"Dikkat Önemli"
'' O ğ u z 33 '' T i m i 90'lı Yıllarda Terörle Mücaadelenin İçerisinde Yer Almış, Dillere Destan '' O ğ u z 33 '' Timin Yaşadıklarını Anlatan Sitemize Hoş geldiniz, Sizleri Burada Tutabilmek İçin, Yapılması Gereken Her Şey Yapıldı, Umarım Kaldığınıza Değer...!!!>'' O ğ u z 33 '' T i m i
   
  ‘Oğuz33’ Timi
  YAŞANMIŞ HİKAYELER
 

 
YAŞANMIŞ HİKAYELER

GELECEĞİNİ BİLİYORDUM


Savaşın en kanlı günlerinden biriydi. Asker, en iyi arkadaşının az ilerde kanlar içinde yere düştüğünü gördü. İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutmayacak ateş yağmuru altındaydılar...
Tam cepheden dışarı doğru bir hamle yaptığı sırada başka bir arkadaşı onu omzundan tutarak tekrar içeri çekti;
Delirdin mi?
gitmeye değer mi?
Baksana delik deşik olmuş.
Büyük olasılıkla ölmüştür bile.
Artık onun için yapacak hiçbir şey yok.
Boşuna kendi hayatını da tehlikeye atma sakın! Değmez...
Fakat asker onu dinlemedi ve kendisini cepheden dışarı attı. İnanılması güç bir mucize gerçekleşti Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı ve koşa koşa geri döndü. Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Fakat cesur asker, yaralı arkadaşını kurtaramamıştı siperde kalan arkadaşı dedi ki:
Sana değmez demiştim. Hayatını boşu boşuna tehlikeye attın.
-Değdi, dedi, gözleri dolarak asker, Değdi...
-Nasıl değdi? Bu adam ölmüş, görmüyor musun?
Yine de değdi. Çünkü yanına ulaştığımda henüz ölmemişti. Onun son sözlerini duymak, dünyalara bedeldi benim için.
Ve hıçkırarak arkadaşının son sözlerini tekrarladı:
Geleceğini biliyordum... !
    

 
YAŞANMIŞ BİR HİKAYE
 
Vietman Savaşı sonrası…Evine dönmekte olan bir asker San Francisco’dan ailesini aradı:
“Anne, baba eve dönüyorum, ama sizden bir şey rica ediyorum. Yanımda bir arkadaşımı da getirmek
istiyorum.”
“Memnuniyetle, Onunla tanışmak isteriz”, diye cevapladılar.
Oğulları “Bilmeniz gereken bir şey daha var.” diye devam etti.   
“Arkadaşım
savaşta ağır yaralandı, bir mayına bastı ve bir koluyla ayağını kaybetti. Gidecek hiçbir yeri yok ve O’nun gelip bizimle kalmasını istiyorum.”
“Bunu duyduğuma üzüldüm
oğlum. Belki O’nun başka bir yer bulmasına yardımcı olabiliriz.”
“Hayır. Anne, baba O’nun bizimle kalmasını istiyorum.”
“Oğlum.” dedi babası.
“Bizden ne istediğini bilmiyorsun. O’nun gibi özürlü biri bize korkunç yük olur. Bizim kendi hayatımız var ve bunun gibi bir şeyin hayatımıza engel olmasına izin veremeyiz. Bence bu arkadaşını unutup eve dönmelisin. O kendi başının çaresine bakacaktır.”
Oğlu o anda telefonu kapattı. Ailesi O’ndan bir süre haber alamadı. Ama birkaç gün sonra, San Francisco polisinden bir telefon geldi. Oğullarının yüksek bir binadan düşüp öldüğünü öğrendiler. Polis bunun intihar olduğuna inanıyordu. Üzüntü dolu anne-baba hemen San Francisco’ya uçtular ve oğullarının cesedini tespit etmek için şehir morguna götürüldüler. Anne – baba oğullarını hemen tanıdılar yalnız bilmedikleri bir şeyi de öğrenince dehşete düştüler:
Oğullarının sadece bir kolu ve bir bacağı vardı…
    

Bir aile büyüğümüz şöyle derdi;(Kiyeki Heznekiye, Hev Ni Meriye)
Türkçesi; sevdaya düşmemiş adam, adam değildir oğulllll…
yani, hakiki sevda tekdir ve sonuna kadarda tek kalır…gerçi bir yerde de insanın gönlü geniştir amaaa sevda kuşu nazlıdır, öyle her önüne çıkan dala konmaz, konana da ne denildiğini bilmeyen yoktur…
 
YAŞANMIŞ BİR AŞK HİKAYESİ

 
O zamanlar bizim mahallede ermeni asıllı bir aile yaşıyordu. Dinlerimiz ayrıydı ama iyi komşuyduk. Onların lerna adında bir de kızları vardı. Çocukluğum bu kızla birlikte geçti. Bazen onların bahçelerinde, bazen bizim evin damında oynardık. Ama lerna biraz serpilince, annesi benimle oynamasına izin vermemeye başladı. Artık onu yalnızca pencere kafeslerinin arkasında görebiliyordum. İçimi tuhaf bir duygu kaplamıştı. Bu duygunun bir arkadaşa duyulan hasret olduğunu sanıyordum.
Derken bizim askerlik de geldi çattı. Askerde lerna'ın yokluğunu daha çok hissetmeye başladım. Ve bunun öyle kolay kolay bitmeyecek bir sevda olduğunu anladım. Anlamasına anladım ama o bir ermeni kızıydı, ben ise Müslüman. Bırakın evlenmeyi, birlikte görülmemiz bile normal karşılanmazdı. Ben askerde böyle tasa içinde kıvranırken kötü haber geldi. lerna kendisinden yaşlı, kuyumcu Apel'le nikâhlanmıştı. lerna'in ailesi pek varlıklı değildi, kızın yüklü çeyizi falanda yoktu. Apel yaşlıydı ama zengindi. lerna'ın kıymetini bilirdi. Haberi duyar duymaz zaten zor geçen askerliğim tam bir cehenneme dönüştü, 
ne söyleneni anlıyordum,
ne emredileni yapıyordum.
Komutanlarım uyardılar beni, azarladılar, sövdüler, dövdüler; hayır, hiçbir şey kar etmiyordu. Kısa sürede adımız deli askere çıktı. Neyse lafı uzatmayalım.
İyi kötü askerlik böyle geçti. Bu arada ben de, lerna'yıda unutmaya karar verdim. Askerden dönünce de babam artık yaşlandığı için dükkana yardım ediyordum. Evden işe işten eve gidip geliyorum. Rastlantı bu ya, bir gün sokakta lerna'la karşılaştık. Sıcacık gülümsedi bana. Yüreğimi bir çarpıntı aldı. Ama lerna'a hiçbir şey söylemedim, gülümseyemedim bile. lerna geçti gitti yanımdan. Kederle girdim eve.
Ertesi gün zor kalktım yataktan, canım işe gitmek istemiyordu. Yine de dükkana gittim, çalışmaya başladım ama nasıl çalıştığımı, ne yaptığımı ben de bilmiyorum. Öğleye doğru bir de baktım ki lerna karşımda. Manevisi bol, ela gözleri tatlı tatlı beni süzmekte. Gözler anlaşırsa dil susar derler. Biz de fazla konuşmadık. lerna bana öteberi falan ısmarladı. öteberinin bahane olduğunu biliyordum.
"çarşıda işim var, akşama doğru bizim eve getir," dedi.
Onlarda ne olacağını biliyordum; "Evime getir," lafını ezber ede ede, öteberiyi hazırladım, vardım kuyumcu Apel'in evine. Kapıyı lerna açtı. Yüzünde ayni tatlı, davetkar gülümseyiş ama çok geçmeden apel'in kulağına gitmiş bizim aşk. apel olgun adam. Oturup düşünmüş, karısı genç, güzel, kendisi yaşlı, üstelik karısını sevmekte ki deliler gibi. En iyisi bu kentten kaçıp gitmek. Akşam lerna'ya demiş, "Ben bu kentten bıktım. İstanbul'da akrabalarım var, onların yanına taşınalım."
Ertesi gün lerna dükkana geldi. Olanı biteni anlattıktan sonra güzel gözlerini yüzüme dikerek,
"Benimle evlen. apel'i bırakıp, burada kalayım," dedi.
Ne diyeceğimi bilemedim, lerna’la evlenmeye kalksam, millet beni kınayacak; kadın hem gavur, hem dul. Bıraksam gidecek... Ben böyle kıvranırken, apel erken davrandı, karısını aldığı gibi tuttu İstanbullun yolunu.
Herkes, "kurtuldun," diyor du. Bir de bana sor. Gün günden daha zor geliyor. Aklımı kaçıracağım her köşe başında, her kapının önünde onu görüyorum, kulaklarımda onun sesi çınlıyor. lerna'sız yaşamaya ancak bir yıl dayanabildim. Anamın yalvarıp yakarmalarına aldırmadan, dükkanı küçük kardeşime teslim edip, yanıma da yüklüce bir para alarak ben de tuttum İstanbullun yolunu. İstanbul'da Apel'in dükkanını bulmak zor olmadı. Bu zengin ermeni kuyumcuyu kuyumcular çarşısında tanımayan yok. apel'i gizlice izleyerek evini öğrendim. Ertesi gün sabah erkenden evin önünde beklemeye başladım.
Apel dükkanına gidince, yaklaştım ve çaldım kapıyı, lerna beni görünce şaşırdı ama hiç sevinmişe
benzemiyordu;
"Niye geldin?" diye sordu azarlar gibi.
 
"Sensiz olmuyor," dedim, üzüntüyle.  
"Çok geç" dedi
umursamaz bir tavırla,
"ben seni unuttum."
Sanki başımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü.
"Konuşalım," dedim.
"Konuşacak bir şey yok," dedi.
Baktım ısrar etmek faydasız, kaldığım otele geri döndüm. Sabaha kadar düşündüm. Ona hak verdim. Ben çok geç kalmıştım. Yıkılmaması gereken köprüyü yıkmıştım. Ortalık ışıyınca çıktım otelden. İstanbul'da birkaç çiçekçi dolaştım, cebimde ne kadar para varsa hepsine çiçek aldım. Aldığım çiçekleri, Vardım lerna'ın kapısına. Sabah serinliğinde mis gibi kokan çiçekleri sevdiğim kadının evinin önüne yıktım, sonra ayrıldım oradan.
    

KÜÇÜĞÜM
 
 
Aynı sokakta oturuyorduk, her gün bir kızla geliyordu eve, Adı ESRARENGİZDİ, herkes onun hakkında farklı şeyler söylerdi. Onu görmemiştim, ama tanıyordum.  
Fakat kimse gerçeği bilmezdi, kirli sakalları vardı, kara gözlü buğday tenliydi, Mahallenin kızları hayrandı ona, Bense nefret ederdim.  
Hiç kimseyle konuşmaz sadece gelir geçerdi, Bir gün onunla yolda karşılaştık, çok güzel bir yüzü vardı, Bana gülümsedi şaşırdım, ama yine de onu sevmiyordum.  
Fakat çok farklıydı, gece boyunca lambası yanardı, uyumak yerine onu evini seyrediyordum, onu sevmediğim halde, her şeyiyle ilgileniyordum.  
Yavaş yavaş onu gözlemeye başladım, o an anladım ki, hep kendimi kandırmışım, ona karşı hissettiğim şey sevgiymiş.  
Artık o eve gelmeden uyuyamıyordum, sadece sesini duymak için hep aramasını bekliyordum, yanına gelen kızları kıskanırdım, okul arkadaşlarım onun kötü olduğunu söyleyince, hep onu savunurdum.  
Onunla karşılaşmak için kapıda dururdum, onu yine yolda gördüm, Bana göz kırptı, yanımdan geçerken onu çağırdım, Acelem var KÜÇÜĞÜM dedi, bana aramızdaki yaş farkını hatırlatmıştı. Eve gidip ağlamıştım.  
Karar verdim ona aşkımı ilan edecektim, yolunu gözledim. Bir gün onu gelirken gördüm, peşine düştüm o eve girdi, biraz bekleyip kapıyı çaldım, açtı ne var KÜÇÜĞÜM dedi, SENİ SEVİYORUM dedim, gülümsedi EVET dedi, ne evet dedim konuşmadı, koşarak dışarı çıktım, bir ay boyunca evden çıkmadım.  
Bir gün kızlarla konuşurken Ambulans geldi onun evine girdi, seddiyle ile onu dışarı çıkardılar önümüzden geçerken, bende seni KÜÇÜĞÜM dedi ve gözlerini yumdu. Kırp kırmızı oldum herkes bana bakıyordu, ağlayarak koşmaya başladım, akşama kadar sokakta gezdim, gözyaşlarım durmadan akıyordu, sonra eve geldim.
              Annemler ondan bahsediyorlardı.  
Sevdiği bir Kız varmış ailesi evlenmelerine izin vermeyince, Kız evden kaçmış sokak serserileri ona kötülük yaparak öldürmüş, yardım ettiği kızlar ihtiyaç sahibi kızlarmış, kimi sevdiyse çok sevip açı çekmiş, intihar edip, hastaneyi aramış, Polisler evin duvarında KÜÇÜĞÜM yazısını bulmuş.
    
 

 
HAYAL HIRSIZI

 
O çiftlik senin, bu çiftlik benim gezen, yarıştan yarışa koşarak atları eğitmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin oğluydu. Babasının işi nedeniyle sık sık okul değiştirmek zorunda kalmıştı. Şimdi de yeni bir okula gidiyordu.
Öğretmen, geleceğe dair hayallerini anlatacakları bir kompozisyon yazmalarını söylemişti. Yazacakları kompozisyonun en az iki sayfa olması gerekiyordu, ama at terbiyecisinin oğlu tam yedi sayfalık bir ödev verdi öğretmenine. Gelecekle ilgili hayallerini en küçük ayrıntısına kadar anlatmıştı bu sayfalarda. Bir at çiftliği olsun istiyordu. 200 dönümlük çiftliğin krokisini, 1000 metrekarelik evinin planını bile eklemişti. Binaların, ahırların, koşu yollarının... Her şeyin yeri belliydi. Bu ödev, tek kelimeyle onun rüyasını, duygularının sesini dile getiriyordu.
Sabırsızlıkla geçen iki günün ardından, öğretmen ödevlerini onlara geri dağıttı. At terbiyecisinin oğlunun ödevinin ilk sayfasına kırmızı kalemle kocaman bir sıfır yazmıştı öğretmen. Bir de not vardı:
“ Dersten sonra beni gör.”
Çocuk, gözyaşlarını içine akıttı ve dersin bitimini bekledi. Öğretmenin yanına görüşmek için geldiğinde sordu hemen:
“Hocam, neden sıfır verdiniz ödevime?”
“Bak çocuğum” diye girdi söze öğretmen. “Anlattıkların hep hayalden başka bir şey değil. Ben sizden gelecekle ilgili gerçekçi hayallerinizi istemiştim.” “Ama...” “Gerçekçi ol! Baban gezgin bir işte çalışıyor ve maddi durumunuz malum. At çiftliği kurmak kolay iş mi sanıyorsun?! 200 dönümlük araziye 1000 metrekarelik ev yapmak, orada yetiştirilecek atları satın almak... lütfen kabul et, bunları yapman imkansız!”
Çocuk, kalbi kırık bir halde boynunu büktü. Onun konuşmasına bile izin vermeyen hocası, konuşmaya son noktayı koydu:
“Ödevini, gerçekçi bir şekilde yeniden yazmanı istiyorum. O zaman, ben de verdiğim notu gözden geçireceğim.”
Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasıyla konuştu onun da fikrini aldı.
“Oğlum” dedi babası. Bu senin hayatın ve senin hayallerin. Kararı sen vermelisin.”
Çocuk bir hafta düşündükten sonra ödevini hiç değiştirmeden, aynı haliyle verdi hocasına. Üzerine şöyle bir not iliştirmişti:
“Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin, ben de hayallerimi...”
Aradan yıllar geçti. O günün ortaokul öğrencisi, şimdi 200 dönümlük arazideki 1000 metrekarelik evinde oturuyordu. Yıllar önce yazdığı o ödev, şöminenin üzerinde çerçevelenmiş olarak asılıydı.
Bir gün, emekliliğine çok az kalmış öğretmeni, öğrencileri onun çiftliğine geziye getirdi. Günün sonunda çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine yaklaştı ve:
“Sana artık itiraf edebilirim” dedi. “Senin öğretmenin olduğum sıralar, kelimenin tan anlamıyla bir hayal hırsızıydım. Pek çok öğrencimin hayallerini ellerinden aldım. Ama sen sıfır alma pahasına hayallerinde vazgeçmeyerek, beni bu suçtan vazgeçirdin. Teşekkür ederim!”
 
    
 

 
"BİR PERİ MASALI"

   
Moses Mendelssohn hiç yakışıklı bir adam değildi. Çok kısa boyunun olmasının yanı sıra, çok garip bir de kamburu vardı. MosesMendelssohn, günün birinde Hamburg'da yaşayan bir işadamını ziyarete gitti. İşadamının, Frumtje adında çok güzel bir kızı vardı. Moses, bu güzel kıza umutsuz bir aşkla tutuldu. Fakat güzel kız onun çirkin görüntüsünden ürkmüştü. O nedenle, değil onun sevgisine karşılık vermek, yüzüne bile bakmak istemiyordu. Ayrılma zamanı geldiğinde Moses, güzel kızın üst kattaki odasına çıktı ve tüm cesaretini toplayarak onunla son kez konuşma girişiminde bulundu. Kızın güzelliği öylesine olağanüstüydü ki, bir an için onun cennetten geldiğini bile düşündü. Fakat kızın, başını kaldırıp da yüzüne bakmamaktaki direnci, Moses'ı çok üzdü. Güçlükle başarabildiği konuşması sırasında çirkin aşık, bu güzel kıza bir soru sordu: "Evliliklerin kutsal bir özelliği olduğuna inanır mısınız?" dedi "Elbette" diyerek yanıtladı güzel kız ve gözlerini yine kaldırmayıp Moses'ın yüzüne yine bakmadan, kendi de ona bir soru sordu:
"Peki ya siz? "dedi.
"Siz inanır mısınız buna?"
Moses bir an bile duraksamadı: "Evet, ben de inanırım" dedi ve ekledi: "Biliyor musunuz? Her erkek çocuğu doğduğunda Tanrı, onun evleneceği kızı belirlermiş. Benim doğumumda da, benim evleneceğim kız belirlenmiş ve bana 'Senin karın kambur olacak' demiş.O zaman ben bir istekte bulunmuşum Tanrı'dan. Tanrım, kambur bir kadın bir trajedi olur. Lütfen onun kamburluğunu bana ver ve onu güzel bir kadın yap' demişim." Moses' ın bu sözlerinden sonra Frumtje gözlerini yerden kaldırdı, onun gözlerinin içine baktı ve elini uzatıp, Moses' ın elini tuttu. Ve daha sonra da onun, sevgili eşi oldu. Bu anlattığımız bir "peri masalı" değil, ünlü Alman besteci Mendelssohn'un büyükbabası ile büyükannesinin evlenmelerinin öyküsüdür.
 
    
 

 
BİR KELEBİĞİN DERSİ

 
Bir gün, kozada küçük bir delik belirdi; bir adam oturup kelebeğin saatler boyunca bedenini bu küçük delikten çıkarmak için harcadığı çabayı izledi. Ardından sanki ilerlemek için çaba harcamaktan vazgeçmiş gibi geldi ona. Sanki elinden gelen her şeyi yapmış ve artık yapabileceği bir şey kalmamış gibiydi. Böylece adam, kelebeğe yardım etmeye karar verdi. Eline küçük bir makas alıp kozadaki deliği büyütmeye başladı. Bunun üzerine kelebek kolayca dışarı çıkıverdi. Fakat bedeni kuru ve küçücük, kanatları buruş buruştu. Adam izlemeye devam etti.
Çünkü her an kelebeğin kanatlarının açılıp genişleyeceğini ve bedenini taşıyacak kadar güçleneceğini umuyordu. Ama bunlardan hiç biri olmadı! Kelebek, hayatının geri kalanını kurumuş bir beden ve buruşmuş kanatlarla yerde sürünerek geçirdi. Ne kadar denese de asla uçamadı. Adamın iyi niyeti ve yardım severliği ile anlayamadığı şey, kozanın kısıtlayıcı lığının ve buna karşılık kelebeğin daracık bir delikten çıkmak için göstermesi gereken çabanın, Tanrı’nın kelebeğin bedenindeki sıvıyı onun kanatlarına göndermek ve bu sayede de kozanın kısıtlayıcı lığından kurtulduğu anda uçmasını sağlamak için seçtiği yol olduğuydu. Bazen yaşamda tam olarak ihtiyaç duyduğumuz şey çabalardır. Eğer Tanrı, yaşamda herhangi bir çaba olmadan ilerlememize izin verseydi, o zaman bir anlamda sakat kalırdık. O zaman olabileceğimiz kadar güçlenemezdik. Asla uçamazdık..
    

 
YOKSUL ÇİFTÇİ  


İskoçya'da yoksul mu yoksul bir çiftçi yaşardı. Fleming 'idi adı. Günlerden bir gün tarlada çalışırken bir çığlık duydu. Hemen sesin geldiği yere koştu. Bir de baktı ki beline kadar bataklığa batmış bir çocuk, kurtulmak için çırpınıp duruyor. Çocukcağız bir yandan da avazı çıktığı kadar bağırıyordu. Çiftçi çocuğu bataklıktan çıkardı ve acılı bir ölümden kurtardı. Ertesi gün Fleming'in evinin önüne gelen gösterişli arabadan şık giyimli bir aristokrat indi. Çiftçinin kurtardığı çocuğun babası olarak tanıttı kendini.
 
''Oğlumu kurtardınız, size bunun karşılığını vermek istiyorum'' dedi.  
Yoksul ve onurlu Fleming ; ''Kabul edemem!'' diyerek ödülü geri çevirdi.  
Tam bu sırada kapıdan çiftçinin küçük oğlu göründü.  
''Bu senin oğlun mu?'' diye sordu aristokrat.  
Çiftçi gururla ''Evet!'' dedi.  
Aristokrat devam etti ; ''Gel seninle bir anlaşma yapalım. Oğlunu bana ver iyi bir eğitim almasını sağlayayım. Eğer karakteri babasına benziyorsa ilerde gurur duyacağın bir kişi olur.''  
Bu konuşmalar sonunda Fleming'in oğlu aristokratın desteğinde eğitim gördü. Aradan yıllar geçti. Çiftçi Fleming'in oğlu Londra'daki St. Mary'sHospital Tıp Fakültesi'nden mezun oldu ve tüm dünyaya adını penisilini bulan Sir Alexander Fleming olarak duyurdu. Bir süre sonra aristokratın oğlu zatürreye yakalandı.  
Onu ne mi kurtardı? Penisilin!  
Aristokratın adi : LordRandolpChurchill'idi...  
Oğlunun adı ise : Sir Winston Churchill.  
Kurtaran doktor : Çiftçinin oğlu Sir Alexander Fleming. 
    
 

   
KÜÇÜK KIZ

 
Küçük kız, kendini bildiği günden beri annesinden büyük bir şefkat görmüş ve ondan duyduğu sözlerle, pamuk prensesten daha güzel olduğuna inanmıştı. Ona göre, nur yüzlü ve badem gözlüydü. Bir tanecik yavrusuydu her zaman. Ama ilk okula başlayınca işler değişti. Arkadaşları, onun hiç de güzel olmadığını, hatta çirkin bile sayıldığını söylemekteydi.
Küçük kız, ilk önceleri onlara inanmadı. Çünkü herkes birbirini kıskanıyordu. Ama bir kaç yıl içinde gerçeklerle yüzleşti. Annesinin bir pamuğa benzettiği yüzü, çiçek bozuğu bir cilde sahipti. “Badem” dediği gözleri ise şaşıydı.
Vücudu da bir serviyi andırmıyordu. Demek ki annesi onu aldatmış ve yıllar yılı çekinmeden yalan söylemişti.
Genç kızın anne sevgisi, kısa bir süre sonra nefrete dönüştü. Evlenme çağına gelmiş olmasına rağmen yüzüne bakan yoktu. Üstelik de gözleri, bütün tedavilere rağmen düzelmiyordu.
Genç kız, doktorların gizlice yaptığı konuşmalardan kör olacağını anladığında çılgına döndü ve kendisini hâlâ çocukluk yıllarındaki ifadelerle seven annesinin bu yalanlarına dayanamayıp evi terk etmeye karar verdi. Fakat annesi, uzak bir yerde iş bulduğunu söyleyerek ondan önce davrandı. Ve kazandığı paraları bir akrabasına gönderip, kızına bakmasını rica etti.
Genç kız bir süre sonra görmez oldu. Karanlık dünyasıyla baş başaydı. Bu arada annesini hiç merak etmiyordu. Yalancıydı annesi, ölse bile bir kayıp sayılmazdı.
Bir gün doktorlar, uygun bir çift göz bulduklarını söyleyerek kızı ameliyat ettiler. Ancak o, gözünü açtığında yine aynı yüzü görmekten korkuyordu. Fakat kör olmak zordu. En azından kimseye yük olmazdı.
Genç kız, ameliyat sonunda aynaya baktığında, müthiş bir çığlık attı. Karşısında bir dünya güzeli vardı. Gerçekten de harika bir kızdı gördüğü. Yüzündeki bozukluklar tamamen kaybolmuştu. Çok kemerli olan burnu düzelmiş, kepçe kulakları normale dönmüş ve yaban otlarını andıran saçları, dalga dalga olmuştu.
Genç kız, yanındaki yaşlı doktora sevinçle sarılarak:
— Sanki yeniden dünya ya geldim! Dedi.
— Yüzümde hiçbir çirkinlik kalmamış. Estetik ameliyatı siz mi yaptınız?
Yaşlı doktor:
— Böyle bir ameliyat yapmadık kızım! Diye gülümsedi.
— Annenin bağışladığı gözleri taktık. Sen, onun gözünden gördün kendini!..
    
 
 
ALTIN RENKLİ BOŞ KUTU
 
Baba, üç yaşındaki kızını, bir rulo altın renkli kaplama kağıdını ziyan ettiği için cezalandırmıştı. Durumları iyi değildi ve kızının, kâğıtları ağacın altına koyacağı bir kutuyu süslemeye harcaması onu çok sinirlendirmiş ti. Buna rağmen küçük kız, ertesi sabah hediyeyi babasına getirdi ve;
"Bu senin için babacığım." dedi.
Baba, gösterdiği tepki için kendini suçlu hissetti ama kutunun boş olduğunu görünce için için sinirlenmekten de kendini alamadı.
Kızına bağırdı:
"Birine bir hediye verdiğin zaman içinin dolu olması gerektiğini bilmiyor musun?"
Küçük kız babasına yaşlı gözlerle baktı ve şöyle dedi:
"Ama babacığım, kutu boş değil ki. Ben kutunun içine öpücüklerimi üflemiştim. Hepsi senin için babacığım."
Babanın içi paramparça olmuştu; kızını kucakladı ve onu affetmesi için yalvardı.
Gerçek anlamda bakmak gerekirse, hepimiz, arkadaşlarımız ve ailelerimiz tarafından bize sunulan, karşılıksız sevgi ve öpücüklerle dolu altın renkli kutulara sahibiz.
Dünyada sahip olabileceğimiz daha değerli bir şey olamaz.
    

 
KUŞ AĞACI


Annesi altı yıl önce, onu doğururken ölmüştü. Babası ise İspanya'nın en ağır siyasi cezalarının verildiği bir hapishanede mahkumdu küçük kızın. Bu nedenle mahkum babanın yılda sadece bir kez görüş hakkı vardı ve bu süre sadece yirmi dakika ile sınırlıydı.
Nihayet uzun zamandır bekledikleri gün gelmişti. Halasıyla birlikte hapishaneye gidip babasını ziyaret edecekti. Babasını daha önce de ziyaret etmiş olmanın verdiği tecrübe ile, neler yapılacağını biliyordu. Önce kimlikler teslim ediliyor, sonra uzun saatler bekleme salonunda bekleniyordu. Ardından bitip tükenmeyecekmiş gibi gelen, sürekli açılıp, kapanan demir kapılar ...
Nihayet en son demir kapının önüne gelmişlerdi. Bu kapıyı da açarlarsa artık babasını kucaklayabilecek, ona kendisi için çizdiği resmi hediye edebilecekti. Ancak hapishane kurallarına göre özgürlüğü çağrıştıran her türlü şeyin mahkumlara verilmesi yasaktı. Gardiyan küçük kızın elindeki kağıdı işaret ederek;
-O ne? diye sordu,
-Resim. Babam için çizdim.
-Ver bakayım,
Resimde kocaman yeşil bir ağaç ve üzerinde duran bir sürü kuş vardı. Gardiyan resme şöyle bir göz attıktan sonra;
-Hıımm !Kuş resmi yasak. Bu resmi babana götüremezsin, diyerek resmi buruşturup çöpe attı.
Çok üzülmüştü küçük kız, ağlıyordu... Bu davranışa o kadar içerlemişti ki, babasıyla görüşmesi için sadece 20 dakikası vardı ve küçük kız hıçkırıklarına bir türlü engel olamıyor, babasıyla dilediğince hasret gideremiyordu.
-Üzülme kızım, yine çizersin dedi adam.
Ama küçük kızı teselli etmek bir hayli güçtü. Bir süre sonra, resmi "YASAK!" diye çöpe atan gardiyan göründü kapıdan.
-Görüş süresi sona erdi.
Küçük kız babası ile vedalaşıp hücreden ayrıldı. Bir yıl sonra, yine o beklenen gün gelmişti. Küçük kız yine babasına ziyaretinde bir resim çizip götürdü. Bu sefer kuş yerine bir ağaç ve üzerine siyah minik benekler çizmişti.
Gardiyan sordu;
-Bu ne?
-Meyve ağacı.
-Tamam bunu babana hediye edebilirsin.
Baba kız hasretle kucaklaştılar, öpüştüler, sonra kız heyecanla elinde tuttuğu resmi babasına uzattı.
-Babacığım bunu senin için çizdim.
Babası keyifle uzun uzun resme baktı ve sordu;
-Ne güzel bir ağaç bu böyle,.. üzerindeki benekler ne, meyve mi?
Küçük kız birden bire telaşlandı, endişeli gözlerle etrafına bakındı;
-Pişşştttt babacığım lütfen yavaş konuş, gardiyan duyacak!..
Sonra babasının kulağına uzanıp şu sözleri fısıldadı;
-Onlar meyve değil, ağacın içine sakladığım kuşların gözleri !
    
 

 
UTANIYORUM

 
9.SINIF Şuan dersteyiz...
yanımda dünya güzeli bir kız oturuyor... Yüzüne bakmaya kıyamıyorum... Onu ne kadar çok sevdiğimi bilmiyor... O benim en yakın arkadaşım... Beni Sadece arkadaşı olarak görüyor...
Nedenini Bilmiyorum ama... Kendimden Çok...Utanıyorum...
10.SINIF Evdeydim..
Beni arayıp, Erkek arkadaşıyla tartıştığını... ve bana... İhtiyacı olduğunu söyledi... Sonra bize geldi... Bana sıkı sıkı sarılıp, Ağladı... Şuan dizimde uyuyor.. Saçlarını okşayıp, O gül yüzünü doya doya, Seyrediyorum... Ben onu o kadar çok severken... O beni sadece, Arkadaşı olarak görüyor... Nedenini Bilmiyorum ama... Kendimden Çok... Utanıyorum...
11.SINIF Mezuniyet Balosu...
Onunla çocukluktan belli arkadaşız... 8. sınıftayken birbirimize söz vermiştik... Lise sonda, Mezuniyet balosuna gidecektik, Eşimiz olmazsa beraber gidecektik... Beni aradı ve erkek arkadaşının, Hastalanıp gelemeyeceğini söyledi... Ve beraber gide bilir miyiz diye sordu... Kabul ettim... Ve onu evinden aldım... Balodaki en güzel kız oydu... Bembeyaz elbisesiyle... Tıpkı bir melek gibiydi... Gece boyu dans ettik... Kollarımdayken hep aynı şeyi düşündüm..."Onu Çok Seviyordum" Gece sonunda onu evine bıraktım... Beni yanağımdan öpüp, En iyi arkadaşı olduğumu söyledi... Onu gerçekten çok seviyorum... Ama o beni arkadaşı olarak görüyor... Ona, onu sevdiğimi nasıl söylerim... Nedenini Bilmiyorum ama... Kendimden Çok... Utanıyorum...
Aradan Yıllar Geçti... Şimdi o canımdan çok sevdiğim, Meleğimi...Toprağa veriyorum... Özel eşyalarının arasında, Kara kaplı bir defter çıkmış... Bana verdiler... Okuyup okumamakta kararsız kaldım...
Açtım... Bir günlüktü... ve bir sayfasında şöyle yazıyordu...
"Şuan dersteyiz... ve yanımda dünya yakışıklısı bir çocuk oturuyor. Yüzüne bakmaya doyamıyorum... Onu ne kadar çok sevdiğimi bilmiyor... Beni arkadaşı olarak görüyor... Erkek arkadaşım olduğu, Yalanını söyleyerek ve sürekli, Onunla ilgili yalanlar uydurarak, Yanında olabiliyorum... Onu canımdan çok seviyorum...
Bana bir kere "SENİ SEVİYORUM" deseydi... Dünyalar benim olurdu..."
Ben bu satırları okurken, Meleğimi çoktan gömdüler...Hıçkırıklarımı tutamıyorum...Gözümü mezardan alamıyorum... Merak etme Biriciğim... Bende Seni Çok Seviyorum...
SENİ SEVDİĞİMİ SÖYLEMEDİĞİM İÇİN UTANIYORUM!
    

 
GEÇ KALMAMAK...


Sabah uyandığında midesinde bi yanma hissetti. Yanmanın nedeni akşam yedikleri değil, uyanır uyanmaz bugün yapacaklarının aklına gelmesiydi.
Bugün 2 yıldır götürmeye çalıştığı bir birlikteliği bitirecekti. Aslında bunu yapmakta geç bile kalmıştı. Bitmeli dedi içinden, her gün bu tatsız uyanış bitmeli.' Genç adam bunları düşünürken sürati şekilden şekile giriyordu. Süratle giyinerek dışarı çıktı. Bugüne kadar hiç bekletmemişti onu, şimdi de bekletmemeliydi.
İstanbul, soğuk ve yağmurlu bir Nisan ayı yaşıyordu. Genç adam gökyüzüne bakarak iç geçirdi;
'Bulutlar bizim yasayacaklarımızı biliyor. onlar bile ağlıyor halimize...'
Buluşma vakti, artık Kadıköy iskelesindeydi. Birkaç dakikalık beklemeden sonra karşıdan kız arkadaşının geldiğini gördü. Simdi midesindeki ağrı daha da artmıştı. Beşiktaş'a geçtiler. Yolculuk sırasında hiç konuşmadılar. Genç kız, sevgilisinin bu durgunluğuna anlam verememişti. Nereden Bilecekti bugün ayrılacaklarını?
Beşiktaş'a geldiklerinde bir kafede oturdular. Genç kız anlamıştı sevgilisinin kendisine bir şey söylemek istediğini. 'Bana bir şey mi söylemek istiyorsun' diye sordu.
Genç adam, gözlerini kaçırarak 'Evet' dedi.
Genç kız heyecanlanmıştı, biraz da sinirlenerek 'Söylesene, ne diye bekliyorsun' dedi.
Genç adam içini çektikten sonra;
'Sence biz nereye kadar gideceğiz?' diye sordu.
Genç 'Bunu sorma gereğini niye duydun?' diye yanıt verdi.
Genç adam söze başladı...
''Birkaç ay önce aksam 23:00 civarında sana telefon açıp senin için yazdığım şiiri okumak istemiştim. Sen bana 'Sırası mi simdi canim yaa, isin gücün yok mu?' demiştin. Biliyor musun o an nakavt olan bir boksör gibi hissettim kendimi. Özür dileyip telefonu kapatmıştım. Daha sonra da bu şiiri benden hiç istememiştin.
Geçenlerde hasta olup yataklara düştüğümde arkadaşlarımla birlikte sen de gelmiş, Meralin 'Sen şanslısın, sevgilin sana bakar' sözüne;
'işim yok da sana mı bakacağım, annen baksın' demiştin. Hatırladın mı?''
Genç kız, 'Biliyorsun ben duygusallığı sevmiyorum. Hem hasta bakıcı gibi göründüğümü de kimse söyleyemez' diye yanıtladı.
Genç adam güldü, 'Evet canim hâklisin. Zaten olmak istesen de bu kalbi taşıdığın surece hasta bakıcı, hemşire falan olamazsın.' Genç adam devam etti;
Bana şimdiye kadar kaç kere sabahın erken saatlerinde güzel sözcüklerden oluşan bir mesaj çektin? Hiç... Hatta günün hiçbir saatinde çekmedin. Duygusallığı sevmeyebilirsin. Ama sen seni seven insanları da mutlu etmeyi sevmiyorsun. Halbuki ben senin tam tersine kendimden çok insanları mutlu etmeyi seviyorum. Seni tanıdığımdan beri her sabah, her aksam, her gece yani seni andığım her saat tatlı bir mesajım vardı senin için biliyor musun? Seninle ben AKLA KARA gibiyiz.
'Genç kızaklamıştı;
'Yani ne istiyorsun, benden şair olmamı mi?'
Genç adam tekrar gülümsedi içinden. Dun gece verdiği ayrılık kararının ne kadar doğru olduğunu duşundu.
'Hayır' dedi, 'şair olmanı istemiyorum. Olamazsın da... BIZ AYRILMALIYIZ. Ayrılırsak ikimiz için de en hayırlısı olacak,
'genç kız şaşırmıştı;
'Neden ama? Ben seni seviyorum. Senin de beni sevdiğini sanıyordum.
' Genç adam iç çekerek;
Hayır, canim, sen beni sevdiğini sanıyorsun. Eğer beni sevseydin simdi başka şeyler konuşuyor olurduk' dedi. Genç kızın gözleri yaşarmıştı.
Genç adam cebinden çıkarttığı mendili uzattı, genç kız gözyaşlarını silerek;
'Sen bilirsin, umarım beni bir başkası için bırakmıyorsundur...' dedi.
Genç adam 'Nasıl böyle bir şey düşünürsün, senden başka kimse olmadı ve uzun zaman da olacağını sanmıyorum' yanıtını verdi.
Genç adam ve genç kız iki sevgili olarak oturdukları masada Artık iki yabancıydılar. Birkaç dakika sessizce oturduktan sonra Genç kız;
'Kalkalım istersen' dedi.
Genç adam;
'Ben biraz daha burada kalmak istiyorum, istersen sen kalkabilirsin' diye yanıtladı.
Genç kız 'Tamam o zaman sana mutluluklar dilerim' diyerek elini uzattı.
Genç kızın sesi ve eli titriyordu. Genç adam;
'İstersen arkadaş kalabiliriz' dedi.
Ve birbirlerine son kez sarıldılar. 'BEN DOGRU YAPTIM..." Genç adam doğru yaptığına inanıyordu. Eve döndüğünde yürümekten bitap Bir haldeydi.
Odasına girdi. Gece bitmek bilmiyordu. Sabah erken kalkıp işe gidecekti, uyumalıydı. Birkaç saat sonra uykuya dalmayı başardı. Sabah 7'de saatin ziliyle uyandı. Evden çıkacağı zaman cep telefonuna baktı, mesaj ve 10 cevapsız arama vardı. Yorgun olduğu için Duymamıştı telefonun sesini. Aramalar ve mesaj sevgilisindendi. Heyecanla mesajı açtı, şunlar yazıyordu:
SADECE ONLARI SEVMEYI SEVDIM, HEPSINI ONLARSIZ YASADIM DA, BIR SENI SENSIZ YASAYAMIYORUM, BU ASKI TEK KALPTE TASIYAMIYORUM, SANA YEMIN, BIR TEK SENI SEVDIM VE SENI SEVEREK OLECEGIM, ELVEDA...
Genç adam şaşırmıştı. Onu tanıdığı günden beri ilk defa şiir alıyordu ve üstelik sabahın besinde yazmıştı. Heyecanla onu aradı, telefonu Yabancı bir ses açtı. Genç adam ''Nalan'la görüşe bilir miyim?'' Dedi.
Ama karsısındaki ağlıyordu, hıçkıra hıçkıra hem de...
'Ben onun annesiyim yavrum, kızım bu sabah intihar etti. Gece sabaha kadar birilerini arayıp durdu. Sabah odasının ışığını sönmemmiş görünce girdim. Yavrum kendini asmıştı....
' YIGILIP KALDI... Genç adam beyninden vurulmuşa dondu. Bir gün önceki mide ağrısının iki katini çekiyordu simdi. Olduğu yerde yığılıp kaldı...
Birkaç ay sonra iki doktor konuşuyordu hastanede. Doktorlardan biri diğerine karşıdaki hastanın durumunu soruyordu. Doktor yanıt verdi...
'Haaa o mu? Üç ay önce getirdiler. Kendisi yüzünden bir kız intihar etmiş. O günden sonra cep telefonunu elinden hiç bırakmamış. Devamlı bir şeyler yazıp birine yolluyor. Geçenlerde merak ettim. O uyurken gönderdiği numarayı aradım. Numara 3 ay önce iptal edilmiş. Gelen mesajlarda bir şiir var. Bu adam duygusal mi bilmem ama benim anladığım kadarıyla şiiri yazan çok duygusal biriymiş...

"CEVRENIZDEKI INSANLARIN NE HISSETTIGI YA DA NE DUSUNDUGUNDEN O KADAR EMIN OLMAYIN, BAZEN BIR KALBIN, ICINDE NELER SAKLADIGINI OGRENDIGINIZDE HERSEY ICIN COK GEC OLABILIR..."
    
 

ATEŞ VE SU

Ateş bir gün suyu görmüş yüce dağların ardında Sevdalanmış onun deli dalgalarına. Hırçın hırçın kayalara vuruşuna, Yüreğindeki duruluğa.
Demiş ki suya: Gel sevdalım ol,
Hayatıma anlam veren mucizem ol...
Su dayanamamış ateşin gözlerindeki sıcaklığa al demiş; Yüreğim sana armağan...
Sarılmış ateşle su birbirlerine Sıkıca, kopmamacasına.
Zamanla su, buhar olmaya, Ateş, kül olmaya başlamış. Ya kendisi yok olacakmış, ya aşkı.
Baştan alınlarına yazılmış olan kaderi de, Yüreğindeki kederi de Alıp gitmiş uzak diyarlara su, Ateş kızmış, ateş yakmış ormanları...
Aramış suyu diyarlar boyu, Günler boyu, geceler boyu ve o an anlamış;
Aşkın bazen gitmek olduğunu.
Ama gitmenin yitirmek olmadığını.
Ateş durmuş, susmuş, sönmüş aşkıyla.
İşte o zamandan beridir ki:
Ateş sudan, Su Ateş ten kaçar olmuş.
Ateşin yüreğini sadece su, Suyun yüreğini sadece ateş alır olmuş.
    

 
UÇURUM...
 
Hayata daha sıkı sarılabilmek adına..


Gece yarısıydı. Arabadaydım. Radyo Maydonoz'da Selim gazete köşelerinden internete yayılmış bir öykü­yü anlatıyordu. Kulak kesildim:
"Bir sonbahar günü Londra'daki doktor muayenehanesinin bekleme odasında otu­ran adam, yaprakların dökülmesini hüzün­lü bir gülümsemeyle seyrediyordu. Biraz sonra muayene odasında doktor, teşhisi açıkladı kendisine:
'- Bay Winkelman, beyninizde bir ur var. Hemen ameliyat olmalısınız.'
Yüz hatları gerildi Winkelman'ın:
'- İngiltere'de bu ameliyatı yapabi­lecek doktor var mı' diye sordu.
'- Amerika'da yaşadığınıza göre orada olmanızı öneririm' dedi doktor; 'Zaten sizi ameliyat edebilecek tek operatör olan Charles Wronkow da orada yaşıyor.
Winkelman teşekkür edip ayrıldı. Ote­le giderken derin derin düşünüyor ve yere dökülen yaprakları ayaklarıyla yavaşça iti­yordu.
Birkaç gün sonra gazeteler tanınmış Amerikalı operatör Charles Wronkow'un İngiltere'de tatilini geçirirken intihar ettiği haberini verdiler.
Polis, böyle tanınmış bir doktorun ne­den Wilkelman adı altında, Londra'nın yoksul bir mahallesindeki otelde kaldığını merak ediyordu."
Bu öyküyü dinlediğim gecenin sabahın­da gazeteler Reve Favaloro'nun intihar haberini duyurmuşlardı.
Favaloro, 1967'de bulduğu by-pass yöntemiyle kalp ameliyatlarında bir çığır açan ve milyonlarca hastayı kurtaran Ar­jantinli cerrahtı. Buenos Aires'teki muhte­şem villasında kalbine sıktığı tek kurşunla son vermişti hayatına...
Milyonların kalbine giden kanalları açan bir insanın, kendi yüreğindeki tıkanmaya deva bulamaması ve sonunda onu kurşun­layarak susturması ne trajik bir final!..
Bütün bir salonu gülmekten kırıp geçir­dikten sonra çekildiği makyaj odasında ses­sizce ağlayan bir palyaço gibi... Çevremize yaydığımız ışıktan biz nasiplenemeyiz çoğu zaman... insanın sözü geçmez, gücü yetmez ba­zen kendine...
En güzel aşk filmlerinde oynayan kadın, alabildiğine mutsuzdur bakarsanız...Diline doladığı herkesin iç dünyasını ka­lemiyle didikleyen yazar, kendi içindeki keş­mekeşi tariften acizdir.
Cemaate iman telkin ederken içten içe Tanrı'yı sorgulamaya başlamış bir din ada­mı kadar çaresiz, kıvranır insan...Yalnızlık korkusunu bastırmak için ömrü boyunca sayısız kadına tutulmuş bir Kazanova'nın sonunda anavatanı yalnızlığa dönmesi, ya da cehennemi bir cephede gün bo­yu askerlerine cesaret aşılayan kumandanın gece karargahta korkudan titremesi gibi, en yakından tanıdığı zaafı, en güven­diği yanına yakıştıramaz insan ve kendini en bildiği yerinden vurur: Kalpse kalp; beyinse beyin...bir kurşunla durur. Çünkü en beteridir kendisiyle savaşan­ların, kendine yenilmesi...İnanmadan din adamı olarak kalamaz­sınız; sevmeden aşık rolü oynayamaz, cesa­retsiz savaşamazsınız; beyninizde bir urla beyinlere deva, kalbinizde kanayan bir ya­rayla kalplere şifa taşıyamazsınız. Bu kuşatmayı yarmak için o "zaaf”ları­nızı yok etmek zorundasınızdır; çoğu kez kendinizden vazgeçmek pahasına, insan, kendine rağmen gider o zaman...gençliğinde nice cana kıydığı kılıcının üzerine karnıyla yatıveren yaşlı bir Samuray savaşçısı ya da intihar için artık hükmedemediği tanıdık bir mikrofonu seçen Zeki Müren gibi, ölümü beklemeden onun kol­larına koşar.
Bazen uluorta, bazen yapayalnız, uçsuz bucaksız bir boşluğa akar...
Malum; "uzun süre uçuruma bakar­san, uçurum da senin içine bakar."
    

 
 
VEDA HÜZMESİ‏


Davulcular tutuldu, zurnacılar çaldırıldı. Eş dost herkes çağırılmıştı bu güzel güne. Görkemli bir konvoyla şehir turu yapıldı, ardından Yusuf erkekliğe ilk adımını attı. Sünnet olmuştu. Hakan Kaptan' ın yaşamındaki en nadide günüydü. Oğlu büyüyordu, Yusuf' u bir gonca gibi gün ve gün açıyordu..
" Baba çok sevdim " diyerek başladı söze Yusuf. Hakan Kaptan anlamıştı durumu. Gözünden sakındığı oğlu büyümüşte bir de kıza sevdalanmıştı.
" Senin canın sağolsun yiğidim " dedi.
Akşama en güzel giysilerini giydiler, Yusuf' a kız istediler.. Sözlendiği gece çıktı şahin tepesine, Yusuf. Haykırdı sevdasını, dağlara taşlara ve her şey sevdanın şahidi yıldızlara..
- Babam hakkını helal et..
Yüreği dağlandı Hakan Kaptan' ın. Kalbide hafiften sekletedi. Bu kadar zor muydu yiğidinden ayrılmak. Yusuf' una sımsıkı sarıldı. Ne kadar mücadele ettiyse de dayanamadı, iki damla yaş damladı gözlerinden. " En büyük asker bizim asker " nidaları arasında bindirdiler Yusuf' u otobüse. Bir garip mekana yolcu ettiler biriciklerini..
Evde tam bir şenlik havası hakimdi. Yusuf' tan mektup gelmişti. Mektup, Yusuf' un askerde edindiği arkadaşlarından, ot yolmaktan ellerinin nasırlaştığından, babasının şefkat dolu kollarını çok özlediğinden ve paraya ihtiyacından bahsediyordu. Son satırlarda da usta birliğini Silopi' de yapacağını yazmıştı oğulları. Gözleri dolu dolu defalarca okudular, defalarca kokladılar. Kıyamadıklarının kokusu vardı bu hiç bir şeye değişilmez kağıt parçasında. Arada bir gidip gelen kalbini doktor Kazım' a göstermek yerine, son parasını oğluna yolladı Hakan Kaptan. O mutlu olmazsa ne önemi vardı zaten yaşamasının..
Hasretin duvarlara yazıldığı günlerden biriydi. Üzerinde Yusuf' un kamuflajıyla çekindiği resim duran televizyon verdi, verilmemesi gereken haberi. " Yusuf Şimşek PKK ile girilen çatışmada, canını vatana bağışlamış, şehitlik mertebesine ulaşmıştı " Saatler durdu. Hakan Kaptan oturduğu koltuktan kalkamamıştı. Tarifi hiç bir kitapta bulunmayan bir hançer saplandı yüreğine. 22 senedir üzerine titrediği yiğidi nasıl artık yok olabilirdi ? Yusuf' unun son telefon görüşmesinde titreyerek "Şafak 55 baba" demesi artık hiç bir şey ifade etmiyor muydu ? Koltuktan kendini yere bıraktı.
" Allah' ım neden, neden.. " diye bağırarak haykırırken durdu rüzgarlar. Artık sonbahar bile bir başka hüzünlüydü..
Yağmurların topraklara nefes verdiği hafta geldi Yusuf' un cenazesi. Yüzünde sadece şehitlere ait gülümsemesiyle yatırdılar teneşire. Kanlarını sildiler, dört kahpe kurşunu çıkardılar göğsünden. Öyle sıcak, öyle canlıydı ki, sanki ayağa kalkıp sizleri çok özledim diye sarılacak gibi yatıyordu, dönmeyecek yolcuların misafirhanesinde.. Bembeyaz kefene koydular, ay yıldızlı bir bayrağa sarılı tabuta yerleştirip mezarlığın yolunu tuttular. Dualar okundu, gözyaşları sel oldu. Yiğit Yusuf' u, Şehit Yusuf' u, Hakan Kaptan' ın taze mezarının yanı başına gömdüler.. Yusuf kahrolası bir teröre, Hakan Kaptan kalbine yenik düşmüş, vatan uğruna Şimşek ailesinden iki can gitmişti. Her ikisinin mezarında da en güzel çiçekler açtı, hasretle yanan iki yürek, baba ve oğul çoktan şehitler köprüsünde buluşmuşlardı..
Tüm Şehitlerimizi Rahmetle Anıyorum..
    
 

 
BİR ÇOCUKTAN HAYAT DERSİ:
 
Adam yorgun argın eve döndüğünde 5 yaşındaki oğlunu kapının önünde beklerken bulmuş. Çocuk babasına;
"baba 1 saatte ne kadar para kazanıyorsun ?" diye sormuş.
Zaten yorgun gelen adam;
"bu senin işin değil" diye yanıtlamış.
Bunun üzerine çocuk;
"babacım lütfen bilmek istiyorum" diye yanıt vermiş. Adam,
"illaki bilmek istiyorsan 20 dolar" diye yanıt vermiş.
Bunun üzerine çocuk;
"peki bana 10 dolar borç verir misin" diye sormuş. Adam iyice sinirlenip;
"benim, senin saçma oyuncaklarına veya benzeri şeylerine ayıracak param yok hadi derhal odana git ve kapını kapat" demiş.
Çocuk sessizce odasını çıkıp kapısını kapatmış adam sinirli sinirli bu çocuk nasıl böyle şeylere cesaret eder diye düşünmüş aradan bir saat geçtikten sonra adam biraz daha sakinleşmiş ve çocuğa parayı neden istediğini bile sormadığını düşünmüş belki de gerçekten lazımdı. Yukarı çocuğun odasına çıkmış ve kapıyı açmış. Yatağında olan çocuğa "uyuyor musun ?" diye sormuş. Çocuk,
"hayır" diye yanıtlamış.
"Al bakalım istediğin 10 doları sana az önce sert davrandığım için üzgünüm ama uzun ve yorucu bir gün geçirdim" demiş. Çocuk sevinçle haykırmış;
"teşekkürler babacığım".
Yastığının altından diğer buruşuk paraları çıkarmış adamın suratına bakmış ve yavaşça paraları saymış bunu gören adam iyice sinirlenerek;
"paran olduğu halde neden benden para istiyorsun, benim, senin saçma çocuk oyunlarına ayıracak vaktim yok" demiş. Çocuk;
"ama yeterince yoktu" demiş ve paraları babasına uzatarak;
"işte 20 dolar, 1 SAATİNİ BANA AYIRIR MISIN ?" demiş...
    
 

HALA SİZİNLEYSE !!!

1 yaşınızdayken sizi elleriyle besledi ve yıkadı. Bütün gece ağlayıp onu uyutmayarak teşekkür ettiniz.
2 yaşınızdayken size yürümeyi öğretti. Size seslendiğinde odadan kaçarak teşekkür ettiniz.
3 yasınızdayken size özenle yemekler hazırladı. Tabağınızı masanın altına dökerek teşekkür ettiniz.
4 yaşınızdayken elinize rengârenk kalemler tutuşturdu. Evin bütün duvarlarına resim yaparak teşekkür ettiniz.
5 yaşınızdayken sizi cici kıyafetlerle süsledi. Gördüğünüz ilk çamur birikintisine atlayarak teşekkür ettiniz.
6 yaşınızdayken okula kadar sizinle yürüdü. Sokaklarda 'GITMIYCEEEEEEEM' diye ağlayarak teşekkür ettiniz.
7 yaşınızdayken size bir top hediye etti. Komşunun camini kırarak teşekkür ettiniz.
9 yaşınızdayken size dualar öğretti, siz her seferinde unutarak teşekkür ettiniz.
11 yaşınızdayken sizi arkadaşınızla sinemaya götürdü 'Sen bizimle oturma' diyerek teşekkür ettiniz.
12 yaşınızdayken zararlı TV programlarını seyretmenizi istemedi. O evde değilken hepsini izleyerek teşekkür ettiniz.
19 yaşınızdayken okul masraflarınızı karşıladı, sizi arabayla kampusa götürdü ve eşyalarınızı taşıdı.
Arkadaşlarınız alay etmesin diye kampus kapısında vedalaşarak teşekkür ettiniz.
21 yaşınızdayken iş hayati ve kariyerinizle ilgili size fikir vermek istedi. 'Ben senin gibi olmayacağım' diyerek teşekkür ettiniz.
22 yaşınızdayken kep giyme töreninizde size gururla sarıldı. Avrupa seyahati için para isteyerek teşekkür ettiniz.
25 yaşınızdayken düğün masraflarınızı karşıladı, sizin için hem mutlu oldu hem çok duygulandı. Siz dünyanın bir ucuna taşınarak teşekkür ettiniz.
30 yaşınızdayken bebek bakimi hakkında size akil vermek istedi. 'Artik bu ilkel yöntemleri bırak' diyerek teşekkür ettiniz.
40 yaşınızdayken sizi arayıp bir akrabanızın doğum gününü hatırlattı. 'Anne işim başımdan aşkın' diyerek teşekkür ettiniz.
50 yaşınızdayken o çok hastalandı, hafta sonunda onu görmeye gittiğinizde mutlu oldu. Ona yaşlıların çocuk gibi nazlı olduğunu söyleyerek teşekkür ettiniz.
Derken bir gün..... o öldü.
O güne kadar onun için yapmadığınız ne varsa, o anda kalbinize bir yıldırım gibi duştu....
VE BİR HİKAYE:
'Evin telefonu sabaha karşı üç buçukta çaldı. Uyku sersemi adam telefonu açtı. Telefondaki ses annesine aitti. Telaşlandı, korktu başlarına bir şey mi gelmişti?
Annesi 'nasılsın oğlum iyi misin?' diye sordu.
Oğlu şaşkın bir ifadeyle 'iyiyim anne hayırdır bir şey mi oldu siz iyiminsiniz?' dedi.
Annesi 'biz iyiyiz bir şeyimiz yok sadece sesini duymak istedim' dedi.
Oğlu da 'anne bunun için mi aradın saat sabahın üç buçuğu yarında konuşabilirdik' deyince annesi de 'rahatsız mı ettim oğlum?' dedi.
Oğlu 'evet anne rahatsız ettin' deyince annesi;
'30 sene önce sen de beni bu saate rahatsız etmiştin, doğum günün kutlu olsun'

EĞER HALA SİZİNLEYSE, ŞİMDİ ONU HER ZAMANKİNDEN DAHA COK SEVİN....
    
 


 
SADECE BİR KARINCA;


 
İtalyan yazar Lucianno düşünce suçlusuydu. 4m2 lik bir hücreye mahkum oldu, hem de tam 17 sene için ! O kahrolası hücreye yerleştiği birinci gün her şey normaldi.
Aradan birkaç hafta geçti. Lucianno düşünmeye başladı;
"burada 17 sene nasıl geçer..."
Aradan aylar geçti. Sanki her geçen gün biraz daha mahkum oluyordu zavallı hücresinde. Bir sabah bir karıncanın burnunu ısırmasıyla uyandı Lucianno. Onu büyük bir titizlikle parmağının ucuna alıp;
"acaba" dedi. Acaba bu karıncayı yetiştirip kendime bir dost yapabilir miyim? Dedi.
Kaybedecek hiçbir şeyi yoktu ve bunu denemeye değerdi. Karıncayı yanı başında duran küçük sehpaya koydu. Karınca karıncalığını yapıp, kaçmaya çalıştıysa da Luci bırakmadı onu. Etrafını çevirerek karıncanın kaçmasına engel oldu. Onunla konuşmaya ve onu eğitmeye kararlıydı. Başarabilse yalnızlığı sona erecekti. Karınca ile tam 3 sene uğraştı. Karşılıksız da olsa konuştu ve dertlerini anlattı ona. Bir de isim taktı karıncaya Tito.
Bir sabah Tito'sunun ona günaydın demesiyle uyandı Lucianno. Bu duyabileceği en muhteşem sesti. Büyük bir heyecanla yatağından dışarıya fırlayıp bağırmaya başladı:
konuştun, Tito sen konuştun. Nihayet konuştun.Günaydın, günaydın, binlerce günaydın dostum.
Artık bir dostu vardı Lucianno'nun ve bunu hiç kimse bilmiyordu. Tito'nun varlığı yazarın en büyük sırrıydı. Kimse duymamalıydı. Gardiyan duymamalı, bu rüya bitmemeliydi. Bu büyük dostluk tam 17 sene sürdü. Hiç kimse bilmedi Tito'yu. Lucianno, Tito'ya tüm bildiklerini öğretti. Konuşmayı, okumayı, yazmayı, dans etmeyi, şarkı söylemeyi, fikir üretmeyi... bildiği her şeyi öğretti. Kah ağladılar, kah güldüler.
Aradan tam 17 yıl geçti ve bir gün asık suratlı, soğuk yüzlü gardiyan kapıyı araladı. Hazırlan yarın çıkıyorsun dedi beton sesli gardiyan. Gardiyan gittikten sonra Lucianno ağlayarak karıncaya döndü;
"bitti Tito. Bitti büyük dostum. Yarın çıkıyoruz, yarın özgürüz." Dedi. Tito da ağladı.
Yazar Tito'ya sordu;
"söyle dostum yarın çıkar çıkmaz ilk ne yapalım?"
Tito: "gidelim bir bara ve hayvan gibi içelim." Dedi. Gülüştüler.
Sabaha kadar uyumadılar. Hayal kurup bu fare kapanından farksız lavabolu dikdörtgenin ilk defa tadını çıkarttılar. Bir anda sanki hücre genişlemiş gibiydi. Sabahın ilk ışıklarıyla son kez açıldı demir kapı.. Kapıdan çıkarken son kez geri döndü ve ranzasına baktı İtalyan yazar. Sadece şu iki kelimeydi ağzından dökülen. "vay bee..." dışarı çıktılar.
Tito Lucianno'nun omuzundaydı. Sabahın körüydü ve mevsim kıştı. Kar lapa lapa yağıyordu. Lucianno bavulunu havaya fırlattı ve "özgürlük" diye bağırdı. Tito da bağırdı. Yağan kar umurlarında değildi. Yürüdüler, kara inat yürüdüler. Özgürlük sıcaklığına kar mı dayanır kış mı? ...
Nihayet bir barın önüne geldiler. Tito sordu:
"şimdi biz buraya girebilecek miyiz?" avazı çıktığı kadar "biz artık özgürüz" diye bağırdı Lucianno.
İçeri girdiler. İçeride sızmış kalmış üç beş adamla kasanın başında uyuklayan barmenden başka kimse yoktu. Bir masaya oturdular. Bir ara Lucianno'nun gözü masanın yanındaki aynaya ilişti. Hapisten çıkarken yaptığı gibi yeniden mırıldandı, "vay bee". Saçları bembeyaz olmuştu, yüzü buruş buruştu. Yaşlanmıştı Lucianno. Tebessümüne aradan sızan birkaç damla gözyaşı karıştı. "barmen bize iki bira getir" diyebildi titrek bir sesle. Barmen yerinden fırlayıp biraları getirdi. Bir adamın iki bira istemesinin sebebini bilmiyordu. Bilmesi de gerekmiyordu, bilmek de istemiyordu zaten. Biraları bıraktı ve kuş tüyü kasasına geri döndü.
Lucianno omzundaki dostunu bardağın içine attı. İçtiler.. Tito da içti. İçtikçe keyiflendiler. Bir ara Tito, bardaktan fırlayıp masanın üzerinde dans etmeye başladı. Elini yüzüne koyup masanın üzerine abanmış olan Lucianno büyük bir gururla kendi yetiştirdiği dostunun dansını izledi. Bir an durdu ve "ne günlerdi be Tito" dedi. Dertleştiler, biraz sonra yine dans etmeye başladı.
Tito dans ediyor, Lucianno korkunç bir keyifle bu muazzam manzarayı izliyordu. Bunu mutlaka birilerine anlatmalıydı. İyi bir şey yapmanın belki de en keyifli yanıydı onu biriyle paylaşmak. Ama Lucianno bu keyfi 17 sene hiç yaşamadı. Özgürlüğünün bu birinci gününde yıllarca gizli tuttuğu bu büyük ve onur verici sırrı birileriyle paylaşmalıydı.
Etrafına baktı. Barmenden başka kimse yoktu. "barmen, barmen!" diye seslendi.
Barmen yarı uykulu, Lucianno'nun masasına geldi. Lucianno dans eden Tito'yu işaret ederek, büyük bir heyecanla "barmen şuna bir baksana, şuna bir bak..." dedi.
Barmen sessizce parmağını Tito'nun üzerine götürdü.
"çok affedersiniz beyefendi" diyerek karıncayı ezdi..
 
    

 
TUZLU KAHVE...

Kıza bir partide rastlamıştı...Harika bir şeydi... Ogün peşinde o kadar delikanlı vardı ki...Partinin sonunda kızı kahve içmeye davet etti...Kız parti boyu dikkatini çekmeyen oğlanın davetine şaşırdı; âmâ tam bir kibarlık gösterisi yaparak kabul etti...Hemen köşedeki şirin  kafeye oturdular. Delikanlı öyle heyecanlıydı ki, kalbinin çarpmasından konuşamıyordu...Onun bu hali kızın da huzurunu kaçırdı..."Ben artık gideyim" demeye hazırlanırken delikanlı birden garsonu çağırdı..."Bana biraz tuz getirir misiniz" dedi..."Kahveme koymak için.."  Yan masalardan bile şaşkın yüzler delikanlıya baktı...Kahveye tuz!. Delikanlı kıpkırmızı oldu utançtan; âmâ tuzu kahvesine döktü ve içmeye başladı...Kız, merakla ;"Garip bir ağız tadınız var "dedi...Delikanlı anlattı:
"Çocukken deniz kenarında yaşardık. Hep deniz kenarında ve denizde oynardım...Denizin tuzlu suyunun tadı ağzımdan hiç eksilmedi. Bu tatla büyüdüm ben...Bu tadı çok sevdim...Kahveme tuz koymam bundan...Ne zaman o tuzlu tadı dilimde hissetsem, çocukluğumu, deniz kenarındaki evimizi ve mutlu ailemi hatırlıyorum...Annemle babam hala o deniz kenarında oturuyorlar...Onları ve evimi öyle özlüyorum ki..." 
Bunları söylerken gözleri nemlenmişti delikanlının. Kız dinlediklerinde çok duygulanmıştı. İçini bu kadar samimi döke, evini, ailesini  bu kadar özleyen bir adam, evi, aileyi seven biri olmalıydı. Evini düşünen, evini arayan, evini sakınan biri...Ev duygusu olan biri...Kız da konuşmaya başladı...Onun da evi uzaklardaydı...Çocukluğu gibi...O da ailesini anlattı. Çok şirin bir sohbet olmuştu...Tatlı ve sıcak...Ve de bu sohbet, öykümüzün harikulade güzel başlangıcı olmuştu tabii... Buluşmaya devam ettiler ve her güzel öyküde olduğu gibi, prenses, prensle evlendi. Ve de sonuna kadar çok mutlu yaşadılar...:)
Prenses ne zaman kahve yapsa prensine içine bir kaşık tuz koydu, hayat boyu...Onun böyle sevdiğini biliyordu çünkü 40 yıl sonra, adam dünyaya veda etti. "Ölümümden sonra aç" diye bir mektup bırakmıştı sevgili karısına...Şöyle diyordu, satırlarında: 
"Sevgilim, bir tanem...Lütfen beni affet...Bütün hayatımızı bir yalan üzerine kurduğum için beni affet. Sana hayatımda bir kez yalan  söyledim...Tuzlu kahvede...İlk buluştuğumuz günü hatırlıyor musun?...Öyle heyecanlı ve gergindim ki, şeker diyecekken "Tuz"  çıktı ağzımdan...Sen ve herkes bana bakarken, değiştirmeye o kadar utandım ki, yalanla devam ettim. Bu yalanın bizim ilişkimizin temeli olacağı hiç aklıma gelmemişti. Sana gerçeği anlatmayı defalarca düşündüm. Ama her defasında korkudan vazgeçtim. Şimdi ölüyorum ve artık korkmam için hiçbir sebep yok...İşte gerçek...Ben tuzlu kahve sevmem garip ve rezil bir tat...Ama seni tanıdığım andan  itibaren bu rezil kahveyi içtim. Hem de zerre pişmanlık duymadan...Seninle olmak hayatımın en büyük mutluluğu idi ve ben bu mutluluğu tuzlu kahveye borçluydum. Dünyaya bir daha gelsem, her şeyi yeniden yaşamak, seni yeniden tanımak ve bütün hayatımı yeniden seninle geçirmek isterim, ikinci bir hayat boyu daha tuzlu kahve içmek zorunda kalsam da..." 
Yaşlı kadının gözyaşları mektubu sırılsıklam ıslattı...Lafı açıldığında bir gün biri, kadına "Tuzlu kahve nasıl bir şey "diye soracak oldu...
Gözleri nemlendi kadının; "Çok tatlı..."dedi... 

 (alıntı)
    
 
  
25’li yaşlar:

25 yaşına girdiğimde kendi kendime şunu demiştim. ‘bu yaşın tadını çıkar!’ Neden bilmiyorum, en güzel yaşın 25 olduğuna inandırmıştım kendimi. Ne istediğini bilecek kadar olgun, aynı zamanda genç, enerjik, neşeli bir yaştı.
Her gün “Gününü iyi değerlendir, bu yılı çok özleyeceksin.” diye kendime işkence ediyordum. 30’lu yaşlar kâbusumdu o günlerde ve 25’den sonra zamanın çok çabuk geçeceğini düşünüyordum.
Tabii bu kadar baskı ve her güne damgasını vuracak bir olay peşinde koşmaktan 25 yaşımın tadına doyamadan çabucak geçti.
26. yaş günümün önemli bir hatırası da kardeşimin cebindeki son parası ile bana aldığı hediye oldu. Hem çok beğenmiştim hem de cebindeki parasını son kuruşuna kadar harcaması beni çok duygulandırmıştı. Parası az olan bir insanın verdiği değer ile zengin bir insanın verdiği değer arasında büyük fark olduğunu bildiğimden o günü hiç unutmuyorum. Her ne kadar abisinin kendisine çok daha fazlasını harçlık olarak vereceğini tahmin etme olasılığı yüksek olsa da, kendisini takdir etmiştim.
İşe girdikten sonra aldığı, pahalı ve çok zevkli hediye de hâlâ dolabımdadır.

30’lu yaşlar:


Çok uzun süreler otuz yaşın ne kadar korkunç bir yaş olduğuna, 30 yaşına girdiğimde hayatımın sona ereceğine bayağı inandırmıştım kendimi.
Hâlbuki hiç de korktuğum gibi olmadı. Kendimi yaşlı hissetmiyordum, üstelik bir yaştı. Kendisinden hem on yaş küçük, hem on yaş büyük kadınların gözdesidir 30’lu erkekler.
Genç kadınlar kendilerinden olgun, kariyer sahibi, özgür, kendi ayakları üzerinde durabilen akıllı erkeklere bayılırlar.
Aynı şey kırk yaşları civarında kendinden küçük erkek arayan kadınlar için de ideal bir yaştır, ne çok kendini bilmez, nede yaşlı.

40’lı yaşlar:

Henüz (on sene önce olsaydı “henüz” kelimesini kullanamazdım haliyle) otuz yedi yaşındayım hem kırk yaş çok güzel bir yaştır, bir erkeğin hayatının doruklarıdır.” artık yaşımın kırklara yaklaşmasının bir etkisi var mı bilmiyorum ancak kırk yaşından eskisi kadar korkmuyorum. Daha akıllı, olgun ve hayattan ne istediğini bilen, bakımlı bir erkek olacağıma inanıyorum.
Gerçekten öyle mi olacak göreceğiz. Gidişat pek iyi olmasa da 40 yaşın o sihirli değneğine güvenim sonsuz.
Yaşlanmaktan herkes gibi korkuyorum fakat bu konuda sürekli mutsuz olup anı kaçırmamaya da söz verdim. Yirmi iki yaşında genç gördüğümde kendi kendimi “O da bir gün yaşlanacak ve senin hissettiklerini hissedecek.” diye teselli ediyorum. İşe yarıyor çoğu zaman sende dene…
Herkes yaşlanacak...
Önemli olan elinizden geleni yapmak, hayatınızı istediğiniz gibi dolu dolu geçirebilmek, gerisini düşünüp kendinizi üzmenizin bir faydası yok, sadece size daha çok kırışık olarak dönecektir. (Alıntı)
 
    
 

 
 
 
 
M U S T A F A B İ L G İ N
Ohal Bölgesinden Kareler
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol