güzel sözlerle apaçık ve güven verici yaklaşım sergiledim, doğrusu çağrılarımdan sonra teröristin ne düşündüğünü kestiremiyordum ama merakta ediyordum vereceği yanıtı önce çıt çıkmadı ya da beni anlamamıştı ama sonra, kırık Türkçeyle tekleyerek, konuşmaya başladı;

boyun eğmem için mi bu masalları anlatıyorsun, teslim olmayacağım partim bana ihanet içerisindeki teslimiyeti değil mücadele içerisindeki, onurlu direnmeyi, öğretti diye, hırsı dinmemiş olmalı ki yaralı haliyle, meydan okudu, sanırım vücudundaki kurşun, aklını başına getirmemişti.

ne buluyorsunuz, bu süslü püslü, havalı laflardan? biz sınırlarımızı, korumak ve ekmeğimiz için buralardayız, siz neyin, kafasındasınız?
(böyle durumlarla karşılaşılması halinde militanlarına yapılacaklarla ilgili örgüt sıkı
ders veriliyormuş gibi bir düşünceye kapıldım çünkü ancak beyni yıkanmış bir insan bu cümleleri kurabilirdi yani adam son nefesinde davasından vazgeçmiyordu, halbuki kendisine, iyileşebilmesi için helikopterle hastaneye gönderebileceğimizi dahi söylemiştim ama bildiğini okumuştu keşke yanımda, cihaz olsaydı, yaşananları kayıt ederdim, dolayısıyla birliğime sağ dönersem bunu halledeyim diye aklımın bir köşesine yazdım.)

Yapılan müzakereler bittiğinden anlaşıldı ki bundan sonra silahlar konuşacaktı, çünkü dağlarda güzel sözlerin yerini silahlar alır yani silahlar patlamaya başlamışsa, güzel kelimeler orayı terk eder. Bir ara bir şey yapacak gibi elini kolunu oynattığından 2 el daha ateş ederek ölmek için horozlanan bu amigonun nefesini kestim çünkü üzerinde birden fazla bomba vardı ve bende fırlatacağı bombanın mesafesindeydim ayrıca kaçacak yerim yoktu.

"anakucağı dururken,

 kim ister, dağ başlarındaki siperlerde, yatmayı ve kalmayı"

"dağdaki yaşamı da ölümü de anlatmaya çalışıyorum,

ne olduğunu bildiğimden"

Her ne kadar terörist gördüğümde kendi dertlerimi unutuyorsam da bir an önce su bulmam gerekiyordu dolayısıyla suya kavuşma umuduyla etkisiz kıldığım teröristin bulunduğu mevziiye gitmeye karar verdiğimden, pozisyonumu alıyordum ki bir eliyle tüfeğini, diğer eliyle de kayalıkları tutmaya çalışan, kara suratlı dürzünün biri dizleri kıran tırmanışla tıpkı cami duvarına yetişircesine havan mevziisine yöneldiğini fark ettim sanki kömüre bulaşmıştı, o derece tuhaf yaratıktı çok şey kontrolümde olduğundan bu terörist ide gafil avlamıştım haini tepeden tırnağa süzdüm tabii süzebildiğim kadar demek dünyada böyle çirkinlerde varmış diye içimden mırıldandım. Bazı basiretler atlatarak, ölüm tehlikesi yaşamama rağmen artık coşmuştum, korkularımın korku olmaktan çıktığını hissetmiştim zira devrimciymişiz gibi önümüze çıkanları devrilenlerin üzerine bir bir devirmiştik tabii benimkisi insan öldürmekten doğan bir haz değildi tamamen hayatta kalma ve verilen emri yerine getirme coşkusuydu, yani elimizde tabu gibi kanun vardı, ayrıca bir insanın hayatına, son vermek ölmekten zordur yani tetiği çektiğin an insanın vücudunu ateş sarar çünkü vurduğunla göz göze geldiğinden, günlerce gözlerinin önünden, o iri gözler gitmediğinden, kalbin alevlenir ve durgunlaşırsın yine de silahlı çatışma demek yaşam ve ölüm demektir yani yok olmalı birisi ya da her ikisi dolayısıyla acımasız dağ başlarında teslim ol demenin yararını görmediğimden başka bir yol deneyerek ava devam etmek için şahin gibi odaklandığım hedefime şöyle seslendim;

       ağa!!! kimsin, 
       kimlerdensin? diye,
gırgırına takıldıktan sonra başını yukarı kaldırıp, silahının namlusuyla birlikte, yönünü bana çevirmesiyle, benim
anam ağlayacağına onun anası, ağlasın düşüncesiyle, tetiği çektim, yani kaybeden olmak istemediğimden ilk vuran ben olduğumdan baykuş yüzlü teröristin, bel hizasındaki, yeri delmemle, insan sesine, benzemeyen böğürmeyle, kayadan aşağıya, düşmesi ve gözümden, kaybolması bir oldu.

"dağlarda her fırtınanın sonunda, güneş doğar

 ama kanlı ellerle, dağlara barış gelmez"

"kor gibi yanan ateşi seyrederek susmak,

 unutma ki, dağlarda hep ölümdür"

Mevzilendiğim, korunaklı yerimi, terk etmeyerek, gözetleme ve dinleme, faaliyetlerime devam ettim zira truva atı misali her kayanın ya da her çalılın içerisinden, terörist bitiveriyordu, veya arkasında, uçurum çıkıveriyordu, dolayısıyla savsatmadan işimi yapmam gerekiyordu ama bunun için, acil suya, ihtiyacım vardı, bir avuçta olsa, bir bitki, kökü de olsa, illaki bulmam gerekiyordu, çünkü dilim yok olurcasına damağıma yapıştığından çok susamış ve her saniye susuzluğun verdiği dayanılmaz beter acıyı yaşıyordum. Su birikintisi bulabilirim düşüncesiyle çevreme baktım lakin bulamadım gitmek istemediğim ama risk alarak mecbur kaldığım başka bir kayalığa çıktım ne yazık ki istediğim hayalimi orada da gerçekleştiremedim, zira çevremdeki her şey ince uzun ve dikti yani damla suyun izine rastlayamadım. Suya ulaşmanın tek yolu bir an önce havan mevziisine ulaşmak olduğunu düşündüm ama gitmeyi düşündüğüm mevzii, oldukça berbat yerde bulunuyordu ve oraya nasıl ulaşacağım hakkında, en ufak fikrim yoktu, çünkü sarp ve dik yerdeydi ama dağ ipi gibi, yardımcı malzeme kullanarak, mevziiye ulaşabileceğimi, akıl ettim, yani yine, delilik yapmanın, zamanı gelmişti, zira kendime, yardım etmekten başka, çarem kalmadığından, yapmak istemediklerim bazı şeyleri, mecburiyetten ve istem dışı yapıyordum. Çevremde bazı incelemeleri yaparken 82 mm’lik ve 80 kg olarak bildiğim havan topuna gözüm ilişti bu ağır silahın buralara nasıl taşıdıklarını hayret ediyordum buna insanın ciğeri dayanmaz diye düşünüyordum çünkü yük hayvanların çıkamayacağı uçurumlarla dolu bir bölgeydi, yani köpekbalığın dişleri gibi düşersen parçalanacaksın. Havan mevziisine ulaşmak için kayadan kayaya atlayarak, ilerliyordum ama gidilecek gibi değildi, dolayısıyla sakata gelmemek için bu tehlikeli yolculuktan vazgeçtim fakat susuzluğun, daha çok risk, oluşturabileceğini düşündüğümden, tekrardan yola, koyuldum ve bazı basiretler atlatarak kendimi mevziinin içerisinde buldum.

"benim anam ağlayacağına,

onun anası ağlasın"

"buralarda birinin mutlu olması için,

 diğerinin felaket yaşaması lazım"

Dikkatimi ilk çeken, mevziinin içerisindeki havan topun çatal ayakları arasındaki etkisiz kıldığım kısa boylu terörist oldu bir an için şok yaşadığımdan gözlerime inanamadım çünkü yaşı 17-18 ancak vardı, o kadar çağrılar yaptım teslim olması için ama büyük sözü dinlemeyip sonunu hazırlayarak anasının ciğerin yakmıştı, üstelik güzel yüzlü çocuktu öyle ki bal rengi bakışları vardı, zira gözleri açık ölmüştü, Allah şahit lafıma çocuğu ölüme göndermek ve yaşananlara, gönlüm razı gelmediğinden üzüldüm, korunmaya ve kollanmaya muhtaç bu çocuğun dağ başlarında ne işi var diye de söylendim, ayrıca havan mevziisinde, kırmızı renkte, fırça ile yazılmış ve boyaları aşağı akmış bir de duvar yazısı vardı 'apocu ruhuyla düşürülmeyecek hedef yoktur' anlaşılan, yeni yetme gençleri böyle safsatalarla, peşinde sürüklüyorlar diye sinirli şekilde tekrardan kendi kendime söylendim.

(örgüt çocuklardan faydalanmasını biliyordu olaya dar bakmadığından halkın kahramanı yapabiliyordu keşke bu gençleri safımıza çekebilseydik zira bu zorlu coğrafyada dava sahibi insanlara her zaman ihtiyaç duyulmuştur)

Çocuğun çantasına baktım ekmek peynir ve bir avuç tütün vardı yani acınacak durumla karşılaştım, ağaçtaki çatala takılmış bidonu görünce elimdeki işi bir çırpıda bırakarak, bidonu tepeme diktim, yani keyfime, diyecek yoktu çünkü her şeye can verenin su olduğunu yaşayarak daha iyi anladım. İşime döndükten sonra teröristin üzerini aradım, iç cebinde; resim, defter, kalem ve kırık bir tarak çıktı resme bakınca resimdeki de düşünceli edayla bana bakıyordu sanırım annesi olmalıydı siyah beyaz bu resim insanı suspusa çevirdiğinden tekrardan hüzünlenerek iç isyanımla yaşanan kirli savaşa lanet okudum, çünkü resimdeki ananın ciğerparesi kurda kuşa yem olması için dağlarda bırakılacağından kemiklerine bile kavuşamayacaktı. Not defterini, kabaca incelediğimde, gerilla marşları ile kimlik, bilgilerinin bulunduğu sayfalara ulaştım çocuk yaştaki teröristin adı; aliydi yaşı ise 18.

 

  Teröristin üzerinde çıkan fotoğraflar

           1-           ali korkmaz (Gerçek Adı Soyadı)  

2-           kaplan savur (Örgütte Kullandığı Gerilla Kod Adı)  
3-           mehmetali (Baba Adı)  
4-          gule (Anne Adı)
5-            01.01.1974 Qubın/Batman (Doğum Tarihi ve Doğum Yeri) 
6-            evli (Medeni Hali)  
7-            ilkokul (Tahsili)  
8-           çiftçi (Mesleği)  
9-            türkçe (Bildiği Dil)  
10-         a…...aşireti (Bağlı Olduğu Aşiret İsmi)  
11-        15.01.1991 (Dağ Kadrosuna Katılım Tarihi)  
12-         savaşçı (Görevi)  
13-         kleş, (Kullandığı Silah)  
14-         II. bölge çıraf (gabar dağı) mıntıkası (Görev Alanı)  
15-        Mêrdîn eyaleti II. bölgeye bağlı savaşçı (Bağlı Olduğu Mardin Bölgesi)  
16-         yok, (bu kısım sanırım örgütsel açıdan, taktik, siyasi ideolojik eğitimi vs. gibi, bir şey olmalı) diye, bazı faydalı bilgiler bulduğum, bu not defterinin sayfalarında yazılıydı.  
17-         Ölüm tarihi ve yeri; Kasım 92 Kartal Tepesi (kimlik bilgileri tam olsun diye bu satırı da kendim ekledim.) 
(daha önceki operasyonlarda, özelliklede ohal bölgesindeki silahlı çatışmalar sonrasında; Bingöl-Genç İlçesi ile Diyarbakır-Lice İlçeleri arasındaki Abalı jandarma karakolu, Mardin-Dargeçit, Siirt ve Muş kırsalında bu durumlara benzer, küçük yaşlarda imha edilmiş, nice terörist bedenleriyle karşılaşmıştım, her defasında, bu kandırılmış ve bu parçalanmış, gençleri bu şekilde, görünce insan olarak hep üzülmüşümdür.) 

"gençliği kim devlete düşman ediyor

 anasını ağlatıp, canından ediyor?"

"istediğin dağda, yer beğen, nereye dikilmek istersen,
seni oraya dikeyim yeğen...
"

Karanlığın yüzü çökmek üzereydi yani bulunduğum yeri terk etmem gerekiyordu yoksa dar yerler beni daralttığından kendimi bıçak görmüş kurbanlık gibi hissediyordum, ayrıca tüneli bulamadığım taktirde, geceyi burada tek başına, geçirme durumum olabilirdi, çünkü başka çıkış noktam yoktu. Havan topun mekanizmasını devre dışı bırakmak için taşla iğnesini kırdıktan sonra alinin, çantasını ve silahını alarak, yola koyuldum ama bir süre sonra beraberimdeki malzeme beni tehlikeye attığından, silah hariç diğerlerini yolda bıraktım çünkü silah karakollarda şehit edilen arkadaşımıza aitti. Eşek cennetine gittiğini düşündüğüm baykuş yüzlü çirkin teröristle yürüyüşüm sırasında tekrardan karşılaştım kayanın üzerinde sırtüstü S vaziyetini almış ve gözlerini, havaya dikmiş şekilde, aksırık ve öksürüğe benzemeyen bir böğürmeyle debeleniyordu, yüzünde acıdan çok korku ve acımasızlık vardı ölecekse de açlıktan ölmesin insaniyetiyle kendisine peksimet attım ama atmaya çalıştığım peksimet herifin kafasına denk gelip sektiğinden uzağa düştü içimden demek yiyecek ekmeği yokmuş diye söylendim neticede her şey he mencik anda oldu bende olan biteni izlemekle yetindim. Karanlık, bastırdığından ve hızlıca, hareket ettiğimden, kendimi Murat’ın mevziisine atmayı başardım ve kısa uğraşla toparlanmaya başladık teröristlere ait beyaz su bidonlarını boynumuza bağlarken, yükseklerin süsü olan ve part part şeklinde nazlı nazlı dalgalanan al yıldızlı bayrağımıza gözüm ilişti, burada bırakalım, bugün yaşananlara tanıklık etsin diye ama murat;

       ölürüm de ellere bırakmam, 
      dahası para verip aldım diye,
önerim kabul etmediğinden,
teröristlere ait, bazı mühimmattı, yanımıza alarak, Hasan paşamızla buluştuk,
aslan parçası susuzluktan kırılmasına rağmen görev yerini terk etmemesi, bizi çok duygulandırmıştı, çünkü bu hareketiyle hayatımızı kurtarmıştı, ona su verdik akabinde diğer arkadaşlarla buluşmak için düşe kalka kimi
zamanda kayarak kartal tepesinden inmeye başladık.
 

Dünyanın en güzel bayrağı, Türk bayrağıdır

  

 ölüme seçilmiş olanların,
bir ağıtı mutlaka vardır
"

"savaşları durdurabilen

 ve acıyı bal eden dildir"

Çok sürmeden, aşağıdaki arkadaşlarla buluştuk, bizi merak ettiklerinden, birbirimize sarıldık, onlara da boş durmayıp, arkamızda iş çevirmek için, kartal tepesine, sızmaya çalışan, beş haini, etkisiz hale, getirmeyi başarmıştı şayet arkadaşlarımız hamlelerinde geç kalmış olsaydı değil zirveye çıkmak yaklaşmamız dahi mümkün olmayabilirdi çünkü iki ateş arasında kalacağımızdan, vurulmadan sağ çıkmamız, ancak bir mucizeyle olurdu. Susadıklarından, onlara da su verdik, sonra da dönüş yoluna, yüzümüzü çevirdik ama üst bölgesine giden patikayı karıştırdığımızdan bulunduğumuz yerde dönüp dolaştık tam yolu bulduk diye sevinirken bakıyoruz başa sarmış gibi aynı yere sıkışıp kalmışık yani aynı yerlerde birkaç tur attığımız oldu sanki bir çarkın üzerindeydik ve çıkışsız labirente sanki girmiştik. Bulunduğumuz alan ormanlık ve karanlıktı cırcır böceklerinin sesi aşağıdan gelen kurbağa ve kanat seslerini bastırdığından doğanın sesi hüküm sürmekteydi, özelliklede durup durup öten, baykuş sesi, ortamı daha da gerdiğinden insanın asabını törpülüyordu, yerdeki ölü ağaçlar ve birbirine dolanmış karmaşık çalılıklar ise yürümemizi zorlaştırdığı yetmezmiş gibi, içimize ürperti hissi veriyordu, şayet savaşa değil de teknik geziye çıkmış olsaydık, senfonik şeklindeki, bu doğa olayı, insanın ömrüne ömür katar, huzur verirdi, çünkü her şey yolundaymış gibi insanı üzecek veya düşündürecek herhangi başka bir gürültü olmadığından doğanın sessizliği vardı. Kaybolma korkusuyla, yürümek istemeyen ve küfürler içerisinde, kendi kendine konuşan, askerlerimiz oldu, işin içinden çıkamadığımızdan, kendimce çözüm yolları aradım yani bazı arkadaşları yüreklendirmek için espri olsun diye, şakalar yaptım, ıslık dahi çaldım, korkmamaları ve kontrolün, bizde olduğunu, hissetmeleri için ama ne yaptıysak işe yaramadığından, tüfeklerimizin kayışını arkadaki askerimiz tutacak şekilde ayarlayıp birbirimize dokunacak şekilde yürüdük çünkü karanlıkta birbirimizi görmüyorduk.

"dağlarda,

 çığlık atmaya, fırsat bulamadan, parçalanırsın"

"bayrağın var, kimliğin var,

 daha ne diye, ölüyorsun ki?"

Neticede öncümüz Elazığlı murattın karışık patikaları kendine has tarzıyla tıpkı bulmaca çözer gibi çözerek ve almış olduğu müthiş isabetli kararlarıyla kaybolduğumuz hatta birbirimizi vurmaya yeltendiğimiz kartal tepesi bölgesinden çıkarak, taburumuzun bulunduğu üst bölgemize tırmanmayı başardık vakit ise gece yarısını çoktan geçmişti ama kefeni de yırtmıştık. Körlenmesine birbirimizi çekerek uğradığımız sayısız güçlüklerle üst bölgesine ulaştığımızda komutanlarımız adeta karşılama mangası gibi hazır bekliyordu, zira umutlarını kestiklerinden, bizi gören, gözlerine inanmadı, özellikle alay komutanımız öyle kucaklamıştı ki ciğerlerimizi sökecekti sonra da, uzman çavuşum nerde, demesiyle yanına, gittim ve tekmilimi verdim.

       emeklerimiz, helal olsun, 
       yediğiniz ekmekler, can olsun gibi, sözlerden
sonra paha biçilmez onur yaşadığımdan sağ ol diye karşılık verdim ortalığı bir sessizliğin kaplamasının ardından gazanızı anlat demesiyle, kendimizi övmeden, tim olarak yaşadıklarımızın özetini alçakgönüllülük ile anlatım, yani kendisine kısa brifing verdim, sözümü kesmeden pür dikkat dinleyen alay komutanımız, tekrardan aferin, çektikten sonra, gülümseyen tok sesiyle;
      
 mangal gibi yürekleri olan bu yağız delikanlıları 'şanslı çocukları' ödüllendirelim diye ilgili komutanlara gerekli emirini verdi, akabinde çevremizi saran tanıdık tanımadık tüm arkadaşların tebriklerini kabul ettik yani birbirimize sarıldık elinden vurulan Nevşehirliyi sorduğumuzda ise helikopterle hastaneye gönderildiğini, durumunun iyi olmasına rağmen, gazi olduğunu söylediler. Bölük komutanımızda gurur yaşadığından sabahı bekleyemeden, Hasan paşamıza ve kara muradımıza;
      
 döndüğümüzde onbaşı olabilmeniz için yazınızı yazacağım mustafa senide özel kuvvetlere önereceğim demesiyle;
      
 uygun görürseler gider orda da görev yaparız diye ilgilendiğim yönünde düşüncelerimi ilettim çünkü hayalimde iki bere vardı biri mavi bere şükür onu hakketmiştim, ikincisi ise, bordo bereydi, ona da çok yakındım.

"her insanın bir hikâyesi ve

 söyleyecek bir sözü vardır"

"savaşa sebep olanlara sormak gerekir,

 giden kimin kesesinden gidiyor diye"

Özellikle Muradımız bu müjdeleyici haberle;
      
 emredersiniz komutanım diye enerjik olarak, tekmil vermesiyle, rütbeyi ve övgüyü, ne kadar hakkettiğini gösteriyordu çünkü kısa süreliğine ses tellerini ferç eden bağırmasıyla ortalığı yıkmış ve tim içerisinde gülümsemelere neden olmuştu öyle ki kendisi dahi gülmüştü zira onbaşı olmayı ve özellikle onbaşı rütbesiyle resim çektirip, annesine göndermeyi, hayal etmişti, hakikatinde temiz ve güzel, yüreği olduğundan çevresindeki her şeyi güzelleştiriyordu akabinde harlı ateşin karşısında alçak gönüllükle başını önüne eğerek meczup ve sakin şekilde kaldığı yerden gülümsemesine ve gözü gibi baktığı silahını temizlemesine devam etti. Çok sürmeden yaşamsal manada idame için sırt çantalarımıza yöneldiğimizde dikkatimizi çeken sularımızın olmamasıydı anlaşılan bazı arkadaşlar bizlerden umudunu kesmiş olmalı ki çay demlemek için almıştı, bizde gülümsemeler içerisinde, kumanya açıp, kaşık salladık, sonra da botlarımızı çıkarmadan, huşu içerisinde, toprağın üstünde uyuduk, çünkü toprağın altına düşmemek için, yarım güne yakın savaşmıştık yani ölmemiştik ama ölümü iliklerimize kadar defalarca acı acı yaşamıştık.
Neticede taburun değişik manevralarla ve çoklu kuvvetlerle saldırmasına rağmen kartal tepesindeki hainler her seferinde direnmeyi bildiğinden kalelerini zapt etmeye gücümüz yetmemişti zira örgüt açısından bu tepe simgesel durum taşıyordu yani erişilemez denilen mevzilerinin düşmesi ünlü şivi kampın düşmesi demekti, dolayısıyla cephanesi ayakları altında olan ve mevziiye savaş delikleri gibi özel avantajlar sağlayan fedai grubunu mucize gibi kavramların yanımızda olmasıyla saf dışı bırakarak göğe komşu olan bu meşhur mevziiye bayrağımızı dikebilmiştik yani kahraman olmuştuk ama operasyonumuzun baş mimarı olan hasan paşamızı ayrı yere koymamız gerek zira sunmuş olduğu altın fırsatlarla bu zaferi elde edebilmiştik aksi halde kartal tepesinden sağ olarak dönmemiz mümkün olmayacaktı.

                                         dinlenme anı 

"niçin acımasız dağlarda, kelebek gibi yaşıyoruz?

 yoksa hayat bir günden mi? ibaret"

"dağ başlarında, her bir yaşım,

tesbih tanesi gibi, kayalara çarpılırcasına savruldu"

Etkisiz teröristi güvenlik için tekrardan etkisiz kılıyoruz:

Kartal tepesinin kontrolünü sağlandıktan sonra bir hafta bölgede kaldık bu süre zarfında arazi araması yaptık birçok enteresan şeyde rastladık özellikle kartal tepesinin zirvesine ve girişine destek olmak için L şeklinde özel olarak hazırlatılmış, silah mevziilerini gördük, yüz kadar terörist cesedine denk geldik çoğu tuhaf pozlarla sağa sola saçılmıştı, birisi ise uçurumlardan düşerek kafasını patlatmıştı, bir kaçının da ağızlarına toprak dolmuştu belli ki can çekişirken debelenmişlerdi, ikide dişlek vardı, yanakları yandığından, kıpkırmızı olmuşlardı ama arkadaşları gibi onlarda kokuyordu, ilk kez silahlı çatışmalarda kadın kokusu almıştık hatta Selahattin asteğmenimiz; şirret kadın savaş neyinize diye söylenmişti yani cesetleri toplayıp gömecek olsak, bölge bir kasabanın, mezarlığına dönüşebilirdi, hepsi çocuk, yaşta ve hepsi de Müslümandı, en büyükleri ise, ancak 25’şini görmüştü. Çevreye berbat kokular yayıldığından, nefes alacak havamız olmuyordu, rüzgârda esmese katiyen incelemelerimizi yapamazdık belki 10 kadar teröristi pilotlarımız vurarak enkaz yığınağına çevirmişti zira aşırı barut ve yanık kokusu cesetlerden geliyordu yani otopsi misali pamuk nasip olmamıştı. Lojistik manada, kullanılan ama insan, vücudu gibi, kokmayan ve nalları, havaya dikmiş yük hayvanlarını da yaptığımız aramalarda görebiliyorduk. Hangi kayanın dibine ya da çalının altına baksak ceset, kimisi saklanmış, kimisi terk edilmiş, kimisini de yabani hayvanlar, paramparça ettiğinden, üzerinde sinekler uçuşuyordu, birisi ise aldığı ağır kurşun yarasından dolayı, sakat kalacağı, kaçınılmaz olduğundan, dava arkadaşları tarafından ölüme terk edilmişti zira yapılan incelemelerde emareler onu gösteriyordu.

(bence; teröristte olsa, sonları bu olmamalı, netice de onlarda insan, üstelik TC kimliğine, sahip ve Müslüman, biz dahi dağlarda teröristi çöp gibi bırakmıyoruz bunlar nasıl yaratık diye iç geçirdiğimiz anlarımız olmuştur.)                         

"insan vücudu güzeldir değil mi?

 ama ölüler niçin çirkin ve kötü kokuyor?"

"dağlarda acıya göğüs geriyorum

 ama yaşamdan da umudu kesiyorum"

Güvenlik güçleri kayıplarını bilmesin diye terörist gruplar yeri çar çabuk kazıyarak kaybettikleri dava arkadaşlarını gömebiliyorlardı, birlikler operasyondan çekilmesiyle, ya kendileri, ya da mazot kaçakçıların aracılığıyla, hevallerini alır şatafatlı askeri törenle gömerlerdi ama kartal tepesindeki, cesetlerden anlaşılıyor ki bu iş için vakitleri yokmuş ölülerini bırakıp tüymek zorunda kalmışlardı yine de misilleme için, yaşananları not ettiklerini biliyorduk, çünkü özellikle genç militanlarını, dağda tutabilmenin yolu kuyruğu dik tutmaktı yani misilleme yaparak intikam almaktı.
 
                 Kamplardaki askeri cenaze törenleri
Çatışmalarda etkisiz kılınan bazı teröristlerin üst aranmasının yapılabilmesi için tim komutanı birkaç el ateş açardı ya da uzman çavuşun birisi işi daha da ileri götürerek ölmüşü bir daha öldürmek için cesedi tarardı bu faaliyetlerde, bazı teröristlerin, cinsel organları parçalanırdı, bu atışlara;
      
 'sigortalı atış' diyorduk, yani ölümü, garanti altına almak, demek oluyordu.

(ohal bölgesindeki çatışmalarda, yaralı terörist teslim olmamak için, ya da fazladan, asker götüre bilmek için, kendisini tuzaklayıp, patlatabiliyordu.)

Akabinde, etkisiz kılınmış teröristin, boynuna ya da ayağına, uzunca dağ ipi bağlar çekerdik, şayet kendiliğinden, teslim olmak istiyorsa, dal daşak adamı anadan üryan soyundurarak, yanımıza yanaşmasına, izin verirdik.
  

                                 Etkisiz kılınan teröristler
(bence) yaşananlar, kurallara ters düştüğünden, sonuç böyle olmamalı, çünkü asker demek hep ateş demek olmasa gerek, işin ilginç tarafı güvenlik taramalarında bazı teröristlerin tsk’da görev yaptığı bazılarının ise görevi sırasında firar ettiği tespit ediliyordu yani bir nevi askerimizi kurşunluyorduk)

Bazı kuvvetli askerlerimiz etkisiz kılınan teröristin kuşağını çözerdi sünnetlimi değil mi ortaya çıksın diye tabii adamı topaç gibi çevirerek bu işi yapardı sonuçta, hepsi öz be öz ülkemizin, mahsulü çıkardı, hatta asteğmenimiz; sünnetsizin çükünü ben kesecem diye dalgasını geçmeyi ihmal etmezdi.

(sanırım burada, yapılması gereken, cenazeyi sahiplerine, teslim etmekti, yani oğlunuz ya da kızınız yanlış yoldaydılar diye olayın üzerini kapatmaktı.)

"dağlarda bir kurşun sesi, bir barut kokusu bile,

 seni insanlığından çıkarabilir"

ahlanın aslanlarım,

bu dağlar, yiğit görsün"

Taburun sıkı askerleri:

Şafağın kiremit rengine dönüştüğü havada kartal tepesinden ayrılmamızla hoş olmayan uzun intikal yaptığımızdan ve çağlayan akarsuyla karşılaştığımızdan doğa harikası manzarayı fırsata çevirerek mola verdik çok şükür yedik içtik, bulaşık derdimiz olmadığından, doğanın keyfini sürerek, huzur bulduk, derenin sesi sanki atlatılan tüm badirelerin izlerini beraberinde alıp götürüyordu o derece savaşta olduğumuzu unutarak rahatladık akabinde söküklerimizi diktik, suyun üzerinde, taş sektirdik, çekirdek dahi çıtlattık, yanında ayırmadığı o biçim dergiden etkilenen, ateşli bir arkadaşımız geceden rüyalandığından, dere kenarında çamaşır yıkayan genç kızlar gibi, sabunla iç çamaşırını çitiledi, yani savaşta olsa, hayat bildiğini okuyordu. Uzun tuttuğumuz molamız, iyi geldiğinden ve karnımız, tok olduğundan, aramızda lezzetli ve kahkaha dolu muhabbetler etmeye başladık bazı üst rütbeli komutanların taklitleri yapıldı, görkemli bir kutlama olmasa da  bayram ismindeki askerimize peksimetlerle kuru kuruya, doğum günü partisi dahi düzenledik, eğlendik de özellikle, anlı şanlı bölük komutanımız İlhan üsteğmenin, keyfine diyecek yoktu aslanlarım koçlarım bre yiğitlerim sizlerle gurur duyuyorum şeklindeki övgü dolu baba sözlerden sonra anladık ki bu gazı düpedüz verdiğine göre bir şeyler geçirecek diye ağzından çıkacak olan baklayı beklemeye koyulduk yani bir fırıldaklık çevirecekti ama ne? Hakikaten de baba adamdı, zira çok babalığını gördük üstelik yakışıklıydı bizlere şöyle derdi; erkek adamın hayatına dört kadın girer anası, bacısı, karısı ve kızı, gerisi insan onurunu, beş para eden, namussuzluğa girer, ayrıca hakiki sevda, tekdir ve tek kalır, daldan dala konanda, hoppa olur. Evlat olarak gördüğü, emrindeki askerini, koruyup kollamak için, en çetin çatışmalarda dahi çözüm bulabilme becerisine sahip cesur subaydı, yani Allah verdisi dehayla savaş konusunda sırrım gibi akıllı ve esaslı bir ustaydı.
 
                                 Kamp bölgesinden kareler

"analar kırmızı renkli, tabutlara sarılmamalı,

 kınalı kuzularına sarılmalı"

"kahramanlar öyle şeyler yaparlar ki,

insanlar şaşar kalır"

Neticede içerisinde bulunduğum, altı kişiyle birlikte, diğer timlerimizden, devrem Ahmet’inde bulunduğu altı kişi olmak üzere intikallerde oflayıp puflamayan ve silah, kullanmada maharetli, on iki kişilik, karma ve özel unsur oluşturmak için, tezgahtan karpuz seçer gibi, bölük komutanımız, bizi bir araya topladı, yani diğer operasyonlarda, olduğu gibi, sonundan döndü dolaştı kancayı bize taktı çünkü bize güvenirdi sürekli operasyon modunda olduğumuzdan, bizde her göreve zaten koçbaşı gibi, gönüllü ve hazırdık. Bakmayın toplama unsur olduğumuza hepimiz esaslı askerlerdik yani birbirimizin açığını kapatalım diye özellikle bir araya toplanmıştık çünkü kimimiz, uyku nedir bilmezdi, kimimiz projektör gibi, gözleri vardı ve yön, bulmada ustaydı kimimiz de soğukkanlı ve av köpeği gibi kokuya duyarlıydı.

                                  İntikalden bir kare
Arkadaşlarla bakışarak olanları anlamaya çalıştık ama bir sonuca ulaşamadığımızdan çabuk çabuk çantalarımızı sırtlayıp dersini alacak öğrenci edasıyla yere serilmiş haritanın başında toplandık ve kıpırdamadan durduk;

       2100 rakımlı kel tepede mevzii işgal ederek, ileri hat oluşturmak ve yol emniyeti için bizleri bekleyeceksiniz göreviniz boyunca takım olarak hareket edeceksiniz intikallerde araları açık tutacaksınız terörist gördüğünüzde gizleneceksiniz, sadece yerlerini işaretleyerek bildireceksiniz, biz hakkından geliriz. İntikalinizin ilerleyen safhalarında azgın akan ırmakla karşılaşacaksınız yönünüzü kaybetmemek için ırmakla paralel yürüyün, kel tepenin görüntüsünü almanızla karşıya geçin yoksa kilometrenizi uzatırsınız vaktinde görevinizi tamamlayıp, buluşma noktasına, sizlerden önce varırsak biliniz ki başarısız, olacaksınız diye, komutanımız bizi, görevlendirdikten sonra haritasını yerden rulo şeklinde sükûnla toplayıp akabinde tatlı tebessümle; Mustafa unsurun emir komutası sendedir artık ayrı olacağımızdan üstünkörü yolculuğa çıkıyorsunuz, dolayısıyla sorumluluğunuz artacak, haydi bakayım göreyim sizi, unutmayın hayatınızın maçına çıkıyorsunuz.

"dağda yürümek zordur,

 her adımda insanın kanı çekilir"

"artık inat edilecek zaman değil,

artık akılla harekat edilecek zaman"

Etimiz ne budumuz ne, topu topu 12 adamız, dahası deplasmandayız, ya ofsayt durumuna düşersek, ya yedek oyuncu lazım olursa ne olacak diye, arkadaşlarla birlikte, bu kadar riskin, gereksiz olduğunu düşündük. Sanki olta yemiyiz, sanki gidin ölün gibi isyanları içimizden taşımamıza rağmen, görevimizle ilgili sorumuz olmamıştı sadece aramızda tartışmıştık, çünkü emir açık seçik olduğundan uymak mecburiyetindesin yani emirleri çiğneyemesin ama kafayı kullanırsan boşluklardan faydalanıp arazi olabilirsin.

(bence) komutanın en asli görevi; emrindeki emanet askeri, koruyup kollamak olacak, sonra işine bakıp, düşmanıyla savaşacak, çünkü Mehmetçik ailelerine, evladınız sağ salim, teslim edilecek diye sözler veriliyordu.)

Neticede g…te giren şemsiye, sonradan açılmazmış hesabıyla; 'hadi bakalım kıçlarınızı yerden kaldırarak pergelleri açın' bakışlarıyla meçhul yola girmek için emri uygulamaya koyulduk yani maçı alacaktık başka yolu yoktu. İki saat paralel yürüdüğümüz suyu bol ırmağı geçmemiz icap etti ama sığ yeri gözümüze kestiremediğimizden murat ve hasanı yanıma alarak biraz daha taban tepmeye devam ettik sonra zarar vermeyeceğini düşündüğümüz kıvrık yer tespit etmemizle bizlere katılması için Ahmet’e haber gönderdim. Hasanla çalılıklar arasında bekleme yaparken hayal kurmaya başladım keşke yıkanabilsem diye yani soyunup dereye atlayasım geldi o derece su berraktı ama hiç sırası değil diye düşündüğümden hevesimi ceviz büyüklüğündeki (drişk) dediğimiz mosmor yabani böğürtlenleri ağzıma atmakla bastırdım kızarmış böğürtlenler uzanamadığım yerde bulunmasına rağmen, yine de ağzından kan damlayan, zombi vampirlere dönmüştüm. Arkadaşların bize katılmasıyla çevresi köpüklü kaya parçalarına basarak ve silahımızı denge çubuğu yaparak kurbağa misali zıplaya zıplaya ırmağı geçtik akabinde arkamıza bakmadan görev yerimize doğru bacaklarımızı hızlandırarak ormanlık alana dalan patikadaki yürüyüşümüze devam ettik.

                                        İntikalden bir kare

"bir gün gelecek,

o gün, güneş bizim için doğacak"

"sen ölümün kokusuyla, nefes nasıl alınır ve

nefes nasıl verilir, bilir misin?"

İntikalimiz sırasında bazı şansızlıklardan dolayı doğum günü çocuğu olan bayramın botu sivri taşa takıldığından tabanı düştü çareler aradık pantolonumuzun, yan cepleri ile yedek çoraplarımızdan, kendisine çarık yaptık aksi halde bizi yavaşlatırdı askerimizin ismi bayram olmasına rağmen şansızdı çünkü yoğun operasyonlardan dolayı iki bayramı dağlarda geçirmişti. Hedeflediğimiz kel tepeye doğru ormanlık alandaki patikadan aceleci olarak ve dinç adımlarla intikalimize devam ederken, yolumuzun aniden büyük Y şeklinde çatallaşmasıyla, çök vaziyetinde bir süreliğine beklemeye koyulduk aslında düşünecek alternatifimiz yoktu bu sadece zaman kaybı olurdu yani kaybedilecek tek dakikamız olmadığından ya çatalın solunu ya da sağını kullanacaktık çünkü başka yürüyüş yolu yoktu ama bizim hedefimiz, çatalın ortasına denk gelmişti. Kısa keşif yaptıktan sonra sol tarafın kolay ama pusu faaliyetleri için müsait olabileceğini sağ tarafın ise zor ama açık bölgeye benzediğine kanat getirdim, akabinde sağ tarafı kullanmak, mantıklı olabileceğini düşündüm, çünkü gizlenmeye, imkan yoktu, tabii parçalanmış kayalıkların arasındaki derinliği, hesap edemediğimden, istenilen her şey yarıklarda gizlenebilirdi yani teröristler bizi görebilirdi ama biz göremeyebilirdik yine de her düşünülen gerçekleşecek diye kaide yoktu çünkü insanız beşeriyiz ve şaşırabiliriz önemli olan yanlış zamanda ve yanlış yerde bulunmamaktı. Ahmet’in sinirli şekilde bu girişim tehlikeli olabilir, bir şey olmaz diyorsun sonra başımıza gelmeyen kalmıyor diye aksi yönde düşünmesine ve tekmeler savurmasına rağmen sağa sapmak için arkadaşları yürüyüş koluna toplayarak intikalimize devam ettik.

(devrem Ahmet’in söylediği gibi, ya aksilik yaşarsak ne olacak diye, kendi kendime düşünürken bizde o zaman şansımıza tükürüz diye iç geçirdim.)
  

                               Operasyondan kareler
Çok
sürmeden bir anda sanki kan kokusu ortalığa yayıldı sanki doğa susmuş insanların dağ başlarında birbirilerini boğazlamasını seyrediyor gibi ürkütücü hisse kapıldık ve sanki canlı yaşamıyormuş gibi sessizliğe büründük.

"yaralamak, ne kazandırdı ki bizlere,

bugüne dek, ne geçti ki elimize ?"

"buralarda iyi olan, hiçbir şeyi sevmezler,

 uğraşırlar onu yok etmeye"

Girilmez denilen yerlere 12 sıkı askerle giriyoruz:

Patikanın bitip kayalıkların başladığı, kayalıkların bitip patikanın tekrardan başladığı görüş mesafesinin kısıtlı olduğu bu yolumuzun, nereye varacağını, tahmin edemiyorduk ama görev bölgemiz olan 2100 rakımlı tepenin görüntüsünü alabilmemiz için avantaj sağlayacak, hâkim tepeye ulaşmamız gerekiyordu yoksa uçuruma toslamamız içten değildi ayrıca kel tepede bizi ne beklediğini, bilmediğimizden gerginleşiyorduk, yani ağaçların arasında ok gibi fırlayan bir hayvanın ya da dalından düşen bir dağ palamuttun sesine dahi ürküyorduk yine de keyifli olduğumuz anlarımızda kısa süreliğine sıkıntılarımızı kafamızdan atıp gülümseten eğlencelerimizde kendiliğinden oluşabiliyordu, yani ağlayacak halimize gülebiliyorduk. Gevşek remo lakaplı fırlama bir arkadaşımız vardı;
        'devlet baba böyle uygun görmüş' diye, elbisesinin sağını solunu yaptırmadan giydiğinden üzerinde eğritti dururdu tıpkı bostan korkuluğuna ceket giydirildiği gibi olurdu yani baktığında bunu komando yapanın diye iç geçirirsin ama kanı damarlarına sığmadığından gözü karaydı. Bu arkadaşımız, aklı gelende aşna fişnede işlerinde olduğundan şehvetle ağzından düşürmediği, manitasının ismini kargacık burgacık şekilde kayalara kazırdı ya da ar damarını çatlatıp resmini kağıda çizerdi ama yarı çıplak yani kızın memelerini gösterirdi, yapma etme sakat iş yapıyorsun savaştayız, diye çıkışmamıza rağmen, kalın kafası almadığından, bildiğini okurdu yani insanı, karıştırmak için elinden geleni yapan tiplerdendi. Hayatı ciddiye almayan bu cins arkadaşımız kayaya çıkar pislik olsun diye, kıçını havada tutarak, manda boku yere serercesine, patikayı pislerdi, üzerine de boş konserve kutusu ile asker cigarasının, pöçüğünü dikerdi, Mehmetçiğin çıkılmadık tepe bırakmadığını angutlar anlasın diye.

(90’lı, yıllarda ve öncesinde, vatani görevini, yapan erata, markası 'asker' olan ücretsiz sigara dağıtılırdı tabii filtresiz ve her dalın yarısı boş olurdu.)

"korkularından korkmaktan vaz geçtiğin an,

 korkulardan arınırsın"

"çıkar için değil,

kahramanlık şanı için dağlardayız"

(bu arkadaşımızın, tumanın lastiği gevşediğinden, çıkarıp fantezi bayrağı gibi ağaca asmıştı dönende alırım olmasa hatıram olsun diye 'millet hakkımı ödeyemez ülkem için kıçımdaki dondan vazgeçtim' diye sitem etmesi küçük gülümsemelere, neden olmuştu, kendisine yedek çamaşırlarımızdan, vermek istedik lakin böylesi havalı oluyor diye teklifimizi kabul etmemişti.)

Kafa ütüleme, işlerini seven, bu arkadaşımız;
        inşallah kör silo, döşediğim serseri, mayına basmaz diye,
kendi kendine, mırıldamayı ihmal etmezdi.

(askerler komutanlara lakap takardı Selahattin albayımızın bir gözü küçük baktığından, kör silo, lakabını almıştı, zira tüfekle, nişan alır gibi, bir gözü, hep yarı kapalı dururdu, çerçi normal insandan daha çok gözü vardı, yani bir bakışla, oranı buranı, düzel diye, emir verdiğinden, yanında yürürken titrerdik, çünkü ben adamı canını okurum, diyebilecek kadar acımasızdı.)

Unsurumuzun uyum içerisindeki temposuyla dik olmayan ama kayalık olan sırta kendimizi vurduğumuzdan iyi bir hızla baya yol yürüdük sonra yolumuza kayalığın çıkmasıyla tartışmaya başladık, yani çantalarımızla önümüze çıkan engeli, aşamayacağımızı düşündük, ya onca emeğimizi, hiç edip başlangıç noktamız olan ırmak bölgesine geri dönecektik ya da zorlu engeli aşacaktık ama aşılacak gibi değildi, zira uçurumdu açıkçası ne yapacağımızı bilemediğimizden boş boş beklemeye koyulduk yani kitlendik. Çok geçmeden kritik durumlarda adeta anahtar görevini üstenen ve formun zirvesine vuran kara muradımız; 'deneyeceğim' dedi ve ellerini kullanabilmek için, tüfeğini kayışını boynundan geçirerek, sırt çantasının üstündeki bu operasyonun ilk gecesinde içerisine girerek, ölümüm üzerine yazmış, olduğum ve kâbuslar yaşadığım, sarı renkli ceset torbasının, üzerine koymasıyla, botlarının burun kısmıyla ve kürek gibi, dev pençeleriyle, vantuz misali kayalıklara sürtüne sürtüne tak diye gözlerden kayboldu, adeta nefesimizi tutmuş, kayalığın diğer tarafından, işaretin gelmesini bekliyorduk.
 
                                   Operasyondan kareler

"yaşayan bilir süreç hepimizden,

bir parça alıp götürdü"

"buralarda hayatta kalmak, ecelin değil,

 başkasının istemine bağlıdır"

Çok sürmeden;
 
       'serbest' komutuyla rahatladığımızdan,
murattın yaptıklarını
denemeye karar verdik yani bizde kayalara sürecektik ama acemi bir askerimiz;
        buradan
geçemem geri dönecem diye depreştiyse de
devrem ahmet’in;
      
 böyle davranmakla topu taca atıp maçı soğutuyorsun diye gülümsemesinden sonra kaşlarını çatıp,
      
 kafana göre nereye döneceksin,
        bu
yola baş koyduk, 
      
ayrıca komutanın emri var,
      
 takım olarak hareket edeceğiz diye,
sesini yükseltmesiyle, kritik yerden sırayla geçmeyi başardık ama ölüp ölüp dirilmiştik zira ufak hatanın nelere mal olacağını düşen bazı malzemelerin kayadan kayaya çarpıp nasıl paramparça olduğunu gözlerimizle görmüştük.
Kısa soluklamadan sonra mevcut patikalardan birine kayışı kopmuş misali dalarak, inmeye başladık, çok geçmeden, beyaz bidonla, su taşıyan birini gördüğümüzden mevzii aldık sonra bu kişi silahlı iki teröristle buluşmasıyla ateşe başladık ve üçü ’nüde etkisiz kıldık oyalanacak vaktimiz olmadığından, inişimize devam ederek, mezraya benzer, yere girdik, bir ara gözüm bayrama takıldı aksıyordu garibimin ayağının durumu belli ki hiç iyi değildi. Saf düzeninde ilerlediğimiz alanlarda; taş ve topraktan yapılmış ateş ocakları, yemek tencereleri, çay demlikleri, bidonlar içerisinde, katı ve sıvı erzak etrafa saçılmış yırtık iç çamaşırı sırt çantaları ve yırtık mekap ayakkabıları ile daha birçok, malzeme vardı, ayakkabılardan birini, cefakar bayramın ayağına iplerle bağlamıştık garibimin ayak tabanı kabar kabar olmuş nerdeyse derileri dökülecekti, bayramımızın haline, yüce mevlan da acımış olmalı ki çevrede bir anırma sesi duymamızla el birliğiyle hayvanı kıstırıp çüşşe çüşşe sesleriyle, iri cüsseli hayvanın, yularından tutup, el koyduk ama kolay olmamıştı çünkü inadı tutmuştu, akabinde doğum günü çocuğunu katıra bindirip deh düh şeklinde kampın içlerine doğru yola koyulduk. Bayram ufak tefek olduğundan katırın sırtında jokey gibi durmuştu ama yüreğinde rambo bıçağı varmış gibi dövüşe hazır olduğundan sağlam askerdi.
 
                           Gömülü sığınaklardan kareler
 

"her defasında, son terörist imha olana kadar, çatışmalara devam denildiğinde,

 bir bilseniz, kaç kınalı kuzunun, o an alın yazgılarının yazıldığını"

"bu cellatları, bu kan emicilerini,

kimler dağlarda ve niçin besliyor?"

Bu kamp örgütün donanımlı olduğu kamptı zira (fırtına ve ölümsüzler) diye tabir edilen çapulcuları bu kampı kullanmadaydı şayet uçurumdan geçmemize, muradımız öncülük, etmemiş olsaydı, bu kampa giremezdik, çünkü Irak’ın güneyinden bu alanlara ulaşılabiliyordu gafil avladığımız 3 teröristte kampın nöbetçisiydi. Bunlar nasıl ölümsüz bunlar nasıl fırtına diye içimden söylenmiştim çünkü 3 saniyelik zaman diliminde adamları etkisiz kılmıştık gerçi fark etmediklerinden yapacakları bir şey yoktu çünkü şeytanın aklına gelmeyecek, öyle yerden çıkmıştık ki herifler keklik durumuna düşmüştü. Özetle örgütün dağdaki genç militanlarına göğsünü gere gere;
      
 asker buralara gelemez,
       yüreği yetmez dediği zap cumhuriyetiydi,
yani 12 sıkı askerle ve tek çizik almadan adeta hallaç pamuğu gibi ortalığı dağıtarak buraların ağası da marabası da bizleriz diye naralarımızı basıp göğsümüzü gere 
gere girilemez denilen yerlere girmiştik tabii bu yürüyüşümüzle ünlü şivi kampı tarih olmuştu çünkü deşifre olduğundan kullanılması artık aptalca olurdu.
 
                    Teröristlerin doğal ve yapay sığınakları
 
PKK gruplarınca, terk edilen bu kamp yerini, kullanma talimatı içeren bir levhayı, Hasan arkadaşımız tesadüfen bulmuştu, emirleri ve kuralları belirtilen; yazılı levhada, aynen şu ilginç, ifadeler yazıyordu;

suve ravi, paşiye werziş:06.30 yanisi; sabah kalkış ve spor

taştiye : 07.30 yanisi; kahval

leşkeriye hubikin:08.30-11.30 yanisi; askeri eğitim

büvese paşiye firaven: 11.30-13.30 yanisi;
İstirahat ve öğlen yemeği

siyasiye hubikin: 13.30-17.30’ye kadar yanisi; Siyasi eğitim


büvese paşiye şiv: 17.30-18.30’ye kadar yanisi; İstirahat ve akşam yemeği

 
büvesin rizgar: 18.30-21.30’e kadar yanisi; Dinlenmek ve serbest saat

 rakevin paşiye payeri bikirin: 21.30 yanisi;
Yatış ve nöbet durumları.

(bence) levhadaki talimatlar ve çevredeki diğer bulunan bazı emareler gösteriyordu ki; bu kamp örgütün, silahlı ve askeri kanadı olan;
ERNK ile ARGK militanlarınca, savunma amaçlı kullanılan, en önemli merkezi konumundaki, bir bölgesiydi. Mülteci kampını, andıran yerlerde, meydanı boş bulduğumuzdan, arama yaptık; üzerinde 'japan' yazılı ve kelebek anahtarıyla açıldığında bir parmak su ve bir parça kireç taşın devreye girmesiyle ısınan, kuru fasulye gibi, şık ambalajlı kumanya, fotoğraflar, kürtçe dergilerle birlikte, birde bağlama, bulduk ve şenliği başlattığımızdan şivi kampını eğlence kampına çevirdik. Malatyalı Ahmet’in sazın teline pir gibi dalmasıyla folklorcular gibi oynadık karşılıklı göbek attık birbirimize para yapıştırdı yani cefakar bayramımıza parti düzenleyerek doğum gününü birde sazlı sözlü kutladık akabinde teröristlerin kobra diye isim taktığı ama bizim ismini Midyat koyduğumuz motorize ekibimiz olan katıra bir ayağında askeri bot diğer ayağında teröriste ait mekap olan, bayramımızı yükleyip, deh diyerek, kamp yerini terk ettik. Saati bulan, çetin yürüyüşten sonra görev alanımız olan, kel tepeden görüntü almamızla, taş kesilmiş bacaklarımızı dinlendirmek için mola verdik.
 
                    Kamp yerinde bulunan bazı fotoğraflar
 

"yaramı ben taşıyorum,

 başkası acısını nerden bilecek"

"sen beni düşman olarak, görmeye devam et ve kendine, düşman yap,

 sen böyle gördüğün sürece, biz daha çok seninle, düşman oluruz"

Sınırlarımız dışında canlı olarak ele geçen ilk terörist:

Börtü, böceklerle ve kocaman şapkalı, mantarlarla kaplı, şirin bölgedeki, molamızda sigaralarımızı tüttürürken karşımızdaki doğanın renkten renge girdiği cennetin sarkık ve dikik köşesini andıran son baharın kışa yüzünü çevirdiği, sürü sürü kuşların, uçtuğu ve şırıl şırıl suların aktığı, mükemmel manzarayı seyre daldık doğrusu buralarda yaşamak cesaret işi diye düşündük çünkü doğanın neşeli sesleri olmasa bölge sanki karantinaya alınmıştı o derece sessizdi ama gel gör ki bu doğa olayı dumanlar içerisine gömülüp ürkütücü olabiliyordu tuzaklara karşı uyanık olun dercesine yalnızlığa bürünüp bizler gibi sessizleşebiliyordu, zira bizde çıtımızı çıkarmıyorduk.
 
                        Operasyon bölgesinden kareler
Adeta iki role bürünürcesine, bir avuç mutluluğu ve bir kucak dolusu acıyı bağrında saklayan seyrimizde dinlenme fırsatı yakalamıştık hatta tasa dolu mekanda, toplama unsurumuza;
       
'dalgakıran'
ismini vererek, mutluluk dahi yaşamıştık, yani taburumuzun, olası tsunami kasırgası yaşamaması için, ikaz görevini üstlendiğimizden bu kodu bulmuştuk. Hayranlık ve gevşeme uyandıran keyfimiz uzun sürmedi çünkü ellerimiz ensemizde biz lafı uzatarak çene çalmaya devam ederken yine olanlar oldu iliklerimize kadar çökmüş sessizliği, Ahmet’in silahından, çıkan patlamalarla, kökünden kazıması sonucu 'hasbi yallah' diyerek buz gibi kayalara bedenlerimizi yapıştırarak adeta bir etmiştik anlaşılan takışma şeklindeki iki lafımız kansızların kıçına batmıştı hâlbuki tüm gün ağzımız dilimiz bağlı çıtımızı çıkarmamıştık.
Üzerimize mermiler yağdığından çatışmanın şiddetini ayyuka çıkardı öyle ki değmesi gereken kurşunlar, kulaklarımızı vınlayarak, üstümüzden geçiyordu, bazıları ise, ürkütücü şekilde, kayalardan yankılayarak sekiyordu, yani karşıdakiler namluyu hafif oynatsa kurşunları vücudumuza saplanacaktı ama her defasında acele ettiklerinden ıskalıyorlardı yine de almış olduğumuz eğitimler gereği hedef küçülttüğümüzden kendimizi koruyorduk

"zozanlar ve berfinler, ağasına ırgat değil de,

 toprağına mühendis olursa, bu çatışmalar biter"

"askere silah çekeninde, oğlunu askere göndereninde,

 korkuları ve gözyaşları aynıdır"

Anlaşılan manzaranın büyüleyici tarafına kendimizi kaptırmakla hata ettik zira üzerimizde gevşeme bıraktığından ayvayı yemiştik ama savaş bu her an dengeler değişebiliyordu. Çatışmanın ilk şokundan sonra m-g3’çümüz öyle şahlanmış ki dezavantajı avantaja çevirebilmek adına inanılmaz açıyla yerini, almasıyla ve otomatik tüfeğinin, tetiğine asılmasıyla, tırrr tırrr tır tır trrrr diye, cömertçe mayon şeritlerini, harcamış ve ortalığı, alt üst ederek, dengeleri değiştirmişti, yani bu manevrayla m-g3’nün arkasına saklandık dersek abartmış olmayız. M-g3’cümüzden aldığım cesaretle, teröristlerin bulunduğu alanlara baktığımda mühimmatının tekini heba etmediğini görebiliyordum içimden bu cehenneme kimse dayanamaz diye sevinç geçti.

(şükür ki yanımızda cephane sandığını annesinin buzdolabındaki saklama kapı gibi gören psikopat Erdinç yoktu, aksi halde düşmana kurşun yerine domates soğan ve üzüm taneleri atardık diye kendi kendime düşündüm.)

Teröristlerle girilen çatışma yaklaşık 5 dk. sürmesine ve ortalığın sütlimana dönüşmesine rağmen, kurşunlar göğsümüze saplanan yumruk gibi sanki yanı başımızda duruyordu yoğun ateşin vermiş olduğu acı bitmeyecekmiş gibi nefes almamızı engelliyordu çevremize yayılan aşırı barut kokusundan genzimiz yanmış boğulur gibi olmuştuk dolayısıyla kusan arkadaşımız oldu.

(teröristlerin kampından, savaş ganimetiymiş gibi el koymuş olduğu japon malı, şık kumanyalar, gevşek remoya, pahalıya mal olmuştu, avanta saydığı, sıcak kuru fasulyenin bedelini, içi dışına çıkarcasına, ağır ödemişti.)

Sunmuş olduğu fırsatlarla, balkon şeklindeki kaya altlarına gövdelerimizi sokmamızı sağlayarak hayatımızı kurtaran dalağını yediğim m-g3’müzün sıkı mukavemeti sayesinde teröristler bizi sayamadıklarından ya da kolay lokma olmayacağımızdan yanaşamadılar ve her zaman olduğu gibi arkaları tutuşurcasına tabana kuvvet çatışmadan da çekilmek zorunda kaldılar, yani aleyhimize gelişen bu avantajla kefeni yırtmıştık yoksa duman olurduk.

"birileri birilerin sayesinde ayakta duruyorsa

 o birileri birilerini unutmamalı"

"komandolar merttir,

 PKK’nın başına derttir"

25 kişi olduklarını tahmin ettiğimiz kaçının öldüğünü kaçının kaçtığını bilemediğimizden ve takip pozisyonunda olamadığımızdan sayımızı korumak için yerlerimizi terk etmedik zira bölük komutanımızın çatışmaya girmeyin diye, kesin emri vardı, sadece yerlerini, tespit etmemiz için, emir vermişti. Yaşanan kısa ve hararetli çatışma sırasında dost düşman görünmemesine ve ateş isteği yapılmamasına rağmen özel dalgakıran unsurumuzu, takip eden taburumuzda acımasızca salladı havanları ile geri tepmeli top mermilerini bir bir üstümüze. Göğü burgu gibi delerek gelen, bu top güllelerin kimisi daha menziline varamadan havada patlayarak paralanırdı kimisi de hainlerin bulunduğu alanlarda güüümmm diye patlayarak içimizi soğuturdu kimisi ise, bu gelen tam üzerimize geliyor demeye bırakmadan, ıslık sesi eşliğinde şşşşaaappp diye korkunç gürültüyle yanı başımıza düşüp ortalığı izdihama çevirerek anamızın bedendeki oluşumla bizleri yere kapaklandırırdı, yani her şeyin eğitimini almıştık ama havanlardan kaçmayı öğretmemişlerdi, doğrusu verilmiş sadakamız vardı çünkü çevremizdeki her şeyin üzerine, ışıklar saçılıyordu, hayatımızda böylesine, sarsıntı görmemiştik adeta zehirli yılanla aynı torbaya girercesine ve düşman damgasını yercesine, sırf bir yerler, dövülsün diye, yapılan bu acımasız, 21 pare top atışlarında, motorize ekibimiz durumundaki, 'dalgakıran' unsurumuzun, neferi olarak, saydığımız ve rütbede taktığımız, Midyat isimli katırımız haricinde zayiatımız olmamıştı tabii hedef iri olunca telef kaçınılmaz oluyor. Bizi topa tutarak anamızdan emdiğimiz sütü burnumuzdan getiren askeri tanıyorduk elinin ayarını bilmeyen bu kişi çeto’dan başkası değildi, çünkü geri tepmeli topu o kullanıyordu yine de o tepeyi düz edin, kulak zarlarımı buralarda bırakmaya razıyım diye dua ettim zira bu destek atışları olmamış olsaydı muhtemelen kaçan grup kalabalık şekilde saldıracağından bizi bitirirdi ya da en iyi ihtimalle esir düşerdik çünkü sayımız da yerimiz de belliydi.

"dağlarda güzel yıldızlar,

 karanlığı aydınlatır"

"sonuçta ölüyoruz ve öldürüyoruz

 ama bunun nedenini bilmiyoruz"

İstişare için devrem Ahmet’in yanına gidecektim ki biri bağırmaya başladı;

—durun ateş etmeyin teslim oluyorum ve silahlar emniyete alındı.
Tıkanmış b
u sesin sahibi, parçalanmış iri kayalıklar arasında bir görünüp bir kaybolan, kısa boylu ve manda yavrusu gibi, bir teröriste aitti, zannedersin ki çakal, obüs mermisi, üstelik sümük salya, ağlıyordu ve ucunda, naylon olan, bir sopayı sürekli sallıyordu, anlaşılan yarma vücutlu bu terörist, tövbe edip teslim olmak için, önceden hazırlığını yapmış olmalıydı.
Ağır barut kokuları arasında devrem Ahmet gibi bizlerde olacakları merakla bekliyorduk, çok geçmeden, abluka altındaki teröristin, dostane bir sesle;

—yemin ederim askerle çatışmaya girmedim,
         karakol baskınlarına katılmadım,
       
 buralarda olmaktan dolayı pişmanım,
        beni
öldürmeyecekseniz teslim olmak istiyorum,
adam sıkıştığından, zor nefes alıp veriyordu, zira dura dura konuşuyordu. Devremin mevziisine, yakın duran, acı çığlıkları ile adeta kıçını yırtarcasına ölümü müthiş korkuyla yaşadığı anlaşılan ve Türkçeyi
düzgün konuşan herifi canlı olarak ele geçirmek için Ahmet aynı ses tonuyla;
        silahını bırak ve ellerini, göreceğim şekilde, havaya kaldırarak yaklaş diye nida basmasıyla bu teröriste aynı derecede karşılık verdi.
Hırpani görünümlü terörist Ahmet’in mevziisine doğru düşe kalka yaklaştı öfkeliydik ve parmaklarımız tetiğe gidip gidip geliyordu birkaç adım kala tıpkı tuluma peynir basar gibi, adamı yere seren devrem, tekrardan kaba sesle;

"dur" ve akabinde itileme kakalama olmadan ve birbirimizi kırıp dökmeden, yüzü pençe pençe kızaran, bu terörist, üzerindeki mühimmatıyla birlikte mükemmel bir zamanlamayla bizlere teslim olarak, hayatının en doğru kararını vermiş ve yaşama tutunmayı başarmıştı aksi durumda, kavganın ortasında tek başına kalan canı kıymetli bu teröristin yaşayacak tek dakikası olmayacağından, dünyasını başına yıkacaktık, çünkü hem, kavga etmesini bilmiyordu, hem de tüm namlularımızı üzerine çevirmiştik.

Sınır ötesi operasyonlarında canlı yakalanan ilk terörist  

"savaşa HAYIR diye haykırın,

 bu topraklar kardeşkanına doydu"

"kor gibi yanan bu ateşi seyrederek susmak,

 unutma ki, dağlarda ölümdür"

Saman alevi şeklinde başlayan, silahlı çatışma bitmişti, fakat artçı etkiler, sürdüğünden ve tüm haşmetiyle karanlık çöktüğünden geceyi bulunduğumuz kayalıklarda geçirmeye karar verdik, çünkü üzerimize sandık dolusu kurşun boca edilmesine rağmen parçalanmış iri kayalıklar bizleri korumuştu. Önce savaş esirimizi iple bağlayarak, birkaç tenekeyi arkasına taktık;
 
       'kıpraşma mermiyi yersin' diye de tembihledik,
zira yılanın kuyruğu yanımızdaydı ama başı hala ortalıkta dolaşıyordu, gerçi ahmet’e, kalmış olsaydı, hıyarlık yapıp adamı vuracaktı çünkü birbirimize güvenmiyorduk ama nelerin üstesinden gelmedik bunla mı baş edemeyeceğiz diye devremi ikna etmemle çam yarması tombik herife pançomu vererek aramıza karışmasını sağladım akabinde aynı dala dizilmiş keklik gibi avlanmamak ve çevremize savunma hattı oluşturabilmek için, boş konserve ve kola kutuların içerisine taş parçacıkları koyarak mevziilerimizin ön kısmına emniyet şeridi çektik ses çıkarması için
künyelerimizin zincirlerini dahi kullandık yani canlı alarm sistemi kurduk, çünkü mühimmatıyla ve kendi isteğiyle bize teslim olan esirimizi infaz edebilmek için, kaçan azılı grubun, her türlü saldırıyı, planladıklarını düşünüyorduk ayrıca az olduğumuzdan tüm tedbirleri almak zorundaydık.
Uzun gece bizi bekliyordu, zira dananın kuyruğu gecenin sonunda kopacaktı nitekim de uyku ve sigarayı yasakladığımızdan geçmek bilmeyen gecenin ilerleyen saatlerinde zorlanmaya başladığımız esnada hasan paşamızın gözüne ilginç ışığın peyda olmasıyla hepimiz yerimizden hopladık. Bir görünüp bir kaybolan ışığı bizde görmüştük acaba uykusuzluktan olabilir mi diye derin sessizliğe büründük anlaşılan belaya çatmak üzereydik. Neler olduğunu, anlamak için, murattı gönderdik, çok sürmeden muradın dönmesiyle ve olayı aydınlatmasıyla önce sinirlendik sonra da gülümsedik zira bizi yerimizden hoplatan ışık rüzgarın azizliğine uğrayan boş konserve kutusuydu, yani çöp disiplinine uymadığımızdan, bu gerilimi yaşamıştık.

"dağlarda ayağı taşa takılıp,

kayadan korkan, nice insan tanıdım"

"ne zaman, bu savaşın bitmesi için,

 akıl ve yürek, birbirini tamamlayacak"

Neticede boşluk bırakmadığımızdan kimse bize yanaşmadı ve şafakla geceye, beyaz örtünün serilmesiyle, tırmanmaya başladığımızdan, kelli felli tepeye çıkarak görevimizi yerine getirmeyi başardık onurluyduk çünkü ufak tefek olmamıza rağmen fire vermeden on numara operasyon çıkarmıştık.

(her kadar bölük komutanına yüzümüzü ekşitişsek de ve her ne kadar yabancı ellerde damla olarak kendimizi gördük sekte sonra dan kabına sığmayan damla olarak damla damla sele dönüştüğümüzden bu emniyet kolun oluşturulması isabetli olmuştu yoksa bu grup alayımızı duman ederdi)

Taburumuz yanımıza, ulaşıncaya kadar, beraberimizde kalan, öğretmen teröristi sohbet ortamında sorguladım anlattıkları ise tam ibretlik hikayeydi.

(teröristin, ağzından dinlediklerim, sınırlarımız içerisinde yaşandığından, anlatılanlara bu çalışmanın sonlarında tekrardan değinmeye çalışacağım.)

Ayrıca bize saldırmaya çalışan ve 25 kişiden oluşan grup kartal tepesindeki mevziiyi ele geçirmemize mani olmak için her türlü fırıldaklığı yapan gruptu yani farkında olmadan bize kan kusturanların peşine düşmüştük zira kafa kafaya geldiğimiz bölgeye, tek patikadan, ulaşılıyordu ama her defasında, kaçmayı başarmışlardı yine de bir parçada olsa kendilerinden bir şeyler koparmıştık, şayet tekrardan karşılaşmamız halinde, bu defa onları, paramparça etmemiz içten olmayacaktı çünkü esirimizden aldığımız bilgiye göre kaçanlar beş arkadaşımızın katiliydi, yani emir dinlemez hesabını sormak için peşlerine düşerdik, zira şehitlerimizin, intikamı için buralardaydık, ayrıca, yeminimiz vardı. Taburumuzun yanımıza ulaşmasıyla, ilk işimiz, bizi acımasızca topa tutan çeto’yu aramak oldu, bulduğumuzda ise dişlerinin arasındaki tükürüğü, istediği hedefe, isabet ettirmekle, meşgul olduğunu, gördük ama iş topa gelince çapsızlık yapar sağı solu patlatırdı, kendisine bağırdık çağırdık, bize cehennem ateşini yaşattığı için, kızgınlığımız geçtiğinde ise hayatımızı kurtardığı için 'allahına kurban' diye boynuna sarıldık.

"uyan paşam uyan,

 sıra sana gelmeden"

"biz pekeke’nın, kürtleri değiliz,

bu devletin, kürt vatandaşlarıyız"

Örgütün tam donanımlı hastanesini yerle bir ediyoruz:

Teslim olan teröristle arazide birkaç gün dolaştık, aramalarımızda sığınak yerleri gördük ayrıca sınır karakollarımızdan kaldırılan ve bazılarının üzerinde askerimizin kanı olan bir kısım bozuk silahlarımızın yerini de öğrendik yani herifin sayesinde baya kümes kapattığımızdan, bir nebzede olsa rahatlamıştık yine de kendimizi başarılı saymıyorduk çünkü arkadaşlarımızın silahlarını bu sığınaklara taşıyanları bulamadığımızdan hesabını daha soramamıştık ama çember daraldığından o güne adım adım yaklaşmıştık.
 

                                    Örgüt Sığınakları
 Faaliyetlerimiz esnasında değişik çalışma ile buzlu su borularıyla havalandırma bağlantısının yapıldığı hastane yerini gördük, yaralanan teröristler bu sığınak içerisindeki sağlık tesislerinde tedavi görüyordu ağır durumda olanlar ise, ya İran’ın, Urmiye şehrine, ya da Diyarbakır’daki, hastaneye belediye, çalışanı olarak, sevk ediliyordu, bir kısmı da, mahmur kampına gönderiliyordu, iyileşenler işine geri dönüyordu iyileşmeyende gazi olarak kamplarda kalıyordu tıpkı düzenli ordu gibi hatta bir teröristin korucu kimliğiyle askeri hastanede tedavi gördüğünü bir üsteğmenimizden duymuştuk. Beraberimizdeki terörist, parmağının ucuyla bu hastane yerini göstermemiş olsaydı katiyen bulamazdık, o derece kurnazca tasarlanmış projeydi. Operasyonlarda, dar bir bölgeyi, fellik fellik, taramamıza rağmen, çok şey bulabilirdik ama örgütün, sığınaklarını bulamazdık, çünkü hile yaparlardı.

(o dönemlerde, Diyarbakır askeri hastanesinden kaçırılmış bir tabibinde, bu hastanede görev yaptığı bazı komutanlar tarafından dile getiriliyordu.)

Koli koli tıbbi setler ile 'germany' yazılı bazı cihazlarla birlikte zap vadisine çöreklenmiş, bu yapılandırmayı, yerle düz ettik, sedye maksatlıyla mazot bidonunu da, ikiye bölmüşlerdi. (birde savaşlarda hastane vurulmaz derler)

İnsan düşünüyor tabii ki nasıl oluyor da bu çapulcular Japonya’dan ve Avrupa’nın dört tarafından masraflı bu malzemeyi dağ başlarına yığabiliyor?
 
        Örgütün sığınaklarındaki hastane yerinden kareler

"bu dağlarda, ben de ölseydim,

yaşananları kim anlatacaktı"

"keşke bu memlekette, birileri "barışı" çizseydi,

 dua eden analar, resme bakınca, nede sevinirdi"

Yeşillik namına otun dikenin yetişmediği dik kayalıklara derin çatlaklara ve kat şeklindeki mağaralara, dağ ipi kullanarak inerdik, girişi sahanlık şeklindeki mağaralardan biri, teröristleri cezalandırmak adına tutulduğu tecrit odasına dönüştürülmüştü, zira rastladığımız emareler, onu gösteriyordu. Bu aramalarımızda, sahra tipi sırt telsizi ve Japon malı YAESU marka el telsizin teröristler tarafından kullanıldığını bu operasyonumuzla tespit etmiştik, bu cihazların özelliği frekansını yakalamak günler isteyen çalışmalarla mümkündü yine de dalga kırıcı nesnelerin bulunmadığı hâkim noktaya çıkar, terörist telsizlerin frank aslarını, taramaya alır ve numaralarını, telsizlerimize sabitleyerek, sarkma olayını yapardık, ya da bazı, acemi malların, telsizin mandalını, takılı bırakmasıyla, gizli olarak dinlerdik; bazen kürtçe bazen de türkçe olarak birbirilerine hakaret edenler, erzak isteyenler ve birbirilerine aferin çekenler gibi, gaza getirici konuşmaları dinlerdik. Bazen de Ahmet kontak kurduğu telsizden istiklal marşımızı adamlara dinletirdi, tabii küfrü de yerdi, sonra da dağlara gel dağlara türküsüyle misillemelerini yaparlardı çünkü özellikle 'ölürüm türkiyem' şarkısına kudururlardı.

(Ahmet Niğdeliydi, sevdiği kızın babası; tamirciye kız vermem diye diretince bu sözler Ahmet’in ağrına gittiğinden, su gibi kızın, ele akmaması için ve evlenme ruhsatı alabilsin diye sanayideki mesleğini bırakarak orduya katılmıştı, kendim ise, askerlik çocukluk hayalimdi ama yeni evlendiğimden ve taksitlerim olduğundan, süreci hızlandırmak adına, orduya katılmıştım, yoksa saf birer vatansever olarak, borcumuzu ödemiştik, tabii kız almak, kolay değil adam şirini için dağ delmiş biz kendimizi ateşe atmışık çok mu?)

Neticede; örgütün bu eğitimli militanı, propaganda faaliyetleri için, Diyarbakır’daki trt stüdyolarına gönderildi, tabii uçuş esnasında, komutanımız;

       üstüne sıcak somunla doyurup, seni mi besleyeceğiz i…’ne dercesine, adamı yaka paça tutup öfke içerisinde, helikopterden aşağı fırlatmamışa.
 
                                        Devrem Ahmet Ç.        

"içinize ateş düştü mü,

izlemekten geri durmayın"

"eğer karnın tok, sırtın pekse, her şey yolunda,

peki ya değilse?"

Tabiat ananın ağzımıza ettiği günlerimiz başlıyor:

Operasyonun ilerleyen safhalarında, piknik havasında geçen günlerimizin yerine doğanın acımasız yüzüyle karşılaştığımızdan sıkıntılarımız başlardı yani bitlenirdik çamaşırlarımızın dikişli olan yerleri bit yumurtalarıyla dolduğundan kimimiz uyuz gibi yorulana kadar ha bire kaşınırdık kimimiz ise bitlerimizi okşuyoruz diye, maymun misali zıplayarak birbirimize gülerdik. Önceleri bu mahlûklardan tiksindiğimiz için ve karınca gibi hareket ettikleri için, çamaşırlarımızı ateşe, atardık ama yetiştirilecek gibi değil, elimizde ne atlet ne don kaldığından, sabahları ilk iş olarak iki gün sonra bit olacak mat şeklindeki sirkeleri, iki tırnağımız arasına alıp, çıt diye ezip patlatmak olurdu, yani yılanın başını küçükken, eziyorduk ama köklerini terörist gibi kurutamazdık çünkü toprak biti berbattı vücut sıcaklığını hissettiği an saldırıya geçer virüs gibi her tarafa yayılırdı bazen de uğraşlarımız boşa gittiğinden, büyümeye bırakırdık, yani sürü gibi, çoğalmasını sağlardık, kimi arkadaşımız ise; bitler temiz, çamaşırları sever, kirleterek kullanın diye, ikazda bulunurdu, kimimizde en kötü günlerimiz, böyle olsun, soğuklarda başladı, bu dağ başlarında, nasıl duracağız? diye, kara kara düşünürdük. Mevsim nedeniyle ikmal sorun yaratırdı kumanya ve sigara ana koşulumuz olduğundan eksikliği psikoloji olarak bizleri değişebiliyorduk kimi arkadaşımız komaya girmişçesine sallama poşet çayını sigara gibi sarar içerdi, kimisi ise, krizi çığırından çıkartıp, keçi-koyun dışkısını, kâğıda ezerek içerdi yeter ki duman olsun, fakir ocağı gibi tüttürdüğün nedir diye sorulduğunda ise; 
       tezektir yani boktur ama kokusu yoktur dumanı ise çoktur diye cevap vermesiyle şamata kopardı.
Bir tim komutanı son sigaramı atmadan önce;

       birkaç fırt çekeyim diye sigaranın geri kalanını adeta yutarcasına içerdi oysaki asteğmenimizin nevale konusunda, arkası kuvvetli olurdu yani İsviçre çakısı gibi yok yok ama bizler gibi oda çürük aylara, yenik düşmüştü.

"neticede hayat devam ediyor,

ateş düştüğü, yeri yakıyor"

"kimdir elin maymuncuğunu yapıp,

 ortalığı karıştıran, bu vatanseverler?"

Şimşekler bazen göğü yere indirecek gibi parçalıyordu yağmur ip şeklinde ve buz gibi yağdığından öç alırcasına tabiat ananın kamçısı gibi tepemize inerdi, öyle ki yağmurun her türlüsünü gördüğümüzden ıslanmadık yerimiz kalmazdı insan o an kuru olmayı çok ister tabii silahlı çatışmanın da yaşanmamasını ister zira mühimmatımız ıslandığından tutukluk yapabilirdi yani savaş uçaklarımız doğayı darma duman ederek hayli hırpaladığından buna müstahak olmuştuk, çünkü tabiat ana, bizden misliyle intikamını alıyordu. Hiçbir dalda’mızın olmadığı yağmurlu gecede, aklımın çözemeyeceği, bir olaya tanıklık ettim adeta erircesine gömülmüş olduğum mevziimde, ilahi sır tarafından okunan ezan sesi işitiyordum kimi zaman fırtına ezan sesini bastırıyordu kimi zaman ezan sesi fırtınayı bastırıyordu hayatım boyunca başıma ilk geldiğinden daralmıştım. Yağmurla gelen ilginç durumu mevziimdeki Murat’a; duyuyor musun diye bağırdım, kafa yaptığımı düşünerek anlamsız tebessümle, duyuyorum hadi saf tutup, namazımızı kılalım, sen dalgamı geçiyorsun? Allah’ını seversen iti bağlarsan itin durmayacağı bu havada kim ezan okuyacak? diye o dalgasını geçti tekrardan sorduğumda ise, neredeyse iki omuzu arasında kaybolmak, üzere olan başını, buğday başakları gibi sağa sola salladı anlaşılan kabak benim başıma patlamıştı. Murat’a tekrardan bağırdım; ateşimle istediğin tarafa ateş et dedim belki iç sıkıntımdan kurtulurum diye ama değişen bir şey olmadı sonuçta uzun geceyi atlatarak sabahı gördük suların çekilmesiyle arkadaşlarımıza ait bazı malzemelerin suyun içerisinde yüzdüğünü izledik. Hoca diye hitap edilen bir astsubayımıza ezan meselesini açarak, yorumlamasını istedim; bulunduğunuz yerde;
      
 ya ermiş evliya yatıyordur,
     
 ya da Allaha temiz kalple giden, şehit vardır diye sorumu cevaplamasıyla benden uzak olsun Allah yazdıysa bozsun hesabıyla kendimce konuyu kapattım ama operasyonun ilerleyen safhalarında, hoca astsubayımızın söylediklerinin, gerçeğe dönüşeceğini, nerden bilebilirdi ki?

"dağlardaki bu yaşanan savaşta,

masumiyet yoktur"

"kazandıklarım bitti,

yitirdiklerime kaldım"

Cephane sandığında ot kaynattığımız günlerimiz:

Havalar bazen müsait olmadığından almamız gereken destek de aksama olurdu, ya da bu desteği hiç alamazdık, haliyle isyan ederdik çünkü insan aç kaldığında konuşmayı dahi unutuyor, aklı hep bir kap yemekte kalıyor, hafız lakaplı arkadaşımız böylesi günlerde kaza oruçlarını tutmak için niyetlenirdi mübarek son suyunu abdest suyu yapardı o derece inanç sahibiydi.

(emmek isteyen, bebek misali, kazık gibi heriflerin, bir lokma yiyecek için, dağ başlarında acılar içerisinde nasıl üstünü başını yırtıklarına şahit olduk.)

Havaların müsait olduğu zamanlarda ise aşağı iner, helikopterin bıraktığı yaşamsal manadaki idame malzemesini, arkadaşlarla birlikte dengeli şekilde bölüşerek, sırtımızda taşırdık, tırmanış esnasında ip gibi yağan yağmura yakalandığımızdan torba içerisindeki askerin katığı olan ekmek vıcık vıcık olurdu, timimdeki askerlerimize, pençeleyerek dağıtırdım, sonrada teneke parçası üzerine yayarak, lapa olmuş bu ekmeği pişirirdik, kimimiz buğulu gözlerle, kimimiz de gözyaşlarımızı, tuz edercesine yerdik, eksik beslenmeden dala döndüğümüzden gözle görülür şekilde kilo dahi verirdik. Selahattin asteğmenin timine, erzak götüren arkadaşların görüntü vermesinden dolayı başta asteğmenimiz olmak üzere Allah ne verdiyse kurşunu basmışlardı, çünkü kıstırıldıklarını, düşündükleri arkadaşlarımızı, terörist zannetmişlerdi, hatta arsalan gibi, bir askerimizi, karnından vurmuşlardı, bereket versin, durumu iyiydi, dost ateşi sonucu, neye uğradığını şaşıran, devrem ve beraberindekiler, küfürler içerisinde, sağa sola kaçışarak, gözü dönmüş, bu asteğmenimizin timinden, o gün canlarını, zor kurtarmışlardı. Bazen de üst bölgemize gelen helikopteri yönlendirmek için, tim komutanı görevlendirilirdi, böylesi durumda astsubayımız sis bombasını yakmıştı ki keskin nişancı bir terörist tarafından ve kısa aralıklarla iki el ateş edilmesi sonucu Kütahyalı bu astsubayımızı havalı bir kurşunla, alnından vurdular.

                               Üst bölgesine erzak taşıma anı

"dağlarda yaşam, öylesine biçimsiz ki

tek mutlu anımız olmuyor"

"gündüz açız, gece açız,

acılar içerisinde, kıvrandığımız günler, ölümden acı"

Bu ateş üzerine sağa sola ateş etmeye başladık çünkü kısa ateşler yankı yaptığından, ateşin nereden ve ne şekilde geldiğini kestiremiyorsun, yani kurşunlarımızın sesi, bir taraflara, çarptıktan sonra yenilene yenilene kulaklarımıza sersemleyici dalgayla, geri dönerdi. Yerüstü ekibinin, talimatlarına kulak tıkayan korkusuz pilotlarımız ise darbelenme pahasına yaralı astsubayımızı alıp, öyle dönerdi, tabii yeni bir eziyet için, yine aç kalırdık.

(Tim komutanı olan Kütahyalı astsubayımızın akıbetini bu çalışmanın sonlarında tekrardan sizinle paylaşma gayreti içerisinde olmaya çalışacağım)

Bazen de fırtına münasebetiyle helikopter uçamazdı, haftayı bulabilen bu süre zarfında tek besinimiz peksimetlerimiz ve tanıdığımız yaprağı geniş bazı otları kaynatmak olurdu birde su birikintilerini çekmekte kullandığımız meyve suyu çubuklarımız vardı özellikle peksimetlerimizin hamuru sanki çimentoyla yoğruluyordu ancak kemirerek yiyebilirdik ama doyurucuydu, o dönemler zor yıllar olduğundan bazı karakollarımız kuzine fırınlarda ekmeğini kendisi yapardı et ihtiyacı içinde küçükbaş hayvanını kendisi yetiştirirdi.

    90'lı yıllarda sınırdaki asker ekmeğini kendi yapardı
Üst bölgesi olarak kullandığımız Çayırlı jandarma karakolundaki hemşerim aşçı ziya aklıma gelirdi, biraz daha yemek ister misin abi demesini hayal ederdim öyle ki bir bakkalın hayalini dahi kurabiliyordum bisküvi ve cevizli sucuk alabilsem diye çünkü gecenin bir vaktinde arzu ettiğini bulabilmek ve bulduğunu alabilmek en büyük özgürlüktür bazen de merak ediyorduk evde ne pişiyor diye özellikle o anları düşünmek insanı gerçekten acıtıyordu, çünkü sütten kesilmiş gibi, insan annesinin yemeklerini özlüyordu. Kıtlıktan çıkarcasına, kâbusa dönüşen bu gibi acımasız durumlarımızda;
       siperde sabah kahvaltısı: peksimet ve meyve suyu çubuğu,
      siperde öğlen yemeği: yaprağı geniş otlar ve meyve suyu çubuğu
       siperde, akşam yemeği: ot, peksimet ve çubuk.


        (dağdaki çakal yüzlü teröristleri dize getirecek, aslanların yemek menüsü)

"yaşamak,

 hiç bu kadar, ağır gelmemişti"  

"susuz kaldık yine,

geçen operasyonda, olduğu gibi"

(tıpkı atalarımızın yoklukla geçen mücadele yılları gibi bizimde ekmeğimiz bazen taş gibi, olurdu ve tasın içerisindeki, tuzlu suya batırarak yiyebilirdik, böylesi çileli anlarımızda aklıma Çanakkale’deki ecdadımız gelirdi ve duygulanırdım, çünkü onlarında boğazlarına dizilecek, lokmalar sayılıydı:
        siperde, sabah kahvaltısı: şekersiz üzüm hoşafı ve yarım ekmek
       siperde, öğlen yemeği: hiçbir şey yok,
       siperde, akşam yemeği: yağsız tuzsuz buğday çorbası ve ekmek
 
  (7 düveli, dize getirip, bu vatanı dar eden, kahramanların yemek menüsü)
Tabii içerisinde bulunduğumuz bu durumlarımızı, destansı kurtuluş savaşında yaşananlara kıyaslamaktan ziyade bugün dahi davasını güttüğümüz kahraman dedelerimizi, tekrardan gururla yâd etmek için, konuyu açtım.)
Çivi gibi delik açtığından çivici diye lakap taktığımız Adanalı devrem Ali kötü geçen acı günlerimizde mevziime gelerek demiri eriten kızgın ateşin rengini alan, yüz ifadesiyle ve boğazı düğümlenircesine su istedi; bak matarama bulursan senindir diye kendisine karşılık verdim, hafız arkadaşımızın hocalığında, yağmur duası dahi yapmıştık o derece damla suya hasrettik. Ali susuzluktan çılgına dönmüştü, küfürler savuruyor ve her tarafı tekmeliyordu kontrolden çıktığından kimseyi dinlemiyordu 'bu aşağılık dünyaya, veda etmek
istiyorum kimse yaşamım ve ölümümle ilgili bana emir veremez ' diye azrail’e koşarcasına isyan etmişti, yani benden sonrası tufan ne haliniz varsa görün misali, cinnet hali, hâlbuki kendisi, dayanıklı ve bir o kadarda, katı yürekliydi, toplumun tasvip etmediği,
türlü olaylara karışan bu
arkadaşım çok gaddardı lakin operasyonlara çıktımı meydan okurcasına hareket ederdi adeta yüreğini ortaya koyarak hain düşmanıyla savaşırdı. Susuz geçecek geceyi bekliyorken Ali tekrar yanımıza geldi; aşağıya inip su arayacağım demesiyle tehlikeli olur diye ikaz ettiysek de mankafanın önde gideni olduğundan hiç birimizi takmadığından ufak ufak gözden kayboldu.
  "hayatta, en başta ve en önce,
   açlık gelir" 

"aç susuz kalmayanlar,

 başkalarının aç susuz kalabileceklerini bilmezler"

Geceye kalmaz diye tedirgin olmaya başladık çünkü firari olduğundan vurulabilirdi mayası bozuk bir serseriydi inşallah kaza kurşuna kurban gitmez diye düşünmeye başladık netice de kendine has yaratmış olduğu bir patikadan karabatak gibi mevziimize dalmasıyla Aliyi kahraman gibi karşıladık sayesinde, mataralarımız dolmuştu, üstelik yaralıydı, zira su ararken, hem tüfeğini kırmıştı, hem de ayağını, burkmuştu ama tüfeği, hala çalışıyordu. Öğlen vaktine doğru çivici Alinin yanına gittim dikkatimi bir şey çektiğinden;
       hayrola devrem, bugün ziyafet mi? var diye, kendisine takıldım,
       her şeyi devletten beklemeyelim bizde taşın altına elimizi koyalım buyurun zap’ın geleneksel sofrasına demesiyle, ısırgan kenger ve yaprağı geniş bazı otları deste halinde doğrayarak cephane sandığının içerisine koyup kaynamaya bırakırdı bir taraftan da;
 
       'peşmerger’li amcalarımdan öğrendim çorba şeklinde yendiğinde acayip şifalıymış adı dağ yemeğiymiş' gibi muhabbetten sonra ellerini ovuşturarak askerlerine gür sesle;
       nöbetçiler!!! ayağa kalk bere çıkar;
      
 tanrımıza hamd olsun,
        milletimiz var olsun,
        tanrımıza
şükürler olsun akabinde de aynı ses tonuyla bana dönerek,
      
 dikkat!!! buyurun mustafa uzman çavuşum, bende timdeki askerlere aynı ciddiyetle;
      
 beğendiyseniz hepinize afiyet olsun arkadaşlar dedim.

                    Mehmetçiğin yemek duası  
Yemek duasından sonra, ali boş konserve kutularını, cephane sandığına daldırarak baş konuk olduğumdan kutulardan birini elime tutuşturdu, kurbağa bokuna benzeyen şeyi, yemem diye, düşündüysem de tıpkı bir atın burnunu, yem torbasına, sokması gibi, arkadaşların başını, kaldırmadan yemeğe girişmeleri ve çenelerinde akan sular gösteriyordu ki Ali ustanın, çeşitli otlarla, haşlamış olduğu yemeği, nefis olmuştu, adeta insanı yeşile çeviren bu yemekten sonra bazı askerlerin ishal olduğu ortaya çıkmıştı, tabii keyfimizden tencere kaynatmıyorduk, çünkü hava muhalefetinden ötürü ikmal yapılamadığından, kırılıyorduk dolayısıyla, bulduğumuzu yiyorduk. 

"söyleyecek, çok sözüm var ama

 mahşer yerini bekliyorum"

"olmasa silah ustaları,

 olmasa dünyada savaş"

Peşmerge askerleriyle ticaret gibi alış veriş yapıyoruz:
Operasyonun ilerleyen safhalarında, mevziilerimize peşmerge askerleri, gelmeye başladı, şivelerimiz farklı, olmasına rağmen, konuşurken çat pat şeklinde birbirimizi anlayabiliyorduk, kuşamları ve silahları teröristlerle birebir örtüşüyordu yani sorsak belki teröristlerle akraba çıkarlardı o derece kim hain kim sadık karıştırırdık hatta birbirilerine gerilla ismi ile seslenirlerdi.
        PKK’lı teröristlerle, karşılaşıyor musunuz? diye sorduğumuzda; ağız birliği etmişçesine görmedik gözümüz değmedi derlerdi yani konuşmaları yasak olduğundan laf alamazdık tıpkı askerler arasında; 3 KKK formülündeki karışma konuşma karıştırma olayı gibi oysa onlardan habersiz kuş uçmazdı arada karşılaştığımızda selam verir merhabaya durmazlardı o derece kaçaklardı belki de bölgenin en fırlama aşiretiydi çünkü puştluğa kafaları zehir gibi çalışırdı, dahası renklerini ve taraflarını belli etmezlerdi, yani otu çek köküne bak hesabına aynı bokun soylarıydı buda onların sınırlarımızda inşa ettirmiş, olduğumuz karakollarda, iyi işler çıkarmadığını ve temiz olmadıklarını göstererek, her iki tarafa yandaş havası veriyordu. Bizim yöremizde, çok yaygın olarak söylenen, ünlü bir söz vardır; (ki govend têketin destik radike) yanisi; halaya giren, kollarını kaldırır. Bir defasında çatışmada hafif yaralı olarak ele geçirilen bir PKK’lı ile bir peşmerge’yi, yan yana getirip, nazımızın geçtiği, tim komutanlarına; aradaki yedi farkı bulun bulduğunuz her fark için tek dal sigara kazanın diye kendilerine takılmıştık komutanlarımız adamların etraflarından dolap beygiri gibi dolanıp durmalarına rağmen eğlenceli bu yarışmamızda benzer farkları ortaya çıkaramamışlardı halbuki deneyimli öyle astsubaylarımız vardı ki teröristi nefesinden şak diye tanırdı, adamın giydiği donun rengini dahi bilirdi, hatta Selahattin asteğmenim; peşmerge askerlerine söyle kafalarına göre ortalıkta dolaşmasınlar kim vurdu ya giderler diye ikazını yapardı.

Peşmerge:Irak’taki kürtdevletinde kürtordusuna ait ordunun genel ismidir.
 
                       Mesud Barzaniye bağlı peşmerge güçleri 

"şehitlerimiz onurumuzdur,

bu onuru omuzlamayanların, kalbi kurusun" 

"bu illet sırtımızda kamburdur,

ancak ölürsek, bu yükten kurtuluruz"

Peşmerge askerleri ticaret için mevziilerimize gelip bağdaş kurduklarında dikkatimizi ilk çeken kendilerinde sigaranın ve mühimmatın sınırsız olmasıydı, çünkü ikisi de, kaçak olduğundan, bol olurdu, tek sıkıntıları erzaktı.
         bir konserveye bir paket sigara iki barbunya pilakiye el bombaları veya dürbünler, ya da özel kama ile özel hançerler, bazen sonunu düşünmeden yaptığımız ticarette elimizde konservemiz kalmazdı yine de kuran ekmek ve bir takım, hileli ali cengiz ayak oyunları üzerine alış verişlerimizi yapardık genelde alman markı olan üst rütbeliler ve uzman çavuşlar çeşitli çaptaki tabancaları ve benzer ABD mühimmatını alır operasyon bitiminden sonra herhangi bir engellemeye takılmadan beraberlerinde yurda getirirdi. Ticaretten, arta kalan zamanlarımızda, silahların gölgesinde ve Selahattin asteğmenimizin organizatörlüğünde permerge güçleriyle, oyunlar oynardık, atletizm dalında ve taş atmada Murat’ı, üç adım ve tek adım, atmada beni geçen permergerli karşımıza dikilemiyordu adeta rakiplerimizi katlar fark atardık ama yüz metre kısa koşularda, rüzgâr misali esip gürleyerek, koşabilen peşmerge askeri çıkabiliyordu asteğmenimizin büyük ciddiyetle ve büyük emekle, organize etmiş, olduğu ve herkes tarafından beğenilen kıran kırana geçen, amatör yarı çaplı olimpiyat oyunlarında, kazandığımız ödül ise genelde birkaç askerin benle muradı omuzlarına alarak havalara zıplatıp, boğazlarını patlatırcasına, yüksek bir tempoda; en büyük asker, bizim asker en büyük asker bizim asker komandoo şeklindeki nispet yaparcasına ortalığı inleten kuru sloganlarıydı tabii bu oyunlarda sakata gelmemek için, bir timimiz emniyet unsuru olarak dış bölgeye görevlendirilmişti. İçlerinde tatlı dilli bir de amca vardı 45 yaşlarında falandı ismi molla reşitti dağlarda efsaneleşmiş acıklı hikayeler anlatırdı destan türü şeklinde yaşananları kendisinde dinlediğimizde hayretler içerisinde kalırdık, sesi de güzel olduğundan 'daye miro' şarkısı eşliğinde, halaylar kurup, birlikte oynardık. 

"ölmek için, 

 yoksul olmak ve ülkenin doğusuna düşmek yetiyor"

 

 

"asla korktuğunu belli etme,

çünkü artık ölüm kapındadır"

PKK’lı teröristler afyonlu askerimizi esir alıyorlar:
Arazi araması için 1. ve 3. Bölüklerimizin bazı timleri halatların yardımıyla vadi tabanına indirildi, teröristlerden taciz ateşi yememize rağmen, yine de işimizi yaparak bazı sığınaklara ve ufak silah depolarına ulaştık özelliklede kışın tüketilmesi gereken ceviz ve pekmezin olduğu, erzak yerlerine rastladık sanırım dağın olmazsa olmazlarından olmalı ki sınırlarımız içerisindeki, sığınaklarda da sürekli, bu erzak, karşımıza çıkıyordu, ayrıca yakıt deposu bulduk, kaçakçıların işidir düşüncesiyle, kapakları açıp, bidonları boşalttık ama sonradan, öğrendik ki bu düzenekmiş, hava saldırılarında, silah depolarını kurtarmak için teröristler bu bidonları patlatılıyormuş yani bu basit düzenekle, önemli bir canlı mühimmattı, pas geçmiştik.
 

 Örgütün kamplardaki yer altına saklı sığınakları

  

Netice de seri olmamıza rağmen, geceye kaldığımızdan, bir üst bölgesi, işgal ettik. Komutanımız; zoraki buradayız sigara ateş ve uymak yasak nefes alırken dahi sessiz olacaksınız gammazlayan olursa düşmanla işbirliğinden mahkemeye verim diye motivasyon dolu sözleriyle görev yerlerimize dağıldık. Dişleri, birbirine vuran soğuk, havayla ve harekat alanını kısıtlayan çamur deryasıyla geçecek kritik gece, bizleri bekliyordu, yani her an bir pislik çıkabilirdi özellikle ateşin ve sigaranın olmaması işimizi zorlaştıracaktı gerçi uzaklardaki tepeler adeta şehir görünümdeydi bu alevler Kayseri ve Bolu birliklerinin ateşlerdi öyle ki ateşin yanmadığı boş bir tek tepe kalmamıştı.
(mevziide çaturtular içerisinde insanın sigarasının ve çayın olması dağlardaki, en büyük keyfimizdi, tabii çay derken, mavi demlikten ince belli cam bardağa, boşalan çayı bahsetmiyorum, boş pet şişesi veya meyve suyun boş kutularında közde pişirilen, öküz kanı gibi kaçak çayı kastediyorum.)

 
 Sabah keyfi közde çay 

Olası sızmaları engelleyebilmek için kritik yerlere bol bol aydınlatma mermisi atmamıza rağmen bazı tepelerden taciz ateşi yiyebiliyorduk sanırım teröristler, bizleri bitkin, düşürmek için, bu temposuz, ateşleri açıyorlardı.  

"kefenler kan lekesiz olsun,

her insan, kendi ecelinle ölsün"

 

"evinde mışıl mışıl uyuyan

 askerin gecesi nasıl geçti, nereden bilecek ki?"

Doğanın karşımıza çıkarttığı, zorlu engelleri yenmemiz için, her ne kadar uyumamız gerekiyorsa da böylesi bir arazide kulağının üstüne uyumakla ölmek arasında bir fark olmuyordu yani göz kapaklarını yumduğun an karanlığa gömülürsün dolayısıyla ne kadar, uykusuz olursan ol, eller tetikte, hem askerlerini hem de çevreni dinlemek ve gözetlemek zorundasın aksi durumda uyku düşman olup, bizi gafil avlayacağından, bu dünyadaki son gecemizi yaşatabiliyordu, yine de mevzii içerisinde gördüklerimizi ve mevzii dışında gelebilecek seslerin ne manaya geldiğini anlayabilmek için bazı riskleri göze alarak gecenin ilerleyen saatlerinde nöbetçi arkadaşa güvenerek, silahımızı bacaklarımızın arasına alıp, kibri misali, bir oluşumla, 30 dk. kadar uyuyabiliyorduk çünkü beynimiz uyumamızı emir ediyordu tabii uyuyor derken öyle huzur içerisinde bir uyku değil yani koğuştaki yatağından lobandiri su motoru misali horlayan asker en ufak çıtta adeta fırlatma kolunu çekercesine yerinden zıplayın veriyor, deyim yerindeyse bir kulağın dışarıyı kesiyor, bir gözünde açık kalıyor o derece sese ve görüntüye duyarlı olmak zorundaydık tabii arada nöbetçiyi;
          'uyuma len' diye dürterdik, sabaha da Allah kerimdir.
Kimin sabahı görüp kimin görmeyeceği belli olmayan dağ başlarındaki bu kısa ve hafif uykulara;
         
 'kedi uykusu' deniyordu.
Adeta iliklerimize kadar donduğumuz gecenin sabahıyla apar topar, şeklinde toparlanmaya, başladık ama gecenin vermiş olduğu, uykusuzluk ve huzursuzluk üzerimizde gevşeme bırakmıştı yani patır patır dökülüyorduk. Neticede gökyüzünün çirkin karabulutlarla kapladığı bir havada alayımızın bulunduğu üst bölgesine, hareket etmek için, yürüyüş yolundaki çamurlu dar bir patika yoluna timler halinde koyulduk, çetin şartlar altında geçmesi beklenen intikalimizin başında, 1. bölük timleri, arkasından bizim 3. bölük timleri vardı operasyonlarda 'oğuz33' timi bölüğümüzün arkasında kalırdı tim komutanım ortada ben ise artçı olarak timin gerisinde intikal ederdim.

"uyumak istemiyorum,

 uyurken, dumanlı dağlarda ölüyorsun"

"anaların acıları ortaktır

 çünkü acı aynı acıdır"

 
Yürüyüş kolundaki timlerin ilerlemesini ve intikal sırasının bizlere gelmesini bekliyorken Afyonlu Nurettin’inin yanımızdan telaş içerisinde geçmesiyle;  

hayırdır devrem, ne oldu, koptun gidiyorsun diye, sorduğumda, 

hücum yeleğimi giymeyi unutmuşum, almak için yukarı çıka cam beni görmedin diye, sırt çantasını bana bırakmasıyla tekrardan kendisine; 

risklidir devrem, buna gerek yok, s..et diye, dil döktüysem de, 

olmaz, hücum yeleğimin kütüklüğünde, 600 mark ve param var diye, bana aceleyle cevap verdikten sonra yürümesine hızlıca devam etti. Nurettin, taburumuzun son adamı olan benden, yaklaşık 50 metre kadar, uzaklaşarak gözden kayboldu, gittiği istikameti sürekli kontrol ediyordum ama istediğim görüntüyü alamadığımdan sırt çantamı bırakarak geceden kalmış olduğumuz üst bölgesine doğru yürümeye hazırlanıyordum ki diğer timlerimizin elan acele şekilde terk etmiş oldukları korunaklı mevziilerden yüzlerce makine çalışıyormuş gibi ansızın şiddetli bir çatışma koptu, tabii gene başladık hoplamaya zıplamaya ve oradan oraya kendimizi atmaya. Tepelerde mevzilenmiş teröristleri mutlaka püskürtmemiz gerekiyordu aksi halde kımıldamayacağımızdan ve çevremiz kuşatılacağından faciayı yaşayabilirdik dolayısıyla eski mevziilerimizi tekrardan ele geçirmek için cesur manevralarla birçok yol denedik, bu hamlelerimizde, yaralı düşen askerimiz oldu ama baskın yediğimizden ve bir tim kadar askerimizi hakime çıkaramadığımızdan istediğimiz neticeyi alamadık ve çatışmadan geri çekilerek, zorluk dolu bir intikalden sonra akşamüzeri üst bölgesine ulaştık. Timlerden vukuat tekmilin alınmasıyla, arkadaşımız Nurettin ile irtibatı kopardığımız ortaya çıkmıştı yani kayıptı ya da şehit düşmüştü veya kurtarılmak için yardım bekliyordu ama kafamızdaki hiçbir soruya cevap bulamadık çünkü ayaklarımız korktuğundan ve içimize çöt diye bir korku çöktüğünden geceden işgal etmiş olduğumuz belalı yerlere bir daha inmedik.


Sınır ötesi operasyonunda kaçırılan arkadaşımız
 

"yanı başımızdaki ölüm,

ölmeden, ölümü beter ediyor"

      "seni ya orada bırakacaklar,  

 ya da arkandan bile bakmayacaklar"

 

Özel operasyonda, icap eder diye imkânlarımızla; istihbarat, toplamak ve gerektiğinde, sızma gibi eylemler yapabilmek için, teröristlerce kullanılan poşu şalvar ve mekap ayakkabısı gibi kıyafetleri beraberimizde getirmiştik.
(bu kıyafetleri komutanımızın emriyle güneydoğudaki bazı operasyonlarda keşif yapabilmek için kürtçe bilen birkaç askerle birlikte giydiğim olmuştur)
Dostluklar güç zamanlarda belli olur düşüncesiyle Nurettin için kalbimden bir şeyler yapmak geldi ve bunun içinde komutanıma beraberimizdeki kıyafetleri kullanarak küçük bir keşif kolu oluşturalım belki de yaralıdır gerekirse tek başıma taşırım diye bir öneride bulundum yani sıkı şekilde döktürdüm.
         Nurettin’inin son durumu hakkında bilgi yok, dolayısıyla operasyon düzenleme durumumuz mevcut görünmüyor diye teklifimi kabul etmedi.
K
omutanımız kendince haklı olabilirdi zira böyle bir operasyonun düzenlenmesi ateşten gömlektik doğrusu ağır çatışmadan sonra kimse bu gömleği giymek istemezdi ama ben gönüllüydüm ayrıca geveze bir asteğmenimizin;
         örgüt sempatizanı olduğu için, bu uzmanımız, kasten kaçmıştır, çünkü PKK ile alış verişim yok niçin çatışayım ki diye arada laflar ediyordu haliyle komutanımızın, iddialar karşısında kafası, karışmış ve huysuzlaşmıştı, zira emrindeki rütbeli askerin silahıyla birlikte, örgüte kaçması sonu demekti özellikle propaganda amacıyla videosu çıktımı madara kaçınılmaz olacağından yerin dibine girerdi neticede o gün ve sonraki başka gün Nurettin için bir şey yapmadan operasyonumuza kaldığımız yerden devam ettik. Sonuçta korunaklı alanların ve dehliz gibi doğal sığınakların bulunmasına rağmen, savaş uçaklarımız, bölgeyi ateş altına alarak, cehenneme çevirdi deyim yerindeyse, taş üzerinde taş bırakmadı tabii bombardıman altında kalan, arkadaşımız Afyonlu Nurettin aklımıza geldi, ona neler, neler ettik.
(kaderine terk ettiğimiz Nurettin’in akıbeti konusunu bu çalışmanın sonlarında tekrardan sizinle paylaşma gayreti içerisinde olmaya çalışacağım.)

                               
Hava saldırısından bir kare

"çok çalıştım, gitmekte kalmak da,

ikisinin de, acısı beter oldu"    

"hadi biraz yüzünüz gülsün,

dönüş yoluna koyulduk"

'eve' dönüş başlıyor:
Yaklaşık bir ay güç şartlar altında kaldığımız ve peşmerge güçlerine komşu olduğumuz, zap vadisindeki üst bölgemizde, çürük ayların, soğuk ve yağmur şeklinde çok sıklıkla geçmesinden dolayı komuta kademesindekiler, haritalara bakarak yapmış oldukları toplantı ve değerlendirme sonrasında;
         'dönüş' için gerekli hazırlıkları yapın emrinin tim komutanlarına ulaşmasıyla soğuk kış gününde gelen beklenmedik bu sıcak emir üzerine; üst bölgemiz şenlik yerine ve telaş meydanına döndü, ilk günkü heyecan ve sabırsızlık taburumuza geri dönmüştü öyle ki birbirileriyle, konuşan askerlerin sayısı kendiliğinden arttığından sarılmalar daha samimi olmuştu marşlar şarkılar ve türküler söylendi, zannedersin ki herkes, şarkıcı oldu, zira kimin kolcu, kimin kaçakçı olduğunu ve kimin av kimin avcı olduğunu, karıştırmamıza rağmen yine de savaş bizler için çok şükür bitmişti ya da biz öyle zannetmiştik, çünkü dönüşümüz, kolay olmayacaktı, yine de o anki coşkumuzu, trilyonlara değişmezdik, hatta bu şahane, emir üzerine, dönüşte ağırlık, yapmasın diye, gülümsemeler içerisinde birbirilerine kumanya ikramı yapanlar oldu, kimi arkadaşlarımızda bu güzel haberden sonra dönüşümüz nasıl olacak diye kara kara düşünmeye başladı zira vatanımıza kavuşabilmemiz için zorlu intikal bizi bekliyordu, kayıplarımız genelde geriye dönerken oluyordu belki de dönüş yolumuzda bir çok pusu bölgesi olacaktı çünkü girilemez denilen yerlere girerek, örgütün kalbini sökmüştük, karakol saldırılarıyla şehit düşürülen arkadaşlarımızın hesabını, misliyle sormuştuk. Sevdiklerimize olan hasretimizden dolayı damla uyumadık ve tıpkı bayram namazına kalkar gibi, erkenden hazırlandığımızdan, kayalıklar arasında, kıvrılarak giden bir patikaya yüzümüzü çevirerek dönüş yoluna koyulduk. 

ya sabır yallah uğur olur inşallah diye yürekten dualarımızı yaptıktan sonra kol düzenine geçerek hafif yüklerimizle intikalimize başladık.
 
                               Namaz kılan Mehmetçikler

 "palyaçonun dediği gibi,
  ağlayamadığım için gülüyorum" 
 

"biz hep beraber savaştık, bu ülkede,

şimdi ayrılık olur mu, bu topraklarda"

Patikamız, kaygan ve çamur deryası olduğundan, birbirimize ayak uyduramıyorduk yani paytak paytak yürüyen çocuklar gibi düşmemek için basacağımız yerlere sürekli baktığımızdan, başımızı dahi kaldıramıyorduk. Neticede intikalimizin üzerinden, 15 dakika geçmeden, sanki kabul günümüzmüş gibi yine lanet çatışma başladı açıkçası bunu bekliyorduk çünkü sabaha karşı taciz ateşi yemiştik yani çatışmanın çıkacağı geceden belliydi Yoğun ateşten dolayı, taburumuz olduğu yere yığılıp kaldı, vızır vızır eden, kurşunlar ve güm güm eden roketler, ortalığı anında, ana baba gününe çevirdiğinden neyi bulduysak kendimize siper ettik, öyle ki çamuru kucakladığımızdan ağzımız dahi çamurla dolmuştu ama bu defa çamur bulunmaz nimet olmuştu çünkü kamufle olmamızı sağladığından bizi saklıyordu yani çamurdan kafamızı çıkardığımız an başımıza nelerin geleceğini biliyorduk. Sıkıştığımız, sisli bölgede, çamur ağaç ve kayalıklar, doğal savunmamızı, oluştursa da mevzii değiştirmek için hamle yapmamıza engel olabiliyordu hatta sağa sola dağılmış timlerdeki askerin birbirilerinin yanına yaklaşırken de çaba sarf etmesi ve dikkatli olması gerekiyordu yoksa curcunanın koptuğu bu gibi karışık ve karmaşık durumlarda kör kurşuna hedef olabiliyorduk. İntikale önde başlayan timlerimize, daha fazla zayiat verdirmek için, teröristler sanki ellerinde tutukları derinliklere çekmeye çalışıyordu, çünkü uyguladıkları taktiklerinden, bunu anlayabiliyorduk, yani oyun aynı, vur kaç.
(vadi tabanında geçilmesi asker için ne kadar kolaysa o kadarda tehlikesi fazladır zira doğasal olarak tedbir alınamadığından her noktası pusu faaliyetleri için, müsaittir ama dağlar farklıdır çünkü merakınızı gidermek için tüm haşmetiyle karşınıza geçer ve yaklaşmanızı sabırla bekler gizlerin gibi durur ama her nefeste kendini hissettirir insanın elinden gelenin fazlasını ister, tantanası ve düşme gibi tehlikeleri olsa da insanın ulaşma ve görme isteğini artırır, yani bir dağı bitirirsin, arkasından başka, bir umut başlar.

"kim bilir,

 hangi sabah, güneşiyle öleceğim"   

"en önce dağlara, güneş doğuyor

 ama aynı dağlara, barış hiç gelmiyor"

Beraberimizdeki bazı eşyalarımızı bırakıp, yerlerimizi değiştirmeye karar verdiğimizde silahlı çatışmalar, olağanca şiddetiyle devam ediyordu, ardı ardına kesilmeyen korkunç patlamalar ise, bulunduğumuz bölgeyi, sanki topyekun, kanlı bir savaş meydanına dönüştürmüştü, tabii yer değiştirme olayını, devam eden böylesi yoğun çatışma ortamında, kısacık bir zaman diliminde ve iki büklüm şeklinde yapmamız gerekiyordu ucunda ölüm olduğundan, ya at başı gibi, ani refleksle ve bir tilki kurnazlığıyla, yeni mevziilerimize koşacaktık, ya da apansız, düşmanın kurşunlarına, koşu sırasında, at başı gibi, hedef olacaktık, ayrıca böylesi, riski fazla durumlarda, en kötü karar, kararsızlıktan iyi olmuştur, çünkü kem küm yaparak, oyalamaya dönük kararsızlık üzerine fazla düşünürsen onu gerçekleştirecek vaktin kalmayacağından ve olan cesaretinde kırılacağından kaybedersin. Şimşek hızında harekete geçerek, iki kayanın birleştiği ilginç yerde murat ve aziz’le mevzilenmeyi başardık, çok sürmeden timlerimizin bulunduğu bölgenin üstündeki patikadan iki büklüm şeklinde ve ufak adımlarla sağını solunu kollaya kollaya birilerinin ilerlediklerini fark ettim akabinde aynı kişilerin yönlerini değiştirerek bize doğru yaklaşmaya başladığını gözlemledim.
         gelenler; patikanın diğer tarafında kalan bazı arkadaşlarımız olabilir mi? diye kendimce düşünmeye ve daha dikkatli olmaya başladım zira tam üstümüze doğru gelen bu kişilerin sadece şekilsiz sulietlerini görebiliyordum. Biraz daha yaklaştıklarında bunların terörist olduklarını fark ettim ilk gören olduğumuzdan işin hoş tarafıydı, arkadaşları ikaz etmemle pozisyonumuzu aldık ölümle çok kez burun buruna geldiğim halde yüreğimin çarpıntısını önleyemiyordum ama sabırsızlanmamadan kaynaklanan çarpıntıydı, yoksa korkuyu dağlarda aşalı yıllar olmuştu yine de yüreğimiz güm güm ediyordu bu kısımda işin bok tarafıydı, çünkü kalabalıklardı, biz ise üç kişiydik ama işin en parlak tarafı ise şeytanın aklına gelmeyecek yerde mevzilenmiştik. 

"geçit ver, bana dağlar,

arkamdan bekleyenim var ağlar"  

lüm kurşun olup yağıyor,

oluk oluk üzerimize kusuyor"

Gafil avlanan bu teröristler ayaklarına kurşun sıkarcasına adım adım bize yaklaştı, yani enayi durumuna düştüklerinden, keklikler kafese girecekti. Düşman grubu yaklaştı yaklaştı ve devirmek için artık tam zamanıdır diye düşünmemizle, kin tutanları kin tutmadan üst üste devirmek için silahlarımızın tetiğine asılarak, saydırmaya başladık, ufak kasılmayla birinin yere serilmesiyle ara vermeden dişlerimizi sıkarcasına seri şekilde patikayı taramaya, devam ettik, öndeki teröristlerden biri daha kafasında bir delikle, yere serildi, geride kalan, teröristler ise, bizi daha fark etmemiş olacak ki hedef küçültüp, hızlı adımlarla, adeta koşarcasına, üzerimize doğru, gelmeye devam ediyorlardı diğerleri de çok geçmeden sağa sola çil yavrusu gibi, koşuşturmaya başlamışlardı bazı teröristler ise patikadan çıkıp şuursuzca kurşun sıkıyorlardı durmadan ve rastgele etrafı kurşun yağmuruna tutuyorlardı, hevallarının bir bir yere düştüğüne şahit olan birkaç terörist ise kızmış olmalı ki bu defa ha bire bize doğru kurşun sıkıyorlardı çok sürmeden ateş açanlar kayboldu yani hedef yok oldu acaba bu grup kaçmış mıydı yoksa bizi aldatmaya mı çalışıyordu diye kara kara düşünmeye başladım. Cevapsız bu sorularla beynimde boğuşurken ansızın roket mermileri patlamaya başladı kıvılcımların biri sönmeden diğeri parladığından bulunduğumuz alanlar yangın yerine dönüştü yani savaşın tüm sıcaklığını yaşıyorduk öyle ki çevremize demiri eriten, bir sıcaklık, yayılmıştı ve bu durumumuz, çevrildiğimiz manasına geliyordu ama bizi çevirenleri tespit edemiyorduk. Bulunduğumuz bölgeyi cehenneme çeviren mühimmatlardan biri ıslık sesi eşliğinde, mevziimizin 3-5 metre ilerisindeki toprağa, zınk diye, saplandı ama bereket versin patlamadığından, sevdiklerimizin ve sevenlerimizin, duaları kabul oldu, zira kol büyüklüğündeki roket mermisi, şayet patlamış olsaydı, orada bulunan muratın, azizin ve benim, yaşama şansı olmayacaktı yani kefeni yırtmıştık ama burun deliklerimiz dahi toprakla dolmuştu. 

"gelen devrildi,

bir bir devrilenlerin üzerine"   

"vatan millet için değil de,

ölmemek için öldürüyoruz"

Tüm doğa susmuş sadece silahlar konuşuyordu hiçbir savaş kuralı sanki bu lanet mekânda işlemiyordu, insan eliyle yaratılan, insanın cehennemi, bu olsa gerek diye, bulunduğum mevziimde, kendi kendime, düşünmeye başladım, apansız nereden gelmişti, bu havan ve bu roket atar mermileri? Bir süre, etrafı gözetleyip dinlemeye, çalıştık ve anladı ki tehlike adım adım yaklaşıyordu, zira teröristlerin, roketle bölgemizi vurması, tesadüf değildi. Anlaşılan hazırlıklarımızı izleyip, çıkma anımızı ve mevziilerimize sızarak gafil avlanmamızı hedeflemişlerdi doğrusu planlarında başarılı olmuşlardı zira aynı hizada olmadığımızdan yani onlar yükseğe çıktığından bizler ise intikal için alçağa indiğimizden her şey aleyhimize gelişiyordu aslında hakim noktalara tekrardan bir tim kadar askerimizi yerleştirip baskı uygulayabilseydik, adamların oyununu bozardık, çünkü her pusuda olduğu gibi, baskımıza dayanamayacaklarından, kaçmak zorunda, kalacaklardı ama bu hamleyi yapamadığımızdan yaşanacak bir felaket ile karşı karşıyaydık. Dört tarafımıza peş peşe düşen bombalar patlıyordu çat çat şeklindeki silah sesleri kesilmek nedir bilmiyordu üzerimize yağmur gibi toprak yağdığından başımızı kaldıramıyorduk patlamalarla doğa mahvolmuştu ve mahvolma sırası bize geldiğinden arkadaşlarla kelimeyi şahadet getirdik birbirimizden helallik istedik ama baktık vurulmuyoruz eşyalarımızı bıraktığımız yerlere ilerlemeye başladık, çünkü yedek şarjörlerimizi arkadaşlara fırlattığımızdan kurşunlarımız tükenmek üzereydi, timler arasındaki boşluklardan teröristlerin sızmış olabileceğini düşünerek hedef küçültüp ilerliyorduk acaba malzemelerimizi tuzaklanmış mıdır? diye endişeyi de içimizde taşıyorduk. Eşyalarımızı bıraktığımız yerlere kan ter içerisinde kendimizi attık öyle ki terden saçlarım anlıma yapışmıştı Allahtan başımıza açacak musibet ile karşılaşmadık lakin dikkatimi çeken 1,5 lt’lik pet suyumun patlamış olmasıydı anlaşılan mermi çantamın üstünden girmiş ve altından çıkmıştı. 

"öyle ya vakit geç oldu,

 artık gitmek lazım"   

"aslında söylediklerimden çok,

sakladıklarımda gizliyim"

Adeta günü intikam günü saydıklarından paslanmış vicdanlarıyla koca taburumuza saldırıyorlardı, adamlar saldırmakla haklıydı zira canlarını çok yakmıştık ama kısa zamanda çepel çevre saldırıya uğramamız normal değildi o an için; fırsat düşkünü peşmergerlerle bir şeyler karşılığında anlaşıp acaba bu soysuzlar birlikte mi saldırıyorlar? diye kendimce düşündüm çünkü çatışmalarda, genelde üstün taraf biz olurduk, böylesi ilk oluyordu. Buram buram ölüm ve barut kokan cehennemden çıkmamız gerekiyordu bunu yapmadığımız taktirde, sınır ötesi harekatımızın, bedeli ağır olurdu, çünkü birden fazla grup birleştiğinden kalabalık şekilde saldırıyorlardı, çok sürmeden, ayrılmaz ikili, yağmur ve çamur, hoyratça bize karşı tekrardan birleştiğinden bu doğa olayını fırsata çevirip savunmalı şekilde ateş çemberini yarmamız gerektiğini düşündük, zira bize saldıranları insani manada sorguladığımızda, başkaları tarafından, programlanmış ölüm makinesine dönüştürüldüklerinden vahşi hayvanlar gibi saldırıp yakıp yok ediyorlardı, herhangi bir insan sınıfına tabii olmayan ciğeri beş para etmez bu canilerden kaçmak askere yakışmıyorsa da giderayak felaket yaşamamak için geri çekilmeyi yapacaktık, aksi durumda, hesabını kimse ödeyemezdi, çünkü bir aya yakın büyük esaretler yaşayarak çok darbe almıştık öyle ki savaşmaktan gına geldiğinden içimizde savaşma isteği kalmamıştı en önemlisi ise aylardır sevdiklerimizden ne bir haber alabilmiştik, nede sevenlerimize tek satır yazabilmiştik, yüzlerimizi güldüren, gerçek gülümsememiz olmamıştı çocuk değildik yine de her şeyi özlemiştik huzurlu uyku için annemizin, sıcak koynunu özlemiştik, tasasızca yürümek için, babamızın şefkatli elini özlemiştik kısa süreliğine de olsa onlarla beraber olabilmek için neler vermezdik, dolayısıyla dönmek istiyorduk, yani bülbül misali, illa vatanım, bizde vatanımıza ve sevenlerimize kavuşabilmek için yapılması gerekeni yapılacaktı, çünkü komando, olmamıza rağmen, aile konusunda zayıftık. 

"güneşin katran rengini

 dağların zirvesine bıraktığını gördük"   

"yok saymakla,

kimse yok olmaz"

'dönüş' yolundaki saldırıdan çekilmek zorunda kalıyoruz:
Hızır gibi yetişen yağmuru avantaja çevirmek için, yürekli birkaç cengaver askerimizin, kör noktadan yapmış oldukları, vurucu manevrayla, bazı azılı teröristleri, domine etmeleriyle ve asteğmenimizin; goşun lannn goşunnn goşabildiğiniz kadar hızlı goşunnn diye kopmasıyla sıvışmaya başladık yani kepazelik diz boyu utanç verici durumdan kurtulmak için bunu yapmak zorundaydık aksi halde kötü yakalandığımızdan yakamızı kurtaramayacaktık. Adeta tazı gibi koştuğumuzdan, bacaklarımızı silahlarımızın namlusuna, çarpa çarpa kaçıyorduk, çünkü arazi dardı, yani sıfır mesafesindeki, yerlerde kayıp vermektense çekilmek mantıklı oluyordu ayrıca peşimizdekiler intihar edercesine, saldırıyordu ve üstelik, bizden seriydiler ama her şeye rağmen olabildiğince hızlı koştuğumuzdan arayı baya açtık, tabii bu süre zarfında uzaktan da olsa arada birbirimizi ateşlerimizle taciz edebiliyorduk. Akla hayale gelmeyecek öyle enteresan güzergâhlar kullanıyorduk ki nefeslenmek için gerimizdeki ilginç araziye baktığımızda hayretler içerisinde kalıyorduk çünkü normal şartlarda kol kanat kırılmadan bu yerler mümkün değil geçilmezdi ama can tatlı geldiğinden ve bazı şeylerden vazgeçtiğimizden ölüm koşusunu yapmıştık sonuçta cana geleceğine mala gelsin hesabıyla düşürdüğümüz değerli malzememiz operasyon zayiatı adı altında köy sandığına girercesine güme gidiyordu. İnşallah peşimizdeki katil sürüsü de yorulmuştur, inşallah başımıza gelenler, onlarından başına gelmiştir diye, içimden dua ettim çünkü anamızdan emdiğimiz süt burnumuzdan gelmişti.
(alacak verecek yazılı, not defterimi, nüfus hüviyetimi ve örgüte ait bazı, malzeme ile birkaç, teyp kasetin de bulunduğu, kişisel eşyalarımı düşürmüştüm, haliyle kafa kağıdı olmadan, kaçak olarak yurda girmiştim, yıllar sonra aynı bölgeye bahar ayında düzenlenen "Çelik Harekâtı" operasyonunda köy koruyucusu sayesinde bu kimliğime tekrardan kavuşmuştum.) 

"bayraklara sarılıp,

 ne kadar ısınabilirsiniz ki?"   

"yaşamın ölüme olan,

 kesin yolculuğu başlıyor"

İşkence görmüş gibi, öksüre öksüre, yerlerde sürünmüştük, ölümün kötü olmadığını anlamıştık, çünkü çekilen acılar ölümden beterdi ama hayatta kalma içgüdüsü her şeyin üstesinden geliyordu. Arazi hırçınlaşmıştı toprak kendini kayalıklara bırakmıştı, kayanın sertliğini tabanlarımıza da hissetmiştik ayrıca kayanın nerden yuvarlanacağı ve kimin nereden düşeceği belli olmuyordu zira koşarken bastığımız yerlere aldırış dahi etmiyorduk nitekim yükselen çığlıklar üzerine düşen arkadaşın yardımına gidebiliyorduk. Üsteğmenimizde hatırı sayılır bir çığlıkla düşenlerin arasında yerini almıştı 'çabuk çekin' diye, yaygarayı da basmıştı, bunun üzerine, arasının iyi olmamasına rağmen bir asteğmenimiz yardımına koşmuştu hatta kurtarma ekibindeki bir askerimiz 'çekmeyelim, bırakalım başının çaresine baksın, zamanında bize az çektirmedi' diye, sitem etmişti, tabii biraz abartıyorum ama gerçeklik payı da vardı netice de asteğmenimiz adamı beline sararak dağ ipiyle yukarı çektik, zira üsteğmenimiz ayağının üstüne basamıyordu. Yarış halindeki kovalamacamız, yaklaşık bir saat sürdükten sonra hâkim tepelere çıkarak hayatta kalmayı başardık şayet peşimize takılan katil sürüsü olmasaydı hırçın yerleri kısa zamanda zor geçerdik. Yeni mevziilerimizde hepimiz dökülüyorduk değil koşmak artık yürüyemiyorduk ayaklarımızın ağrısı beynimize vurduğundan pestil gibi yerlere serpilmiştik, taşların soğuk yüzünü, bedenimizde hissetmiştik, adamakıllı bitkin düştüğümüzden kör topal misali ayaklarımızı süre süre kendimizi ancak mevzii yerlerine atabilmiştik sanki kıtalar arası maraton koşmuştuk ama kepazeliği de sonuçlandırmıştık. Sabah mutluluktan ve görmezden gelerek ferdi olarak yaptığımız basit hatalarımız, bizleri öldürmemişti ama ölmekten, beter edip süründürmüştü, kısa soluklanmayla, körük gibi şişen ciğerlerimizin hararetini almamızla vukuat tekmili istendi, bizim 'oğuz33' timinde iki yaralı haricinde kaybımız yoktu diğer timlerin durumlarında o an için bilemiyorduk. 

"bir kuyrukluyıldız gibi,

dağlarda kayıp gideceğiz"   

"bazen karışımıza, öyle korku çıkardaki,

 ayaklarımıza kanat takar uçardık"

Yaralarımızı sardıktan ve teçhiz atlarımızın gerekli kontrollerini, yaptıktan sonra idame yapmak için, çantalarımıza yöneldiğimizde, bir çoğumuzun, kumanyalarının olmadığını fark ettik, kovalamaca sırasında düşürmüştük ayrıca sonunu düşünmeden, bir kısmını da mühimmat karşılığında, peşmerge güçleriyle değiş tokuşta kullanmıştık kuru fasulye ve barbunya gibi kumanyalarımızı ise dönüşte ağırlık yapmasın ve üst bölgemize sonradan gelecek olan teröristler kırıntısından faydalanmasın diye ve çöp disiplinine uyduğumuzdan, ateşe atmıştık, çok geçmeden de bomba gibi, patlamışlardı dolayısıyla gün içerisinde çektiklerimiz yetmezmiş gibi birde aç kaldık.
(bu arada, aramıza nasıl ve ne zaman katıldığını bilmediğimiz siyah beyaz renkleri olan, şirin mi şirin, bir o derecede, yaramaz olan, bir keçi yavrusu oğlak peşimize takıldı, kaçtığımızda bizimle kaçıyor, kısa tutuğumuz molalarda ise, etrafımızda dolanıp duruyordu, bu tatlı ve sevecen hayvan.)
Mevziimin karşı istikametimdeki, dağ sıraları, arasındaki çukurlarda, yer yer, yeşil bitki örtünün, hakim olduğu, sulak düzlükler vardı, kısa bir keşif ve gözetlemeden sonra tüm gün cereyan, eden ve olması,
muhtemel pek çok durumu, olduğu gibi, kafamda düşünerek, ayrıntılarıyla beraber, film şeridi gibi, gözlerimin önüne getirerek tekrardan canlandırmaya başladım;
          şuan neredeyiz? 
          
peşimize takılan terörist gruplarından nerelerden ve ne şekilde kaçtık ?
          
 dönüş yolumuz, nasıl olacak?
        
karşı taraftaki yeşil alan, sınırdaki hakan tepe jandarma karakolumu? diye yaşadıklarımızın ve gördüklerimizin haritasını kafamda çizerek, kendimce sonuca varmaya çalıştım. Geçici olarak işgal etmiş olduğumuz, üst bölgesinde belki geceye kalırız, ya da saldırıya tekrardan uğrarız, endişesi ile çevrede topladığımız, koca taşlarla neredeyse insan boyunda kendimize derin mevziiler yaptık arkamıza takılan, düşmana görüntü, vermemek ve arazinin, koynuna saklana bilmek için akabinde bölgeyi dinleme ve gözetleme faaliyetlerine koyulduk.

Gözetleme: Birine, bir şeye ya da bir yere, gizlice bakmak
 
                   Operasyon bölgesinden kareler 

"her gün
kalbimde kanayan yaranın,

 dinmek bilmeyen acısını, nerden bileceksiniz?"   

"vuranla övünüyoruz, vurulanla dövünüyoruz,

 bu nasıl savaş ki, aynı topraklara, gömülüyoruz"

Sınır ötesi operasyonumuza özel dragunov (kanas) keskin nişancı silahını kullandığımdan taş parçasını tüfeğime destek yaparak doğa harikası coğrafyayı, izlemeye koyuldum, çok geçmeden, silahımın dürbündeki kadrajına ağaçların arasındaki iki kişi baş hedefi olacak biçimde görüntü takıldı. Birkaç saniyeliğine nişangahımı adamların kafasında gezdirdikten sonra çıplak gözle aynı noktaya baktığımda adamları kaybettim, hudutta yakın olmalıyız gördüğüm bu insanlar sınır köylerimizde yaşayan çobanlar olmalı diye normal saydığım durumu haklı olarak umursamadım; keşke bedensel yorgunluğuma rağmen anlık rehavete kapılmadan bu umursamaz tavrımı disiplinsizce sergilememiş olsaydım ayrıca hangi komutana bilgiyi, iletecek olsam, sanki şuracıkmış gibi, cevapları; 'al timini, bi koşu git, bölgeyi, kontrol et' diye emir vermelerinden çekindiğimden bu bilgi bende saklı kaldı zira bunun için ne benim, nede timimin, adım atacak, enerjisi kalmamıştı. Üst bölgesi olarak kalmayı planladığımız mevziilerimizde uzun bekleyişten sonra havanın gece kötü geçebileceği ihtimaline karşı ve olası terörist sızmaların önüne geçmek için toparlanarak dönüş yoluna koyulduk, saatler süren intikalimizde, geçiş güzergâhımız üzerine keskin uzantıları olan vahşi boğazın çıkmasıyla beklemeye başladık ama saniye sektirecek durumumuz olmadığından, bu tehlikeli yerden geçmeye karar verdik, çünkü eve dönmek için tüm riskleri göze alıyorduk. Bizim 3. bölük timleri, önden yürüyüşüne, devam etti, taburumuzun, 2. ve 1. bölüğü ise, arkamızdan geliyordu, timlerimizin çoğu boğazı, geçmiş ve bir tepenin altındaki, diz boyu, yeşil bitki, örtüsünün bulunduğu, bir oyuğa doğru nefes nefese ilerliyordu, güçlüklerle dolu olan, bu tırmanmamız esnasında, dönüp gerime baktığımda 2. bölüğümüzün timleri boğazın içerisinde huniye dolar şekilde sırayla ilerlediklerini 1. bölüğün timleri ise boğazın giriş kısmında kol düzeninde sıranın kendilerine gelmesini çök vaziyetinde beklediklerini gördüm.
 
               Dragunov (kanas) keskin nişancı tüfeği 

"bu nasıl kumpas ki, anasını koynumuzda besliyoruz…

 ilk fırsatta, yavrusunu dağ başlarında, parçalıyoruz…"  

 

"dağdaki adam da, vatan borcunu mu ödüyor?

 yoksa vatan borcunu, ödeyenlerimi öldürüyor?"

'dönüş' yolunda pusuya düşüyoruz:
Boğaza hakim tepenin dibindeki oyukta dinlenme yaparken arkadaşlarımızın zincir şeklindeki yürüyüşlerini izliyorduk patika bulunmadığından hayli zorlanıyorlardı kimisi fazladan adım atabilmek için gayret harcıyordu kimisi de attığı adımların üzerine fazladan atım katarak başladığı noktaya değirmen taşı gibi yuvarlanıyordu çok geçmeden intikam diye kaba bir ses yükseldi bu ürkütücü sesin hemen sonrasın da yine var gücüyle makineler çalışmaya başladı anlaşılan intikam sırası teröristlere geçmişti çünkü her operasyonun, misillemesi yapıldığından, yapılan yapanın yanına kalmıyordu. Bulunduğumuz oyuk teröristin ateşinden etkilenmiyordu ama namlularından çıkan boş kovanları kafamıza gelebiliyordu hatta bir arkadaşlarımızın saçları dahi yanıyordu tabii hiç birimiz ateşlere cevap verecek pozisyonda değildik çünkü teröristler üstümüzdeki araziden ateş ediyordu üstelik bize de ateş etmiyorlardı ama timlerimizden ver Allah’ım ver hesabına yığınla izli mermi yiyorduk açıkçası iki ateş arasında kaldığımızdan korkuyorduk. Belki de 20 kişinin sığabileceği çalı çırpı ve çarşakın olduğu oyukta düzinelerce askerdik, tıkış tepiş ve küfürler içerisinde birbirimizin üstüne yığıldığımızdan ağır nefes ve ter kokusuyla adeta aynı kollar ve aynı parmaklar gibi tek vücuda bürünmüştük. Kimsenin kimseyi görecek hali yoktu herkes yumulup küçülerek kendini koruma derdindeydi. Bizimkilerin ateşi yetmezmiş gibi ya tepemizdeki namussuzlar fırsatını bulup üzerimize bomba atsa? işte o vakit halimiz nice olur düşüncesiyle ter ter tepinerek bağırmaya başladım;
         arkadaşlar!!! el bombası görürseniz ikilemeye kalmadan soğukkanlılıkla alıp fırlatın, şaklabanlık yaptığımı düşünmeyin, bütünleşmeleri seri olarak yaptığınız taktirde inanınki hayatta kalırız tabii birde kahraman olursunuz.
(bu numarayı, hava indirme tugayında görev yapan ve kahramanlığı seven has komutanım şehit üsteğmen Nesip Hakan HASDAL’dan öğrenmiştim.)
Çarşak: dağın eteklerinde taş ve kayalardan oluşan hareketli arazi yapısı. 


"silahsız barut’suz, yaşam istiyorum,

 yarınlarımız olan çocuklarımız için, bunu diliyorum"   

aresizseniz, çare 'siz' siniz,

yeteneksizseniz, yetenek 'siz' siniz"

Silahlı çatışmanın kopmasıyla ummadığımız yerden yani arkadaşlarımızdan ateşi yememizle birden çok askerimiz yaralandı, ağır derecede yaralanan bazı arkadaşlarımız, ölümü görmüş olmalı ki tıpkı mezar taşına bakar gibi boyunlarındaki muskaya bakmaya başladılar sırası değil diye ikaz edecek olsan dahi 'vakit tamam' düşüncesiyle ve çevremizdeki gürültüyle uyarıları ne duyacak nede duyduklarını anlayabileceklerdi çünkü yüklü bakışlarla birbirimize sorabildiğimiz tek soru; bu cehennemden çıkabilir miyiz? öyle ki silah sesleri arasında kendi sesimi dahi duymaya çalışıyordum. Arkadaşlarımızın ateşlerinde daha çok bizler etkileniyorduk kendimizi korumak için bir şey yapamadığımızdan sadece yaşananları seyretmekle yetiniyorduk yine de fırsatını bularak başımı kaldırmaya çalıştığımda ise asla görmek istemediğim manzarayla, karşılaştım ve yüreğim, adeta ortadan, ikiye yarıldı, çünkü teröristler, 2. Bölüğümüzü, ateş altında tutuyordu, kimi askerimiz kımıldamıyordu kimi de yaralı haliyle belirli belirsiz ateş açıyordu. Nerden çıkabiliriz diye, keşif yapmaya, çalışıyordum ki metalin sürtünme sesiyle, boğazın içerisine roketin düştüğünü gördüm, akabinde aynı yere ikincisinin de isabet ettiğini, ciğerim yanarcasına izledim, bulunduğumuz oyuğu, zelzele gibi titreten ve çevremizi turuncu renge boyayan, korkunç patlamalar askerlerimizi lime lime ediyordu, kulaklarımın uğultusunun geçmesiyle; dua edin buradan da kurtulacağız diye arkadaşlara teselli vermeye çalıştım çünkü duada lazımdı elimizde duadan başka bir şey gelmiyordu. Roketlerden etkilenen boğazın içerisindeki askerimizin feryatları insanı deli ediyordu yardıma gidilmediğinden hakaret eder bir şeyimizi bırakmazlardı arkadaşlarımızın, ebemizden girip, yedi sülalemizden, çıkması normaldi, çünkü herkes başının çaresine baktığından yaralı halleriyle sahipsizce ortada kalmışlardı yardımın her türlüsüne muhtaç askerlerimize değil el uzatmak başımızı dahi kaldırmamız imkansızdı o derece pusuyu kötü yemiştik

"dağlarda korkunun kokusu dahi,

insanı zayıflatıp, durdurmaya yetiyor"   

"zalim dağlarda,

 içinde acı olmayan, tek günümüz yok"

Vurulduğumu sandığım için sevindiğim anlar:
Vızır vızır mermi sesleri, gümlemeleriyle ortalığı cehenneme çeviren, roket sesleri ve 8-10 metre kadar tepemizdeki terörist grupların boğazlarını yırtarcasına ölüme dönüştürdükleri ürkütücü nara sesleri;
           sömürgeci memetler, silahlarınızı bırakın,
güney kürdistandan defolun,
          inkarcı TeCeye
ölüm şeklindeki korkunç ve kanlı sloganları çaresizlik içerisindeki askerlerimizin bağırışlarıyla harmanlanırcasına ortalığı, can pazarına çevirmişti. Yaşanan çatışmada kimin ne
yaptığı ve kimin ne söylediği, artık bilinmez olmuştu
ne yana baksak çaresizlik hakimdi, ölüm sanki sinsi sinsi yaklaşıyordu, ölüm yazılıydı sanki dumanlar içerisindeki her bir tarafımıza, hareket alanı bulamadığımızdan vücutlarımıza giren kramplarda işin çabasıydı. Ölümün eksik olmadığı oyukta, ağlayanlar dudakları korkudan kımıl kımıl oynayanlar beti benzi beyazlaşarak bayılanlar yarım yamalak şeklinde kelimeyi şehadet getirerek dualarını yapanlar ve son kezmiş gibi gözyaşları içerisinde, annesinin eşinin, çocuğunun ve yavuklusunun, resmine bakıp öperek, kalbine sıkı sıkı bastıranlar ve vurularak hayatta kalmaktan yana umutları kalmadığını anladıklarından etrafına boş gözlerle bakıp dalanlar. Bir askerimizle göz göze geldim sinirli sinirli 'ayağım ayağım' diye benden yardım istedi, anlaşılan o hengâmede merminin saplandığı bacağını hissetmediğinden garibim koptuğunu sanıyordu o derece panik yaşıyorduk.
         Allah’ını seversen, hikâye anlatma, 
         kendimi iyi hissetmiyorum, 
         ayağım yoksa, bilmek istiyorum diye, çocuk yüzlü, bu askerimiz, üstüme gelerek, diğer yaralı arkadaşlar gibi, bana çaresizliği yaşatıyordu, zira kiminle göz
göze geldiysem aman dilercesine benden yardım istedi, yarabbi sen aklıma mukayyet ol bu lanet oyukta delirmemek ve kafayı sıyırmamak elde değil.
(anlaşılan operasyon bitimiyle psikolojik acıdan klinik vaka kaçınılmaz olacak, zira durum onu gösteriyor, inşallah olan aklımızı burada bırakmayız.) 

"şehitlerimizin acısını, gerçek anlamda, yüreğinde hisseden herkese,

 benden selam olsun"   

"ben kendim için ağlamıyorum,

acımı bağrımda saklıyorum"

Curcunanın koptuğu karmaşada sol diz kapağımda kan süzülüyordu arkadaşlardan bulaşmış olabileceğini düşündüğümden, bir şey yapmadım.
(bu olmadı şimdi hiç sırası değil diye üzülürken diğer yandan yırttın oğlum artık skorsky ile eve gidersin diye, içimden bir sevinç, geçti ama hevesim uzun sürmedi, çünkü bu basit bir yaralanmaydı, yani 2-3 dikişlik bir yara.)
Arkadaşlarımız bizleri, adeta kevgire, çevirmelerine rağmen, ölmemiştik ama
korkuyorduk çünkü durmaksızın devam eden dost ateşin hedefindeydik kim bilir belki sevenlerimizin duaları belki de kan ter ve dua kokan manevi zırh özelliği taşıyan, boynumuzdaki çevşenler, ölmemize engel oluyordu. Ateş hattındaki dar bölgeye sıkıştığımızdan ve araziye yabancı olduğumuzdan çıkış yolu aramaktan artık umudumuzu kesmiştik yine de kabuğumuzdan çıkmamız ve korkularımızdan korkmaktan vazgeçmemiz gerekiyordu. Arkadaşlarımın morallerini yükseltmek için, rütbeli olduğumdan sorumluluk almalıydım ama ani şoktan dolayı kafasında kırk fil tepiştiğinden bu iş bir uzman çavuşun yapabileceği iş değildi yine de yüreğim sağlam tutarak denemeliydim, çünkü gemimiz buzdağına çarptığından, su almaktaydı ve hızlıca batıyorduk, yani şamandıra görevi, yapabilmek için, sürekli fırsat kolluyordum en önemlisi ise kan kaybedip tahliye edilmesi gereken askerlerimiz vardı ama ölüm kusan savaş makineleri karşısında beklediğim fırsatı yakalayamadığım gibi burnumu dahi çıkarmama müsaade etmiyordu. Seslerini duymamıza rağmen, ne bir tek terörist görebilmiştik, nede alçak bedenlerine bir tek kurşunu saplayabilmiştik ama sağanak şeklindeki yoğun ateşlerle dünyanın baskısını ve korkusunu yemiştik, öyle ki vurulmuş arkadaşlara el uzatamadığımız gibi, kendimize faydamız olmuyordu yani arkadaşımız ne kadar yardıma muhtaç ise bizde bir o kadar muhtaçtık yine de kahramanlık yapmak gerekiyordu çünkü kurtarılmaya ihtiyacımız olduğundan bir kahraman yardım ederek ancak bizlerin hayatını kurtarabilirdi.


                              Pusu bölgesinden bir kare 

"pusudan, kurtulmanın tek yolu,

pusuya, düşmemekten geçer"   

ehitleri her şeyin üstüne çıkaran, onların ölümleri değil,

 ölüm sebepleridir"

Kara Muradımız vurularak bizleri çaresiz durumda bırakıyor:
Bir ara muratla, göz göze geldim, içinde sanki, acı varmış gibi ve bir şeylerle sanki boğuşuyormuş gibi bana bakıyordu bu dolu bakışlar içimi burkmuştu, ben mi ona acımıştım, yoksa o mu, bana acımıştı, hiç belli değildi. Pusuyu yediğimiz andan itibaren, muradımızda oyuk içerisindeki girintide benim gibi kendisini sağlama almıştı şayet korunaklı yer tutmamış olsaydık belki de çatışmanın koptuğu ilk anlarında itibaren, kurşuna dizileceğimizden işimiz bitebilirdi çünkü mıh gibi çakıldığımızdan namlunun ucundaydık ve arkadaşlarımız acımasızca çevremizi kurşun yağmuruna tutuyorlardı. Bir süre sonra muradımız dizlerinin üzerinde sürünerek yanıma sokulabildi;
         yeterince bu oyuk bizi korumuyor,
        
hepimiz sıkışıp bu lanet yerde kalacağız, dolayısıyla buradan, tek çıkış, tepeyi bir an önce, aşmak dedi. Teröristlerin mevzilendiği, yerin arkasına dolanan patikayı, işaret ederek;
         oraya ulaşırsak, tepemizdeki grubu, rahatlıkla kıstırabiliriz dedi,
         haklısın, oraya ulaşa bilirsek, hayatımızın avantajını elde etmiş, olacağız ama bunun olabilmesi için önce bu ölüm çukurundan sağ çıkmamız, sonrada ateş menzilindeki açık alanı koşarak aşmamız gerek, şayet böyle bir şeye, kalkışacak olursak, tut ki kalkıştık ve başardık yine de kuş gibi avlanacağımızdan budalaca iş yapmış olacağız, ayrıca yukarıda, ne olup bitiğini bilmiyoruz diye görüşümü bildirdiysem de; birden ve çılgınca;
         şerefsizlerin üzerine bomba atmaya gidecem diye,
hamle için kendini göstermesiyle önümüzdeki taşlıktan saçan dumanı görmemle murat’ın sendeleyerek önce dizlerinin üzerine sonrada yere yığılması ve ayçiçeğin tepsisi gibi, başını yana düşürmesi, bir oldu, kara muradımız, sanki yorulmuştu ve uykuya dalmak ister gibi bir hali vardı, yarıda kalmış ve bir şeylerin burukluğunu sanki yaşıyor gibiydi konuşmuyordu ve acıda çekiyordu dudaklarını birbirine bastırdığından yüzündeki mimikler onu gösteriyordu.
 

"yüce dağlar aşıyorsun, geleceğe taşıyorsun,

 Murat’ım sen ölmedin, bu kalpte yaşıyorsun"   

"arkadaşları için, canını feda edecek,

başka asker, şu yeryüzünde bulamasın"

Murat iyi değildi, onu burada çekebilecek imkânımız olmadığından, durumuna üzülüyorduk, beyin olarak da çıkmazda olduğumdan, nasıl hareket edeceğimi düşünemiyordum bildiğim içimden bir şeylerin cıva gibi aktığını ve yanaklarımın ıslak olmasıydı. Bir şeyler yapabilirim umuduyla, muradın elini tuttum acıları hafiflesin diye, bir dal sigara tutuşturdum dudakları arasına rahatlasın diye, iki eliyle elimi tutarak toparlanmaya çalıştı ve yüzüme baktı ama nefesi yetmediğinden sigara dudakları arasında kayıp yere düştü akabinde böğründeki kanayan yarayı kontrol ettim tampon yapmak lazım düşüncesiyle paltolumun diğer yan cebini de sökerek eldivenlerimle birlikte yumruk şeklinde sarıp takoz vazifesi görmesi için göğüs kafesine alelacele yerleştirdim sıcak tutmak için de pançomu örttüm ama kan akmaya devam ediyordu, bunları bilinçli yapmıyordum, çünkü hala, iki ateş arasındaydık. Çok geçmeden, kahraman muradımız, puslu vadi içerisindeki, karanlığın gölgesine teslim olurcasına donuk bakışlarla ve kesilmek nedir bilmeyen öksürükler içerisinde elini kaldırarak, kar beyaz katlanmış bir kâğıt uzattı;
          şayet
vatan için şehit düşersem bir mektup yazdım anama ulaştırır mısınız?
Üç kuruşluk değeri olmayan, kurşun yarasından dolayı, belki son nefesini verirken, belki de kara toprağın, bağrına düşerken, aklında hala vatan olması perişan haldeki vücudumun titremesine yetmiş ve artmıştı, bu vasiyet karşısında adeta vücudum boşalırcasına elim ayağım tutmaz olmuştu.
         Allah’ını kitabını seversen bunları düşünme,
         moralini yüksek tutman gerek, 
        yalvarıyorum umudunu kaybederek, böyle yaralayıcı, sözler söyleme, 
         kartal tepesine tırmanırken, ölümlerden nasıl döndüysek,
         yüce mevlan yine yanımızda olacak,
         sevenlerimizin duasını kabul ederek, bizi sevdiklerimize bağışlayacak diye,
yaralı muradımızı, oyalamaya çalıştım. Bir taraftan yağmur misali kurşunlar diğer taraftan insanın yüreğini parçalayan yiğit muradımızın bu sözleri, sanki dehşetin ta kendisini yaşıyordum. 

"yarım kaldı gülüşün,

gülen, güler yüzlü, yiğit murat"   

"murat zapın, akan sularına bıraktı,

son gülüşünü, hatırlansın diye"

Belki de hayatının, son arzusu, olduğunu anladığından, vücuduna kuvvet gelsin diye, kan kokusu ve toprak kokusu, sinmiş olan, elindeki mektup kâğıdını titreyen parmaklarımla alarak ve buruk şekilde başımı sallayarak;
         tamam can dostum tamam benim yiğit kan kardeşim boynumun borcu olsun, 
         sözüm söz
olsun mektubunu kavuşturacağım annene dedim,
         bu defa olmadı, demek kısmetimiz, bu kadarmış, beni tanıyan, herkese selam söyle,
         
seni unutmayacağım, veda niteliğindeki, bu ayrılık, dolu
sözler kalbimi yangın yerine çevirmişti, içimi acı ve hüzünle kaplamıştı.
Muradımız kan revan içerisindeydi üzerindeki elbiseleri kızıl rengine sanki boyanmıştı, bu durumu, insani aciz bıraktığından, sadece acı bir ifadeyle;
         dayan kardeşim, seni helikopterle hastaneye göndereceğiz, tez vakit iyileşip, tekrardan aramızda, olacaksın ama muradımız, helikopteri bekleyemeden, hayatın o incecik iplerine tutunmaya çalıştıysa da ecel onu aramızdan almıştı şehitliğin vermiş olduğu huzur yüzüne yansırcasına ve cennetini müjdelercesine, gülümsemeler içerisinde başını yana düşürdü. Murat’ın gücü, yetmemişti ve koca gövdesi, kardeş kurşununa yenilmişti, taze kanı gibi yorgun düşmüş ve uzanmıştı kollarım arasına; muradımızın yerine gülle gibi sanki ben kör kurşununu yemiştim dizlerimin bağı çözülürcesine çöküp kaldığımdan üzerime koca koca dağlar devrildi ben altlarında kaldım da kaldım ezildim de ezildim kımıldayamadım, muratla artık konuşamıyordum bir dağın yanması gibi içim erimişti koca deryada sanki tek başıma kalmıştım sanki rüzgar yutarcasına, o ürkütücü mermi sesleri ve korkunç şekilde gümleyen roket sesleri havada aslı kalmıştı kalbim delik deşik olurcasına şehidimizin başucunda sadece bir sigara yakabildim. Boyu kadar eni olan, bu müthiş yiğit adamın gülümseyen yüzüne ile emanet, mektubuna bakıyordum 'yaşamalıydın annen için yaşamalıydın' diye iç geçirdim ve onunla kan kardeşi olduğumdan onurluydum gururluydum.
 

"gül biraz diyorum anneme,

sus diyor, hayat ikimize"   

"keşke ömrüm,

 sesin ki gibi, tamam olsaydı"

Yol arkadaşım muratla aynı mezara girercesine kalbim kanadığından çaresizliğin hasını yaşıyordum ne yapacağımı bilemediğimden ve beyin olarak bitip tükendiğimden adeta teslim olmuştum dolayısıyla üzerimde ağırlıktan başka işe yaramadığından, hücum yeleğimi çıkartıp attım, silahımı attım hiç birine gerek duymuyordum, sadece gözyaşlarımı elimin tersiyle silmek diğer elimle de başı kucağımda olan muradın ağzından gelen kanları, silmek oldu. Dağlarda darbe, çok almıştım ama böylesi, ilk oluyordu, adeta tek kurşun atmadan ve kimseyle savaşmadan yenilmiştim biliyordum şehidimi içime gömecek ve ayakta durmasını bilecektim ama yüreğime söz geçiremiyordum çünkü yüreğim kanıyordu oysa çok ölümlere şahit olmuştum ama muradın şehadeti, benim için diğerlerinden, çok farklı olmuştu. Muratla birlikte zalim dağlarda, bu kaçıncı şehidimizdi bilmiyordum, daha öncede, nice silah arkadaşlarımla, helalleşerek böyle, bir bir ayrılmıştım;
         kimisini; şeytan üçgeni denilen sağgöze’nin, kör derinliklerinde, 
         kimisini;
kasrik boğazındaki gabar’ın gola reşit cudi’nin deriye kepere alanlarında
 
        kimisini; bulutların dahi ulaşamadığı, hereko’lun, karlı zirvesinde, 
         kimisini; üzerinde büyük kartalların uçtuğu, yılanların ve çıyanların, eksik olmadığı
kimseye ait olmayıp bir tek doğaya ait olan bestler-derelerde ve namaz dağlarının doruklarında,
          kimisini; cehennem deresi kanyonundaki eşek mağaralarında,
          kimisini; ovada düz asfalt yolda ve bir araç lastiğinin dibinde,
          kimisini de; zalim bir dağın uçurumunda kaybederek ayrılmıştım.

(derler ya; gözden ırak olan, gönülden ırak düşer diye, bu düşünceye pek katılmıyorum çünkü nur yüzlü hiç bir arkadaşımı unutmuş değilim sanırım burada esas olan yapılanlarla gönle girebilmektir sadece yüzlerini bir daha görememe gerçeği, insanı derinden, kahır ediyor, diş ağrısı gece başladı mı insanı uyutmaz acısı çok eksikliği ise bir ömür boyu olur yukarıda saymaya çalıştığım yiğit silah arkadaşlarımda benim ağrıyan dişim olmuştur.) 

"keşke yolum,

senin yolundan geçseydi"  

"herkesin muradı vardır, muradı olsun diye,

 bizde muratsız çoktur, muratlar öldü diye"

Bölük komutanımız cehennemin içerisinden bizleri alıyor:
Bulunduğumuz oyuğun, 8-10 metre üstünde bulunan ve bulunduğu yerin avantajlarını kullanan grubun hesaba katmadığı imkansızlığı bölük komutanımız ve beraberindeki yiğit kardeşlerimizin yürekli hamleleriyle teröristlerin tepesine çökmesiyle, kabuslarımız sona ermişti özellikle hasımlarımız fırsatını bulup ta bomba atamadıklarından kefeni yırtmıştık ama ölüm anını kan ter içerisinde iliklerimize kadar acı acı yaşamıştı. Vurulmadığım için belki en şanslı askerlerden biriydim annesinin bedenindeki evladımıza kıymayıp, rabbim beni de bağışlamıştı, çünkü benden sonra, üniformamı giymesini hayal ettiğim bir erkek çocuğumun olmasını istiyordum ismini de 'oğuz33' timin kodu olan, oğuz koyacaktım, evet korkmuştum, hatta titremiştim ama ölmekten değil oğuzu yetim bırakmaktan korkmuştum yine de parmağımdaki yüzükten güç almıştım zira yüzüğe bakarak çok dua etmiştim Muradımızın, emanet kanlı mektubunu, geride kalan, bir iki şeyi daha, yanıma aldım, gözü gibi baktığı silahını, alırken zorlanmıştım, zira kabzayı, öyle sıkmıştı ki iki elimi kullanarak alabilmiştim, ayrıca kol saatini, alırken de tekrardan duygulanmıştım çünkü Midyat’taki halep pasajında almıştık
(bölük komutanımız murada söz vermişti onbaşı olman için yazını yazcam diye hoca astsubayımız ise içinizden biriniz Allaha temiz kalple gideceksiniz diye yağmurlu gecenin hikmetini bilmişti şimdi muradımız heves ettiği rütbelerin en yücesine ermişti onurla yerine getirdiği vatani görevini, bağrından çıktığı toprağa tertemiz dönerek tamamlamıştı lakin onbaşı üniformasıyla resim çektirip annesine yollayamaması yarım kalan tek hayaliydi.)
Çamur olmasın diye, çantasının üstünde, taşıdığı ve operasyonumuzun, ilk gecesinde, uyku tulumu olarak kullandığım, sarı renkli ceset torbasına muradımızın bedenini, koyduk ama sığmadı, şehitlerimizin kanı, elimizde ve elbisemizdeydi al kanları sınırlarımız dışındaki toprakları da suluyordu. 

"bana niye ağlamıyorsun? hiç olmasa, bir parça ağla,

 bilmezler gözpınarlarımı, dumanlı dağ başlarında kuruttuğumu"  

"dağlardaki en mutlu anımız,

feleğe attığımız, gülücük anımızdır"

Tepeye çıktıktan sonra yara almayan oyuktaki az sayıdaki askerle birlikte zümrütü anka kuşun küllerinden dirilişi gibi derin nefes alıyorduk yaslar içerisindeki felaketten sonra taptaze nefesten başka daha ne güzel olabilir ki?
         mustafa bir şeyiniz var mı? diye matem havasında vukuat tekmili sorulduğunda tekrardan hüzünlendim tim komutanın rahatlaması için cevap vermem gerekiyordu ama sessizleştim zira boğazıma yerleşen yumru hala yerinde duruyordu isterdim gür sesle;
         
 vukuatımız yok demeyi ama olmadı yürekleri ferahlandıracak bu kısa tekmilin yerine oyukta açan çiçeklerimiz var diye bildim.
Bu vukuat üzerine tim komutanımız başını ellerinin arasına almış ve gözlerini kırpmadan sabit bir noktaya bakarak kahrolduğunu görüyorduk çünkü kılımıza zarar geldiğinde adamın canı gidiyordu. Kara Muradımızdan başka, şehitlerimizde vardı, ayrıca hafif olmak üzere yararlanan birçok arkadaşımızda oldu, başımdaki kar maskesine, mermi deliği ile parkemin parçalanmış omuz kısımları haricinde bir şeyim yoktu. Boğazın ortasındaki askerlerimiz, bizleri kan revan içerisinde, bırakmıştı ama faili meçhul olarak tutanaklara işlendik çünkü kol kırılır yen içinde kalır. Bize babalık yapan, bölük komutanımız ve beraberindeki kardeşlerimizin etkisiz kıldığı onlarca terörist vardı operasyon açısından başarıydı çünkü ölüm bölgesinde biz vardık. Diğer bölüklerimizin kendi imkânlarıyla yanımıza ulaşması gece yarısını bulmuştu özellikle 2. bölüğümüz ağır yara almıştı, kaşından yaralanmış bir askerimizle, tutulurcasına göz göze geldik;
         hain senin yüzünden bunlar başımıza geldi, dercesine gırtlağıma çökecekmiş gibi bana bakıyordu, Muradımızın şehadetinden sonra hınçlı o parlak bakışlar beni derinden etkilediğinden kendimi suçlu hissetmiştim çünkü çoban olarak sandığım kişiler belki de bu pusuyu kurmuşlardı, o an kafamı kayalara vurasım geldi sonra da dua etmeye başladım inşallah onlar değildir diye aksi halde yakamı kurtaramayacağım bir günahım olurdu

"dağlar, zalim dağlar,

 hınçlıyım, sende alacağım, ahım var"   

"bugün anneler günü,

 kuzusu şehit oldu, bu mu anneler, günü ödülü"

Şehit Murat’ın annesine hitaben yazmış olduğu kanlı mektubu:
Işık saçan yıldızlarla dolu gökyüzü altında sigaraların birinin söndüğü diğerinin yandığı mevziimde, Muradımızın şahsi eşyalarını komutanımıza teslim etmeden önce annesine vasiyet ettiği mektubu okumaya karar verdim. Ateş yakmak serbest olduğundan kara muradımızın sırt çantasını beraberimizdeki terörist kıyafetlerini ve timimizdeki diğer sarı renkli ceset torbasını yakmak zorunda kaldık, çünkü çevremizde yeterince yakacak bulamadık.
(güvenlik açısından asker mektuplarına kabaca bakılır fakat okunmazdı)
Kantinden alınmış etrafı çiçek desenli bir mektup kâğıdıydı önce mektubu dizime koyarak kıvrık yerlerini elimle düzettim sonra okumaya başladım,
         bir tanesi; derdin ya kuzum peygamber ocağında beni mektupsuz bırakma bende ilk fırsatta yazıyorum, bu mektubumla bir de resim yollayım dedim ama son mektubumu nasıl bitireceğimi bilemediğimden resim işinden vazgeçtim sen bu satırları okuduğunda bu zalim dağlar beni sana vermez söz vermiştim dönerim diye demek yazgımızda şehit olmakta varmış, seccadeden başını kaldırmayıp, dua kapım olan annem, istedim ki evladınızla, gurur duyun ola ki mektubu gözyaşlarınla okumayasın gururla okuyacağın her satır ardımda bırakabileceğim mirasım olacaktır hakkınızı helal edin, kısa mektup olmasına rağmen daha ilk satırda vücudum diken diken olmuştu gel git girdapları arasında o kadar dolmuştum ki ağlamamak için dudaklarımı ısırıyordum nitekim de arkadaşlara eşlik ederek mektubu bitirebildim. Bu satırlar karşısında dirayetli olmaya çalıştık ama duygu seline kapıldığımızdan ve birbirimize bakma anı geldiğinde kimi benim gibi çarçabuk gözyaşlarını siliyordu, kimisi de yere odaklanırcasına sigarasından derin nefesler çekerek gözyaşlarını saklıyordu dokunaklı ve içli satırların yazıldığı bu mektup, yarayı deşmek veya yaraya, tuz basmak gibi, acıların alasını, beraberinde getirmişti, kahraman silah arkadaşımızı şimdi den özlemiştik. 

"sanki analarımız ağlamadan, bu kan durmadan, 
 
vatanımızı koruyamıyoruz"  

"şehitlerimizin acısını, gerçek manada,

  yüreğinde hisseden herkese, benden selam olsun" 
murattı özlemek
 
bir annenin, murattı vardı, muradı olsun diye,
cihanı yakan, feryadı vardı, murattı öldü diye,
hani bin yıldır kardeştik, dökülen bu kan niye,
batsın Şırnak dağları, başka muratları yemesin diye.
 
güler yüzlü, gülen murat, yarım kaldı gülüşün,
hatırlansın diye, zapın sularında kaldı, son düşün,
bugün anneler günü, civanın üzeri, ay yıldızla örtülü,
kınalı kuzusu, şehit düştü, bu mu anneler günü ödülü
.

ateşler içindeyim, kör kurşunu, bekliyorum anne,
dağlar boş vermeye gelmiyor, umutları tüketiyor anne,
gül biraz diyorum anne, sus diyor, hayat ikimize,
vurulduğum yerde, çiçek açtı, hangi dua'yı, okudun anne.


dua dolu yüreğimi, cayır cayır yakarak, köz ettiler,
kınalı kuzumu, kara toprağın bağrına gömdüler,
zılgıt olun, çığlık olun, yangına bir avuç su olun,
dizlerime vurmaktan, kalkamaz oldum, vatan sağ olsun dediler.


memleketin bir parmak toprağına, canım feda olsun,
gözyaşları dinsin, artık bu ölüm son olsun,
ağıt ağıttır, her dilde söylenen ağıt, acı ve gözyaşıdır,
delikanlılığımızı yaşamadan gider olduk, yaşayanlara
selam olsun.


Komando Murat

                                           

 

(hecesine kafiyesine bakmadan yüreğimden aktığı gibi anlatmaya çalıştığım ve göğsüne aldığı kör kurşunla şehit düşen geçmişi kahramanlıklarla dolu murattı özlemle anıyor ve esas duruşta yiğidimize selama duruyorum)

 

"niçin bu ölümler, peşimizi bırakmıyor?
 yaşam eşit olmasına rağmen, neden adım adım bize yakınlaşıyor?" 
 

"acılarımızı ve korkularımızı, vücudumuzda bırakarak,

 sınırı geçtik"

            Çayırlı karakolun çinkolu çatısı görünmeye başlıyor:

Zaman tüneline dalarak sabaha kadar uyumadık, Murat’ın yüzündeki kanları sildik, annesi kınalı kuzusuna, son bir olsun bakmak ister diye, şehidimizin yüzü, tebessümlü ve gözleri açıktı, akılı belli ki annesinde kalmıştı. Yiğit muradımızın parasıyla almış olduğu ve göğsünde taşıdığı bayrağını üzerine örtükten sonra mevziimdeki üç arkadaşımla teyemmüm abdestlerimizi aldık akabinde gökyüzündeki, parlak kutup yıldızını bularak, yönümüzü kıbleye verdik ve saf düzeninde er kişi niyetine cenaze namazını kıldık. Kalbime ve beynime, derin çizikler atan şehit Muradımızın, sarı ceset torbasında, yattığı için kendisine "hakkını helal et" kardeşim diye, fısıldadım ve silahı sevdiğinden içliğinin iç cebine mermi bırakıtım sonra da annesine yollamak için olay mahalline gelen helikopterlere cansız bedenini ağır ağır taşıdık güneşe doğru ufacık nokta kalıncaya kadar bakışlarımla murattın içerisinde bulunduğu helikopteri gözyaşlarımla uğurladım gidebileceği en güzel mekânlara ve sonra da kımıldamadan bu koç yiğitlere selama durdum.
(yüklü helikopterler, önce Şırnak, askeri hastanesine, sonrada ivedilikle, Diyarbakır’a uçardı yolcuların kimisini hastaneye bırakırdı yaraları iyileşsin ve aramıza dönsün diye kimisini de kefen giydirmeden albayrak’la süslenmiş, tabutlar içerisinde memleketlerine uğurlanmak için havaalanına.)


        
yaralılarımızdan bir kare ve yaralıları taşıyan Skorsky helikopteri

Helikopterleri göndermemizle, zorlu intikale başladık, durmaksızın yürüdüğümüzden, hayli yol, kat ettik ve öğlene yakın, çayırlı jandarma karakolunun, paslanmış teneke saçlı çatısı ile güneş ışınlarının parlattığı camlarını görmeye başladık huzur dolu bu manzara karşısında, ölümlerin eksik olmadığı kamplardan kaçarcasına tüm korkularımızı vücutlarımızda bırakarak, adeta mohaç meydan savaşından çıkarcasına, saç sakal birbirine, karışmış ve parçalanmış üniformalarımızla hasretle kavrulduğumuz vatanımızın sınırlarına kendimizi attık yani bu operasyondan da kefeni yırtmıştık. 

"taşınıyor omuzlarda,
al bayrağa sarılmışta, bir bir mehmetler…"

lümüzü dirimizi, her gün birimizi,    

bu dağlar alacak, bir gün hepimizi"

Kendimizi karakola atmamızla, aşçı Ziya’yı aradım, çünkü açtım meğerse oda beni arıyormuş bulduğumda ise eridiğimden ve yüzüm pancara döndüğünden tanıyamamıştı. Netice de seyyar mutfaktan tavuk haşlama çıktı patlayana kadar kaşık salladık kimi kaşığı bırakıp elleriyle saldırdı kurt iştahlı bir arkadaşımız ise bu işi tavuğun kemikleriyle yaptı, tıraş olduk arkası horoz resimli yuvarlak aynalarımıza baktığımızda gençleşmiştik. Bu süre zarfında, 16 şehit ve yüzlerce etkisiz kılınmış teröristten bahsettiler, şehit arkadaşlarımıza ait bir çok mühimmatımızda yurda getirmeyi başarmıştık. Her ne kadar arkamıza bakmadan Afyonlu Nurettin’i yaban ellerde bıraktık sakta yine de operasyonumuzun iki aşamada değerlendirmesi gerekir;
         birincisi; bu dehâsı, harekât sayesinde, devlet parçalanmanın eşiğinden, dönmüştü, zira terörist başı Öcalan savaş ilan ettiğinden, Şırnak-Hakkâri hattındaki karakollarımız saldırı sonucu boşaltılmak zorunda bırakılmıştı,
         ikincisi; bu harekâtla örgütün belini kırdığımızdan kuruluşundan itibaren ilk kez ve tek taraflı ateş kes ilan edilmesine mecbur bırakmıştık çünkü önümüz kıştı ve sonraki safhalarda bu ateşkesin üstlenme açısından yara bandı olarak devreye girildiği hesap edilmediğinden özellikle de güneydoğuyu yangın yerine çevirerek, terör olayların tırmanışa geçmesine, sebep olmuştu.
(bence) PKK’nın eylemsizlikleri, kürt sorununa katkı vermediği gibi, daha da içinden çıkılmaz, hale getirdiği görülmüştür, ayrıca hatırı sayılır, aşiret bölgesinde, uygulanması da kimi çevreleri rahatsız ettiği, tespit edilmiştir.
(bu arada; zeytin tanesi gibi, gözleri olan, bir oğlakta, oyukta basket topu, büyüklüğündeki taşın, yamacında durduğuna, şahit olmuştum, ballı hayvandı oğuz33 timine maskot yaptığımızdan birliğimize getirmiştik ama astsubayın biri, yataklara işiyor diye, sudan sebeplerle, mutfağı göndermişti.)

 

 

 
 

HAREKÂT BİTTİ

 
 17 Kasım
Mustafa BİLGİN
 
 
 

"bırak kalsın, içimdeki kurşun,

ben onunla da yaşarım"


 
Sınır ötesi öncesi ve sonrası

 

 
    92 yılında sınır ötesine düzenlenen operasyonun belgeleri

 

 


 

 

"bu ateş içinize kor gibi düşmüşken, yanan bu ateşi seyrederek susmak,
 unutma ki, dağlarda hep ölümdür" 

Saldırıya uğrayan sınır karakollarımız:  
PKK terörörgütünün elebaşı apo kod adlı terörist, Abdullah ÖCALAN’nın; "ayaklanmayılınedeniylesınırlarıvemetropol şehirleri kanabulayacağız" talimatıyla, hudut karakollarımız 90’lıyıllarından sonra, saldırıya uğramış ve hain saldırılarla yüzlerce vatan evladı göz göre göre şehit düşmüştü.
(karakollarda görev yapan askerimiz savunmada değilde teröristlerin peşine sıcak takip şeklinde gitmiş olsaydı bedeli bu kadar ağır olmazdı çünkü saldırılar karakola yakın pkk kamplarından ve hava şartların olumsuz olduğu durumlarda yapılırdı yani destek konusunda aksamalar yaşansın diye özellikle kötü havalarda bu tür mahkum hedefler yok edilmek için seçilirdi ama yetkililere sorarsanız; çok stratejik yerdir diye, cevabı yapıştırırlardı.)
     
 
   PKK elebaşı Abdullah Öcalan'ın (apo) öncesi ve sonrası
"bu çatışmayı birçok insan anlamayacak, haklılarda,
  çünkü ateş düştüğü damı yakıyor"
"emiri verende, emri alanda arazide uyur,
 bir vurmak için, düşman ayakta durur"


       Karakol baskını öncesi kroki üzerinde çalışan saldırı grupları
            
 
15 Mayıs 1992
            
Şırnak-Taşdelen   Karakolu
            
 
            
:
            
Hava saldırısında öldürülen, Hamit Akıl’ın(Kerim Şırnak) talimatıyla, 500 kişi ile yapılan baskın,
28 kahraman asker şehit
            
26 Mayıs 1992
            
Hakkâri-Üzümlü   Karakolu
            
 :
            
200 kişilik grupla yapılan baskın,
            
11   kahraman asker şehit
            
22 Haziran 1992
            
Hakkâri-Perihan   Karakolu
            
 :
            
100 kişilik grupla yapılan baskın,
            
5   kahraman asker şehit
            
30 Haziran 1992
            
Şırnak-Betonpınar   Karakolu
            
 :
            
100 kişilik grupla yapılan baskın,
            
6   kahraman asker şehit
            
20 Temmuz 1992
            
Hakkâri-Sivritepe   Karakolu
            
 :
            
150 kişilik grupla yapılan baskın,
            
10   kahraman asker şehit
            
9 Ağustos 1992
            
Siirt-Dikboğaz Karakolu
            
 :
            
50 kişilik grupla yapılan baskın,
            
7   kahraman asker şehit
            
17 Ağustos 1992
            
Diyarbakır-Tuzla   Karakolu
            
 :
            
50 kişilik grupla yapılan baskın,
            
9   kahraman asker şehit
            
24 Ağustos 1992
            
Şırnak- Milli Karakolu
            
 :
            
100 kişilik grupla yapılan baskın,
            
4   kahraman asker şehit
            
30 Ağustos 1992
            
Şemdinli-Alan Karakolu
            
 :
            
200 kişilik grupla yapılan baskın,
            
17   kahraman asker şehit
            
13 Eylül 1992
            
Şemdinli-Aktütün   Karakolu
            
 :
            
300 kişilik grupla yapılan baskın,
            
24   kahraman asker şehit
            
29 Eylül 1992
            
Şemdinli-Derecik   Karakolu
            
 :
            
600 kişi ile yapılan baskın; karakol komutanın bayrak direğine asılması ve
27 erin şehit edilmesi
 
  
90'lı yıllarda karakollarımızda saldırı anları ve terörist gruplar
 
 

(yukarıdaki korkunç tablo, hain baskınlar sonucu oluşan teröristlerin eseriydi, sıra bizlere geldiğinde ise silah arkadaşlarımızın intikamları misliyle alınmış ve hesabı mahşere bırakılmadan ağır şekilde sorulmuştur ayrıca 92-93 yıllarında icra edilen geniş çaplı operasyonlarda şehit düşmüş kahramanlarımızın, kimlik bilgilerini, bu çalışmanın, içerisinde bulabilirsiniz.)
On binlerce şehit gazi ve esir durumuna düşen vatan evladını teröre feda etmişiz, karşı taraftan etkisiz kılınan boynundan büyük silah taşıyan kanı deli gibi akan ve kendini onkaplan gücünde sanan çocuk yaşlardaki insanlarda, bu işin sayılmayan kısmı, gerçekten ürkütücü tablo dahası insanın aklının basamadığı, nasıl oluyorda bir savaş yıllarca aynı dağlarda körelmesine sürebiliyor ve nasıl oluyorda bir savaşta aynı dinden olan akrabalar birbirilerini boğazlayabiliyor işin ilginç yanı ise ısrarla sürdürülmek istenilen bu savaşın mağlubu kim galibi kim onu da bilmiyoruz demek ki bu kirli ve kanlı savaş uzunyıllar devam edecek yoksa birbirimizi nasıl bitireceğiz. Karakollarda görev yapmış asker olarak yine de felaketin eşiğinden döndüğümüzü düşünüyorum, çünkü baskınların hedefi, komutanın beylik tabancasından tutun, yemekhanedeki televizyon ile videoya, varıncaya kadar yağmalanan mühimmatı dağa kaldırıp ortadan kaldırılmak istenen karakolda halay çekmekti çünkü 90’lı yıllarda özellikle dağlar teröristlerindi. O dönemlerdeki kanlı saldırıların amacı etnik yapısından dolayı milleti oldu bitti ye getirip iç savaş provası yaparak memleketin doğusunda başlayıp ülkenin parçalamasını gerçekleştirmekti çünkü burası son kaledir burada savaş asla bitmez özellikle Türkiye’nin yenilmesi için provokasyona açık bu coğrafyada, savaşlar hep olacaktır, dün asala vardı, bugün yerine pkk terör örgütü geldi yarın o gider yerine başka taşeron gelir yani devir eden saltanatgibiçark bu şekilde döner gider çünkü son yarım yüzyılda bir çok şey değişmesine rağmen kurulan sistem hala güncelliğini koruya bilmiştir.  
 
     90'lı yıllarda birden çok saldırıya uğrayan karakollarımızdan genel görüntüler
 
"bu dağlarda çoban uyumazsa,
sürüsüne kurt saldıramaz"
"biz ne bilek,  

paşa büyüklerimiz, daha iyi bilir"

Zap bölgesine düzenlenen operasyonumuzun gerekçesi:

Vatan, bayrak ve çakıl edebiyatı yapan, sahte yüzlü kesimler tarafından; daha çok insan ölsün ve evlere daha çok ateş düşsün diye, sınır ötesine, operasyon düzenlenmeli şeklindeki çığırtkanlıkları hep olmuştur sonuçların nelere mal olacağı konusu hesaplanmadan günü kurtarmak ve olaylara yüzeysel bakmak maksatlıyla, yapılan bu çığırtkanlıklar, maalesef hudutlarımız dışına bu tür askeri operasyonların düzenlenmesine neden olmuş ve sonuçları ülkenin doğusunu yangın yerine batısını ise yasa çevirmiştir. 92 yılında zap bölgesine düzenlenen hava destekli askeri operasyonuna neden şiddetle gereksinim duyulduğunu bir paşam aynen şöyle açıklıyordu; Körfez Savaşı’ndan sonra geriye kalan silahlar, bölgedeki örgütün, işine yaramıştı, Türkiye’nin çeşitli, yerlerinden ve Avrupa’dan, gelen teröristler Barzani yönetiminin, desteklediği kamplarda, eğitim yaptılar, özelliklede fedai türü eylem tarzına yönelik sözde özel kuvvetler bölükler ve taburlar kurdular sayıları eskiye oranla artığından bölgeyi tehdit etmeye başladılar. Ayrıca eğittikleri teröristler, sınır karakollarımıza, saldırılar düzenleyerek, el koymuş, olduğu mühimmattı, kaçakçıların katırlarına yükleyerek, ana kamplarına kaçırıyorlardı bunun sonucunda da hudut hatlarında bulunan onlarca karakolumuz boşaltılıp güvenlik birimlerince terk edilmek zorunda bırakılıyordu, çünkü teröristler tarafından, bu karakollarımız personeliyle ile birlikte, topyekûn ortadan, kaldırılmak isteniyordu, her karakolumuz, kahramanca karşı, koymasına rağmen, yine de ağır kayıplar veriliyordu. Örgüt, muhbirlerden toplamış oldukları, karakollara ait, raporlarını aktifleştirerek gece yürüyüşü ve baskın tarzında eğitim almış yüzlerce militanıyla, derecik ve üzümlü karakollarına, saldırı düzenledi, ancak derecik’e yapılan saldırı her yönden değişikti çünkü kullandıkları güç şimdiye kadar görülmemiş derecede kalabalıktı ayrıca yapılış tarzı ve sonucu da ilginçti.
  
               Hasan Kundakçı (tamburalı hasan paşa)

 "savaşı kadının çığlıkları,

 zılgıtları ve öfkesi, durdurabilir" 

"paşam, bu vatanı sadece,

dipteki yitik insanlar mı seviyor?"

29 Eylül gecesi, Şemdinli Derecik karakolu’na 600 kadar terörist saldırdı, karakol baskınlara karşı ağır silahlarla takviye edilmesine rağmen 28 vatan evladı şehit verildi, terörist grupları, zafer şarkıları eşliğinde, aşka gelerek karakolu ortadan kaldırmak için, saldırıyı gündüzde, sürdürmeye kalkıştı. Gün ışırken silahlı helikopterlerin devreye girmesiyle ve civar karakollardan gelen, eğitimli askerlerin de, operasyona destek vermesiyle, teröristlerin üzerine yüklenildi, etkili nokta atışları, terörist gruplarını, kendine getirdi, o güne kadar görmedikleri, zayiatı verdiler, uyuşturucu sarhoşluğu onlara pahalıya, mal olmuştu, 194’tü ölü olmak üzere, pek çok ta yaralıları vardı.
  
 
               
Çatışma sonrası etkisiz kılınan teröristlerden kareler
 

TSK Kuzey Iraktaki bu gelişmelerden ve sınır karakollarımıza yapılan hain saldırılardan rahatsız olmaya başlamıştı, PKK’nın bölgede gittikçe güçlenmesi etrafı tehdit edecek boyutlara ulaşması nedeniyle sınırlarımıza yakın bölgelerde yuvalanan teröristlere ölümcül darbe indirebilmek ve barınma alanlarını etkisizleştirip kullanılamaz hale getirebilmek için ekim 92’de K. Irak’a girildi, sınır ötesine yapılan askeri harekâtın en önemli hedefi karakol eylemlerini gerçekleştiren terörist gruplarını arayıp bulmak ve etkisiz hale getirmekti, ayrıca örgütün fiziksel altyapısını, tahrip ederek, özellikle sınır birliklerimize yakın yerlerde, kurulu bulunan, PKK’nın coğrafi açıdan ana karargâhı konumundaki, başta şivi kampı olmak üzere, çevresindeki ara bölgelerde konuşlu bulunan onlarca irili ufaklı kamp yerlerini; tümden imha ederek buraları haritadan silmekti ve parçalar bir daha bir araya gelmesin diye, çok güvenlikleri, zap cumhuriyetlerine, ağır darbe indirmekti.
(hava destekli ve kapsamlı güçle, düzenlenen askeri operasyon sonrası, mevzii gerisinde duran, vatansever kılıfına bürünmüş, bazı sahte, yüzlü kişilerce; bellerini kırdık, duman ettik, köklerini kuruttuk diye, söyledikleri hoş sözler, çatışmaların gardını düşüremediği gibi, sadece dağa çıkışları hızlandırmıştır, öyle olmasaydı bu ateş hala yanmaya devam eder miydi?)

"çokta umurlarında,
giden babasının, kesesinden gidiyor"
 


 

 

 

 

 

 


 
 
 
 
M U S T A F A B İ L G İ N
Ohal Bölgesinden Kareler
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol