"Dikkat Önemli"
'' O ğ u z 33 '' T i m i 90'lı Yıllarda Terörle Mücaadelenin İçerisinde Yer Almış, Dillere Destan '' O ğ u z 33 '' Timin Yaşadıklarını Anlatan Sitemize Hoş geldiniz, Sizleri Burada Tutabilmek İçin, Yapılması Gereken Her Şey Yapıldı, Umarım Kaldığınıza Değer...!!!>'' O ğ u z 33 '' T i m i
   
  ‘Oğuz33’ Timi
  İSTANBULLU SELAHATTİN Ç.
 
"yiğit kişiler en mutsuz insanlardır,
 kimi zaman"
bir uzman çavuşun anıları
 
Tim komutanı İstanbullu Selahattin Ç. asteğmenimiz ile ilgili,
 yaşadığım anılarım:
 
Selahattin asteğmenimiz İstanbullu olup, üniversite mezunuydu, şamata ve mizahı çok severdi, muazzam bir espri kabiliyeti vardı, konuştuğu zaman, adeta dikiş makinesi gibi, seri ve son sürat konuşurdu, hepimizle şakalaşır, en daraldığımız olumsuz zamanlarımızda dahi, esprilerini pür neşe içerisinde patlatarak, bizlere takılmaktan geri durmazdı.
Kompleksli olarak hep gördüğü, subay ve astsubayla, arası pek iyi olmadığından, genelde askerle içiciydi ve onlara daha çok yakın dururdu.
Mehmetçiği sever ve kollardı, onları coşturmak içinde, her şeyi yapardı, haliyle aradaki üstlük astlık mesafesi, kendiliğinden kapandığından, bizlerde hiç çekinmeden kendisine takılırdık, bu özelliğinden dolayı, tim komutanları içerisinde, en sevilenin, her zaman başında geliyordu.
Kendisinin bulunduğu yerde bela geliyorum demez, tam tersi gider belanın alasını ve belanın kralını, eliyle koymuş gibi bulurdu, o derece deli dolu biriydi, kendisi de bu durumunu, öyle kabul etmiş olmalı ki, hep;
           —akıllısı beni bulmaz, akılsızı gö...’den ayrılmaz diye, söylenip dururdu.
Tüm bu özelliklerinden ve bil hasada, arazide sergilemiş olduğu sıra dışı, kendine has hareketlerinden dolayı, askerlerce bu astekimize;
           —kontak sakat anlamına gelen, kafadan çatlak, lakabını takmışlardı.
Yeri geldiğinden, havası ve neşesi yerinde olduğu anlarda, özelliklede aylarca süren zorlu operasyonlarda, geçmek bilmeyen sıkıcı zamanlarda, hemen muzip bir hareketiyle, mevzii yerini canlandırır ve askeri neşelendirmesini bilirdi, o derece eli kolu, rahat durmayan ve her yerde serbestçe, bir başına dolaşan, kural tanımaz bir tim komutanıydı.
 
                 Selahattin asteğmenim ve köy operasyonları 
"cesaretiniz yoksa,
 bu zalim ve dumanlı dağlara mahkûmsunuz" 
 
{1}
 
"bazen anlatabilmek için,
 SUSMAK gerekir"
Yine uzun süren bir operasyonda, kavurucu çöl sıcağıyla, adeta ölmeden insana küçük bir cehennem azabını, yaşatan ve sivrisineğin bol olduğu, sıcak bir yaz gecesi 4-5 arkadaşla birlikte arazideki üst bölgemizde işgal etmiş olduğumuz mevzii yerlerimize, gecenin siyahını her yeri sarıp sarmaladığı bir vakitte, Selahattin asteğmenimizin, devriye ayağına, tıpkı bir karabatak gibi gelip, yanımıza ansızın sokulmasıyla ve akabinde, kısa bir muhabbetten ve memleket havadislerinden sonra, pantolonun yan cebinden çıkardığı bir cismi, tıpkı ürününün reklamını ve pazarlamasını yapan bir işportacı edasıyla, gözlerimize sokarcasına bizlere göstererek;
           —arkadaşlar bu elimde görmüş olduğunuz tüpü, İstanbul’dan getirdim,
           —yüze, ele ve özelliklede dudak bölgesine yedirmek suretiyle, bolca sürüldüğünde, mucizevî bir şekilde harika işler yaratıyor, 
           —sivrisinek ve karasinek mümkün değil, bu ilacın kokusundan sonra insana yanaşamıyor,
           —diğer adı da sineksavardır, o derece etkili süper bir ilaçtır, 
           —alın hayrıma sizlerde deneyin diye,
tüpü arkadaşlarımızdan birinin eline tutuşturduktan sonra, g…nü silkeleye silkeleye mevziimizden çıkar, gözden kaybolurdu.
Çok geçmeden de, tüpün üzerine adeta sazan gibi, balıklamasına atlar, bir an önce, lanet sivrisinek ısırıklarından ve özelliklede, insana kâbus gibi gelen, hatta kendi yüzümüze; tıpkı hasmımıza attığımız, osmanlı tokadı gibi, sille atmamıza neden olan, vııızzz edici iğrenç seslerden kurtulabilmek için, asteğmenimizin belirttiği şekilde, bu ilacı sırayla kullanırdık ve sabahın ilk ışıklarıyla, gecenin bir karanlığında şifa niyetine yüzümüze, elimize ve dudaklarımıza rastgele sürdüğümüz, bu sineksavar ilacın, sonradan kırmızı bir ruj olduğunu anladıysak ta, artık iş işten geçtiğinden ve tıpkı birer, palyaçoya döndüğümüzden, muzip asteğmenimizin diline düşmekten, bu saflığımız yüzünden kurtulamamıştık.
"her gün cenaze her gün şehit,
 bunların sebebi ne ola ki?" 
 
{2}
 
"teröristle terörist gibi mücadele edilir,
 eğitimlerde ot ve izmarit toplayan askerle değil"
92 yılında sınır ötesindeki zap bölgesine, düzenlemiş olduğumuz operasyonun ilerleyen safhalarında, Selahattin asteğmenimizin, görevlendirildiği mevziilerdeki timine, malzeme ve kumanya götüren, devrem Adem Ö. ve beraberindeki on kadar askerin, güç şartlar altında bu erzakı sırtlarında taşırken, beyaz torbaların görüntü vermesi ve yanlış bir anlaşma sonucu, başta asteğmenimiz olmak üzere, timin geri kalanı, çok acele bir kararla;
—Allah ne verdiyse aşka gelip, iman gücüyle bu arkadaşlarımızı terörist zannedip, kurşun yağmuruna tutmuşlardı, hatta bir askerimizi, karnından dahi vurmuşlardı, bereket versin vurulan askerimizin durumu iyiydi.
Bu dost ve bu kardeş ateşi sonucu, neye uğradığını şaşıran, devrem ve beraberindekiler, küfürler içerisindeki seslerini duyuramadıklarından, sağa sola kaçışarak, düşmeler ve çarpmalar sonucu, oluşan ufak tefek
yaralanmalar ve sıyrıklar haricinde, bir yaralı vererek, o gün, o kurşun yağmuru altında, canlarını bu gözü dönmüş, asteğmenimizin timinden zor kurtarmışlardı.
Tabii koca timin, birkaç günlük kumanyası da, tek taraflı geçen, bu silahlı çatışma sonrasında, boş yere sağa sola dağılarak, bir yerde heba ve ziyan olmuştu,
—kimi malzeme bir kayanın dibine askerimizce öylece bırakılmıştı,
           —kimisi de, kurda, kuşa ve teröriste yem ola bilmesi için, kendi kendine çevreye saçılarak ve uçurumlardan yuvarlanarak, aşağılara düşmüştü.
Selahattin asteğmenimiz, tüm bu yaşananlardan habersiz olmalı ki, çok geçmeden;
tim açlıktan kırılıyor,
           —niçin mevziilerimize, kumanya ve su göndermiyorsunuz?
diye, telsizden acı acı feryat figan çağrılar yapmıştı.

                               
Operasyonlardan bir kare
"nasıl bir mücadele içerisinde olursan ol,
adı savaş ise, kazanamasın, adı barış ise, kaybedemesin" 
 
{3}
 
"bir zılgıtta, bir çığlıkta,
 sen haykır"
90’lı yıllarda, büyük bir ivme ile yükselişe geçen ve beraberinde de, karakol baskınları ve şiddeti getiren, terör olaylarına müdahale etmek için, sürekli operasyon üstüne operasyon, icra ettiğimizden ve 24 saat teyakkuz durumunda hazır bekletildiğimizden, arta kalan zamanlarımızı genelde silah bakımlarıyla geçirirdik. Böylesi yoğun geçen bir operasyon hazırlığı öncesi, içerisinde bulunduğum "oğuz33" timin, taburdaki atış alanında, silah ve teçhizatın gerekli olan, nişangâh ayarlarını yaptığım bir esnada, Selahattin asteğmenimiz, yanıma gelerek;
—bakalım nişangâh ayarlarını yaptığın silahlar, ne derece hedefte etkili oluyor, demesi üzerine,
—komutanım bu konuda, daha önceki atışlarda olduğu gibi, yine kendime güveniyorum ama sizde iyi bilirsiniz ki;
atmayan silah yoktur kullanmayı bileceksin,
           —gönlünü alamayacağın hatun yoktur istemeyi bileceksin,
şeklindeki, diyalog ve şamata dolu muhabbetten sonra, elini omuzuma atarak;
—delisuvarı seninle tekrardan bir iddiaya girelim, 
           —üç atış yapacağız, üçte iki yapan çarşı izninde, dört dörtlük bir yemek kazansın,
           —varmısın yok musun,
şeklinde ki, bu teklifine hiç çekinmeden, hemen;
—varım komutanım diyerek,
25 mt atış poligonuna giderek, üçer tane sigara diktik, vurmak için.
Timimin tezahürleri içerisinde, önce ben atışlarımı yapmak için, yere yattım ve vurmam gereken, üç sigarayı da vurarak, üçte üç yaptım.
Sıra asteğmenimize geldiğinde ise, bölüğümüzün terzisine ya da, çarşı esnafına yaptırmış olduğu, kendi özel tasarımı olan şapkasından, göz bandajından ve kola destek sağlayan kemerinden oluşan donanımıyla, atışlarına başlamak için, yere uzandı.

                                        Atışlardan kareler
 
"biz bu ülkeyi,
 karşılıksız sevdik" 
 
{4}
 
"komandolar mertdir,
 PKK’nın başına dertdir"
İlk atışında sigaranın bir tanesini, değim yerindeyse toz duman ederek uçurdu, zor bir atıştan sonra, yorulmuş olmalı ki, uzandığı yerde bir müddet, dinlendi ve akabinde, körlemesine ikinci atışını yaptı ama bu defa
ki, atışı boşa gitmişti, yani asker değimiyle; karavana olmuştu.
Sanırım Selahattin asteğmenim, bu seferki atışında, nefes kontrolünü ya da, tetiği ezme olayını, iyi ayarlayamadığından veya konsantrasyonu bozulduğundan, bu atışı iyi yapamayarak boşa sallamıştı.
Artık kaybettiğinden olsa, asteğmenim son atışını yapmayarak, gidip sigaraları alıp birini yaktı, diğerini ise, kulak arkası yaptı, sonra da kendisi kazanmış gibi, tatlı ve içten bir tebessümle, yanımıza gelip;
—siz böyle vurun, gözümün yağını yiyin, yemek ne ki, helali hoş olsun,
           —yeter ki, attığınızı devirin diyerek, beni tebrik edip kucakladı.
Aslında bu kendisine üstünlük sağladığım, ilk galibiyetim değildi, daha önceleri de, birkaç kez böylesi durumlar sonucu, çarşı iznine çıktığımızda, yemeğini yemiştim ama hatırladığım kadarıyla birlikte çıktığımız başka bir operasyon sırasında, arazideki tarla faresini, tek atışta patlatması sonucu, benden en son, yemeği o kazanmıştı ama kısmet olmamıştı, o yemeği asteğmenime ısmarlamak, çünkü başka bir çatışmada vurulduğumdan, kendisine olan yemek borcumu ödeyememiştim.
Netice de; bileğimizin hakkı ile ve alnımızın teriyle, kazanmış olduğumuz yemeğin, muhabbetini daha kendi aramızda yapıyorduk ki, hiç beklemediğimiz bir durumda, bölük komutanımız, tim komutanlarını, ivedilikle odasına toplamasıyla ve akabinde de;
—gelen mesajla, şafakta Cizre bölgesine operasyon var, tüm hazırlıklarınızı tekrardan gözden geçirin, emrinden sonra, kazandığımız yemeğin keyfini ve sefasını fazlada sürmeden, o gün erkenden yattık.
"ayaklar baş oldu ya rabbim,
 daha ne ayak kokuları alacağız"  
 
{5} 
 
"elinizde silah olduğu sürece,
 bizimde elimizde silah olacak"
Ve sıcak bir yaz gününün şafağında, beraberimizdeki ağır silahlarımızla, araçlarımıza binerek yola koyulduk, sanki timlerin bu denli full kuşanması, düşmana karşı; 
            "topyekûn önlemler ve topyekûn yok etmek"
kapsamında, cizre ilçesine böylesi büyük bir operasyon, icra edecektik.
Yaklaşık 2-3 saatlik kavurucu, bir araç intikalinden sonra, malum bölgeye ulaştık ama icra edeceğimiz bu kapsamlı operasyonun, diğer ayağını oluşturacak birliklerin, zamanında üstlerinde çıkış yapamadıklarından, önceden planlanmış bu harekât için, taburumuzca herhangi bir icraat yapılamadı, bu elimizde olmayan sebeplerden ötürüde, birkaç gün Cizre’deki, tankçı taburunda kalmak zorunda bırakıldık.
Geçici olarak konuşlandırıldığımız, tankçı taburu bölgesinde rutin işlerimiz olan, silah bakımları ile arazi arama eğitimleri ve bunlarla birlikte artan işlerden, fırsat bulunduğu takdirde, 2-3 saatlik bir zaman aralıklarıyla, timler halinde askerlere, beyde bey çarşı izinleri yaptırılırdı.
Böylesi bir çarşı izinin ardından, Selahattin asteğmenimiz bir şekilde çarşıda tanışıp, konuştuğu ve daha sonrada, kolundan tutuğu gibi, adamı beraberinde bulunduğumuz, üst bölgemize getirmesiyle, dinlenme ve uyku şeklinde geçen günlerimiz, bu meçhul adamın varlığıyla, birden hareketlenmeye ve birden, askerlerin koşuşturmasına vesile olmuştu.
Devletine hayırlı bir evlat olabilmesi için, bölge yatılı okulunda yatlı kalırken, kayıplara karışan çocuğunun izini sürerek, tıpkı bir dedektif gibi yılmadan, her türlü uğraşı veren ve bunun içinde, çalmadık kapı bırakmayan ve aynı zamanda, PKK’nın zoruyla, silah bıraktırılan eski bir koruyucu ailesinden gelen, bu yüreği yaralı babanın gözyaşları içerisinde, yarbayımıza vermiş olduğu bilgilerden sonra, kendisi o gece, selahattin asteğmenimizin çadırında misafir edildi.
"kim verdi elimize bu silahları,
 kim düşürdü bu hale bu insanları" 
 
{6}
 
"iş makinelerini yakan ağaları beyleri gördük,
 boğaz tokluğuna çalışacak kul köle ve ırgatları olsun diye"
PKK tarafından kandırılıp kaçırılan, 16 yaşındaki gencin, acılı babasının vermiş olduğu, önemli bilgiler ve diğer bazı bilgi ile duyumlardan oluşan tüm bilgiler, komutanlar tarafından titizlikle masaya yatırıldıktan sonra; ünlü
Bestler-Dereler bölgesinden, 5’şer 10’nar şeklinde çıkılarak, özelliklede Diyarbakır’ın kuzey kesimlerine eylemler yapmak için, gelen grupların son hazırlıklarını, yaptığı kamp yerinin olduğu kanısına varıldı.
Derlenen bu çalışmalar ışığında, bir tarafı Beytüşşebap, bir tarafı kel Mehmet dağı, diğer yamacı ise, zirvesi sürekli karlı büyük bir dağ olan, herekolla çevrili ve ormanlık alanın, bir hayli fazla olduğu, kamp yerin deki grubunun, etkisiz kılına bilmesi için, yarbayımızın emir komutasında, anılan bölgeye, özel bir operasyon düzenlenmesi için, düğmeye basıldı.
Sabahın ilk ışıklarıyla, iki skorsky helikopterin, bizim 3. Bölük timlerini, kamp yerindeki tepecik diye, tabir ettiğimiz grup gözcülerine, herhangi bir görüntüsünün yansıtmaması için, daha gerilerden, bölgeyi kontrol edebilecek bazı hâkim noktalara bırakmasıyla, operasyonumuza başladık.
Gizlilik ve sızma şeklinde geçen, zorlu intikalimizden sonra, bölgedeki bir sığınak çevresinde ilk sıcak temasın sağlanmasıyla, buralarda mevzilenen bir kısım terörist, kaçmaya çalıştıysa da, çatışmalar sonucu, bu teröristler, kısa bir sürede, silahlarıyla birlikte etkisiz hale getirildi.
Sığınak içerisinde başka teröristlerin olduğunun, anlaşılması ve havanın da kararmasıyla, yarbayımız, Cizre’deki üst bölgesinde kalan taburumuzun diğer 2 bölüğünde, takviye amacıyla bölgeye getirtip, konuşlandırılmasının ardından, olay yerine sevk edilen, bu bölüklerimizle birlikte, yorucu bir çalışma ile sığınak ve çevresini, kuşatma altına alarak, beklemeye koyulduk.

          
Operasyon bölgesine uçar birlik harekâtından kareler
 
"ben adı konulmamış sebepsiz bir o kadarda gereksiz,
 bu savaşın kurbanıyım, sorumlusu değil"   
 
{7}
 
"benim anam ağlayacağına,
 onun anası ağlasın"
Timler sabaha kadar, sığınağı gözetlemeye devam ederek, teröristlerin kaçmasına fırsat vermedi, bu faaliyetler sırasında, zaman zaman devam eden, kısa aralıklı çatışmalar yaşandıysa da, oyalamaya yönelik bazı direnmeler gösterildiyse de, bölge kuşatma altına alındığından, tüm teröristler bu yaşanan silahlı çatışmalar sonucu imha edilmişti.
Detaylı bir arama ve tarama faaliyetinden sonra, kamp yerindeki;
banyo, tuvalet,killer, mutfak, yaşam alanı, jeneratör, doküman, ve özel oda şeklinde oluşan sığınağın ortaya çıkarılmasıyla, hiç vakit kaybedilmeden, bazı malzemelerin dışarı çıkarılmasından ardından, örgütün bu sığınağı, tabiri caizse örgütün, yeraltına büyük zahmetlerle inşa etmiş olduğu bu gizli sosyal tesisleri, timlerce yerle bir edilerek, kullanılamaz hale getirilmişti, hatta bu imha faaliyetleri sırasında, Selahattin asteğmenimiz;
—kararmış tencere ve kararmış demliklere, zarar vermeyin,
—onların içerisinde, pişirdiklerini yiyip içsinler ki, bir an önce, kanser olsunlar diye, bazı erlerimize, gırgır şamata içerisinde takılmıştı.
Örgüt tarafından, çocuğu kandırılıp kaçırılan bir babanın, vermiş olduğu bilgiler doğrultusunda, birliklerimizce her ne kadar, kayıp verilmeden başarılı özel bir operasyon, bölgeden çıkardıysa da, her ne kadar, çok sayıda kanlı eyleme katıldığı tespit edilen gurubun tamamı, silah, teçhizat telsiz ve yaşam malzemesi ile birlikte, etkisiz hale getirilerek, ele geçirildiyse de, söz konusu çocuğunda, Selahattin asteğmenimizin, uğraş ve çabaları sonucu, teşhis edilmesi için, olay mahalline getirilen, acılı babasının çocuğunu tanımasıyla, bu operasyon sırasında, üzerindeki teçhizat ve silahıyla birlikte, göğsüne almış olduğu kurşunlar sonucu, ölü olarak ele geçirildiği anlaşılmıştı.
            Akabinde de, çocuğun cenazesi, gözü yaşlı bu yüreği yanık acılı babaya, teslim edilmişti, sesiz sedasız gömülmesi için.
 
 
Sığınaklarından çıkan malzemeler ve etkisiz kılınan teröristler(Şırnak)
"napalmı abi öldürüyoruz işte,
 ben vurmasam o beni vurup, anamı ağlatacak"  
 
{8}

"%50 Türküm, %50 Kürdüm, %100 insanım
 ama en önemlisi ise, elhamdülillah Müslümanım"
Ne zaman ve nereye, yapacağımız bu geniş çaplı operasyona, bir türlü başlayamamış ve neticesinde de, yaşanan bu olumsuzluk karşısında, mecburi olarak üst bölgesi olarak, konakladığımız ve avuç içi kadar, bir tepeye
konuşlandırılmış, Cizre tankçı taburuna, yedi yüze yakın askerimizle birlikte, günlerce sıkışıp kalmıştık.
Bu birlikte, bizlerden artık rahatsız olmuş olmalı ki, bir yerde haklı olarak, bizleri taburlarında görmek istemiyorlardı, bir an önce, bölgelerini terk etmemiz için, her şey yapılıyordu, hatta göreve çıkacak misafir askerlerin tabur bölgesinde; dolaşılmasını dahi yasaklamışlardı, sadece taburun; kantin ve çay ocağını serbest bırakmışlardı, birde özellikle gece, sağa sola pusu faaliyetleri için görevlendirilmişti.
Tankçı taburunda, bir yerde zoraki kalmış olduğumuz üst bölgemizdeki, bu birkaç günlük süre zarfında, kimi arkadaşlarla kendi aramızda yaptığımız muhabbetlerde, konu bir şekilde dönüp dolaşıp, bir türlü başlanılmayan, bu kapsamlı operasyona geliyordu, dolayısıyla yoksa yine; 
           —sınır ötesine operasyon mu ?
düzenleyeceğiz diye, bir korkuyu da, bu gibi koyu sohbetler sırasında, içimizde hep taşıyorduk.
Doğrusu böylesi bir sınır ötesi operasyonunu, hiç birimiz istemiyorduk, hiçbirimiz daha önceki, sınır ötesine düzenlenmiş olduğumuz, operasyondaki belaları, çetin dağ başlarında geçen, onca zorlukları çekmek istemiyorduk, ondan böyle bir operasyona, hiçbirimiz razı ve gönüllü değildik, ayrıca da, açıktan dua ediyorduk, böyle bir operasyonun düzenlenmemesi için.
Çünkü uzun süren bu tür operasyonlar, ohal bölgesinde icra edilen, diğer operasyonlara nazaran, asker açısında, hep zorlu ve hep sıkıntılı geçmiştir, acıları, çileleri ve cefaları, hep dayanılmaz olmuştur.
"mal lı içida malê nabe. –
 ev içinde ev olmaz"  
 
{9}
 
"ülkemdeki, gençlerin kanından ve geleceğinden beslenen,
 bu savaş, ne zaman bitecek?"
Görev yaptığımız yıllarda, yaşadığımız en büyük, felaketler ve en büyük kayıplar, hep bu gibi, operasyonlarda başımıza gelmiştir, elbette ki, zorluk ve tehlike, bu tür silahlı mücadelenin doğasında olan bir durumdu, mutlaka bununda bir bedeli vardı, haliyle bu durumu da, kendi aramızda, normal olarak kabul ediliyorduk.
Çünkü sınır ötesindeki kamplarda, gözünü kan bürümüş, PKK’lı teröristlere doğru zor yerlerden, yürüyecek ve intikal sırasında yolumuz üzerine, haince atmış oldukları pusularından ve ölüm bölgelerinden geçecektik ve bunun sonucunda da, beraberimizdeki ağır yüklerimizle, günlerce en zor ve en güç yerlerden, yürüyerek peşlerine düşüp, onları her kayanın arkasından ve her taşın altından, bir bir arayıp, bulacak ve canımız pahasına da, olsa bulduklarımızı imha edecektik.
dönüşte kaçımız oralarda kalacaktı? 
          —acaba kaçımız yara bere içerisinde, sağa sola bir bir savrulacaktık?
diye, bir endişeyi de böylesi sınır ötesi operasyonlar öncesinde, hep içimizde taşırdık.
Cizre tankçı taburundaki, konaklama ve yer sorunundan dolayı, taburumuza bağlı birliklerden, en az bir ya da, iki bölük sürekli araziye çıkardı, böylesi bir faaliyet sonucu, kömür ocaklarında 24 saatlik bir görevlendirme için, sabahın ilk ışıklarıyla anılan bölgeye, bir kısım araç intikali, geri kalan kısımda, yaya intikali şeklinde olmak üzere, kömür ocaklarının bulunduğu bölgeye, teröristlere karşı pusu faaliyetlerini icra etmek maksadıyla, büyük bir gizlilikle içerisinde konuşlandırıldık.
Doğanın karşımıza çıkardığı, bir takım zorlukları fiziksel ve zihinsel güce dayalı bir performansla, vukuatsız bir şekilde aşıp, konuşlandırıldığımız bu bölge, tıpkı dolambaçlı kabak bir tepenin, yer yer geniş düz bir sırtı gibi görünse de, kamufle olabilmek için, çok müsait bir bölgeydi.
 
                             
Operasyon bölgesinden kareler
"öle ya da böle, bu barış sağlanmalı
 ama ilk önce, bunu birileri algılamalı 
 
{10}
 
"yaşamın ölüme olan,
 kesin yolculuğu başlıyor"
Çevrede topladığımız taşlardan, tüm gün kalacağımız mevzii yerlerimizi kendimiz yaptıktan sonra, kumanyalarımızı açtık, çilingir sofrasını andıran türlü türlü konserveler, ekmek, tuz, çay ve meyve sularımız vardı, birde soğan kırdık, bu güzel kahvaltıdan sonra, elbiselerimizdeki yırtık söküklerini diktik, iç çamaşırlarımızdaki bit sirkelerini, ayıklayarak temizledik, mevzii içerisinde yapılan bu idame, timlere iyi gelmiş olmalı ki, çok geçmeden birbirimize ziyaretlerimiz oldu, kendi aramızda, gülüp şakalaşmaya ve güzel koyu muhabbetler, etmeye başladık.
Böylesi bir sohbet sırasında, Selahattin asteğmenime, dürbün ile izlediğim kömür ocaklarından, fakir gariban köylü vatandaşların, kimisinin kışın ısınmak için, kimisinin de, bu taşıdığı kömürü satmak için, bir yerde yasal olmayan yollardan, katırlarla ve eşeklerle çekmiş oldukları kömürleri işaret ederek;
—komutanım, bu Cizre kömür bizim buralarda çok meşhurdur,
          —oldukça da, pahalı bir yakıttır, 
         —bizde her yıl bu kömürden, birkaç ton alır, kışı geçirmek için sobalarımızda yakarız,
şeklinde geçen sohbetimiz sırasında, asteğmenim bana dönerek, ciddi bir şekilde ve şeytanca bir fikirle;
—keşke amcaoğullarıma, bir haber uçurma durumum olsaydı,
          —üç beş kamyonla buralara getirtip, bu kömürü memlekete satmak için gönderirdim,
           —sizlere de yevmiye verirdim, yükleme yapmanız için diye, dalgasını da geçmeyi ihmal etmezdi.
Netice de; gün bitmiş akşam karanlığı düşmek üzereydi, mevzii yerlerimize. 
         
Güneş batarken her şey zor görünse de, bazen arkasında, muhteşem bir doğa olayını da bırakabiliyordu, böylesi bir manzarayı, sırtlarımızı çantalarımıza dayayarak, arkadaşlarla birlikte, seyre âleme dalardık, karanlık bahtımıza inat, hep aydınlık dolu hayallerimize dalardık.
 
                                 
Operasyonlardan kareler (Şırnak)
"düşüm, kara gecelerden,
canım alırlar ecelsiz 
 
{11}

"bu dağlarda korkuyu da acıyı da,
 bağrımızda saklamasını öğrendik"
Bulunduğumuz yerde, bu doğa olayı, sessiz ve bazen de, vahşi olabiliyordu, her yer sessizliğe bürünmüş ve her şeyin yolunda, olduğu gibi de, görünebiliyordu ama gel gör ki, bu ıssızlık, bazen kâbus dolu, korkulara ve telafisi mümkün olmayan, felaketlere de dönüşebiliyordu, sararmış bir yaprağın hışırtısıyla, bu ürkütücü sessizlik, beraberinde ölümler getirerek, bizleri karanlığın en derinliklerine çekip, facialara da dönüşe biliyordu.
Bölük komutanımızın mevzii yerlerini, kontrol ve devriye amaçlı, tek tek dolaşmasıyla, süre gelen bu dehşet ve ürkütücü, sessizliğin bir anda, kaybolmasına ve akabinde de, yerini bir hareketliliğe ve bir toparlanmaya, bırakması bir olmuştu, adeta üzerimizdeki ölü toprağın kalkmasına, narkozdan çıkarcasına, silkelenmemize ve tekrardan şahlanmamıza, yetmiş ve artmıştı, bölük komutanımızın, karanlıkları ağır ağır yararak gelen hışırtı dolu, bu ayak sesleri.
Bu alışagelmedik garip sessizlikten, elindeki tam donanımlı ve gece görüş cihazlı tüfeğinden, destek alırcasına çömelmiş vaziyetteki, bölük komutanımızı da, bir hayli etkilemiş olmalı ki, gergin ve dalgacı bir ses tonuyla;
—zurnalaraaa, hiç kimse mevziilerde uyumayacak,
          —nedense bu gecenin içerisinde, insanın kanını donduran, bir sessizlik ve bir ıssızlık var,
           —uzun zamandır böylesi bir gecem olmamıştı,
           —dolayısıyla burnuma çok kötü kokular geliyor, 
           —sakın uyumayın, uyuyan adam istemiyorum,
           —şayet bir yakalarsam, onu oylum oylum oyarım.
Bölük komutanımızın, tehdit dolu bu emirleri üzerine, mevziilerimizde gözlerimizi daha da, bir dört açmış ve pür dikkatle, çevremizi dinlemeye koyulmuştuk.
 
                       
Üst bölgesindeki mevziilerden kareler
"barışı çocukların yüreğine işlemek isterdim,
 onlarla büyüsün ve tüm dünyayı dolaşsın diye" 
 
{12}
 
"kim bilir hangi aksam,
 güneşle öleceğim"
Aslında sabahtan işgal etmiş olduğumuz üst bölgemizde, kendi mevziilerimizi elle yaptıktan sonra, güzel bir kahvaltı ile güne başlamıştık, akşamda bizim açımızdan, bir o kadar güzel ve sakin geçmişti, lakin gecenin ilerleyen saatlerinde, aleyhimize olan bu hava, birden tuhaf bir şekilde, yerini garip bir sessizliğe bırakmıştı, sanki insanın genzini yakan bir ölüm kokusu, çevremize yayılmış ve bizleri karanlık bağrına almıştı.
          Öyle ki, dibine düşen yabani bir palamuttun sesine veya ara da, takırdayan herhangi başka bir şeye dahi, pis derecede huylanmış ve haddinden fazla gerginleşmiştik, o derece ortalık berbat ve tuhaf, bir hal almıştı.
Operasyonlarda böylesi durumlar sonucu, nice felaketler başımıza gelmiştir, yanlışlıkla birbirimize ateş açarak, nice facialar yaşamıştık, gerçi operasyon tecrübesi olan, bazı rütbeli askerlerin, tüm bu korkuları aşırı ve anlamsız bulmasından dolayı, gizliden gizliye, bölük komutanına, kızmaktan kendilerini alamıyorlardı, sanki ilk operasyonuymuş gibi, ortamı durduk yerde, bu derece gerdiği ve insanın içine, durduk yerde bu derece, bir kuşkuyu soktuğu için.
Netice de, gecenin ilerleyen saatlerinde, Selahattin asteğmenimiz, mevziiler arasındaki devriyesi sırasında, nöbetçi askerleri ve çevreyi gözetlerken, kullandığı gece görüş cihazına bir görüntü takılmasıyla, diken üstündeki hepimiz, adeta nefeslerimizi tutarcasına, büyük bir sessizlik içerisinde, asteğmenimizin işaret etmiş olduğu mevziilerimizin alt kısmında kalan dereyi, gece görüş cihazıyla dikkatlice gözetlemek oldu.
Bu faaliyetleri yürütürken de;
—durmadan birimimize korkmuş gözlerler ve irkilircesine, anlamsız ve boş boş bakıyor,
          —bir yerde olup bitenlere bir anlam vererek, kendimizce konuyu çözmeye çalışıyorduk.
"asla korktuğunu belli etme,
 çünkü artık ölüm kapındadır" 
 
{13}
 
"bu dağlarda ölüme nikâhlı, yaşama sözlüyüz,
 iki sininde ne olduğunu biliyoruz"
Çok geçmeden de, sırtlarındaki çantalara bağlı bulunan, beyaz su bidonları ile naylon gibi malzeme ve benzeri bazı metal cisimlerin, ay ışığında ışıl ışıl, parlamasıyla kalabalık bir terörist grubun, belki de, birden fazla bir grubun, kol düzeninde kasrik boğazındaki, cudi dağı istikametine doğru ilerlediklerini gece görüş cihazlarında, yeşil yeşil görmeye başladık.
Gece intikali olmasına rağmen, gördüğümüz bu grubun mesafeleri, bir hayli açıktı, öyle ki, bizim gece intikallerimizdeki, mesafenin neredeyse iki katı kadardı, belki de daha fazlaydı.
İlk kez, böylesi kalabalık bir terörist grubunu görmüştük, kimimiz bu gruba elli kişilik, bir grup diyorduk, kimimiz yüz, kimimiz ise, iki yüz falan diyorduk ama oldukça kalabalıklardı, belki de, sayı olarak bizim bölükten daha fazlaydılar, çünkü başı ile sonunu aynı anda görebilmek, mümkün olmuyordu.
Operasyonlarda böylesi bir durumla, ilk kez karşılaştığımız için, elimize geçen bu çok kıymetli fırsatı, en iyi şekilde değerlendirmek istiyordu ve bunu içinde, kaybedecek fazla bir vaktimiz yoktu.
Bulunduğumuz mevziilerimizde, parçalanmış kayalıkların ve bol bitki örtüsünün hâkim olduğu, dere yatağına doğru, nişan almaya başladık, silahlarımızı omuzlarımıza bastırıp, kabzalarını sıkıca bir kavradık, sağ elimizin işaret parmağını, tetiğin boşluğuna oturtup, geriye bir tek;
 "ateş serbest" komutunu beklemeye başladık.
Bu bekleme sırasında, soluk alış verişlerimiz hızlandı, göğsümüz körük misali gibi oldu, gözlerimizi sonuna kadar açmıştı, öyle ki, göz kırpacak kadar, zamanımız dahi olmuyordu, gözlerimizi düşmana dikmiş kulaklarımızı da, ateş komutuna çevirmiş, neler olacak diye, mevziilerimizde kan ter içerisinde, beklemeye başlamıştık.
 
              
Kasrik boğazından ve Cudi dağından kareler (Şırnak)
"bu dağlardan dönen olmuyor,
 bir hiç uğruna ne fidanlar soluyor" 
 
{14}
 
"on tane terörist bir mevziide günlerce bekler ve uyumaz
 ama iki askerimizi bir mevziiye bağlasan tek dakika durmaz"
Sonra neler olduysa, bölüğümüzün diğer timlerinin tuttuğu mevzii yerlerinde, büyük bir çatırtı ile silahlar birden çalışmaya başladı, bu vaka üzerine mevziimizdeki, Selahattin asteğmenimizin ateş açmasıyla, bizlerde dereyi geçmeye çalışan teröristlerin üzerine, var gücümüzle mermi sürmeye başladık, bu durumumuz yaklaşık, birkaç dakika kadar devam etti, akabinde de, aydınlatma mermileri ve havan atışları yapıldı, bu havan atışları her defasında, dere yatağında öylesine korkunç, öylesine büyük bir gürültü ve patırtı ile patlıyordu ki, bir yerde insan zannediyor ki;
—sanki dağlar patlıyordu,
           —sanki ateş kusan dağlar ikiye yarılıyordu.
Yaşanan böyle bir dehşet karşısında; insan ne olacaksa, çabucak olup bitsin istiyor, ölümde yaşamda, çabucak gelsin istiyor, yeter ki, bu cehennemi patlamalar, artık son bulsun diye.
Hatta timimizdeki bir askerimiz, arazide bulup çantasında taşıdığı ve kumanyasıyla beslediği, küçük sevimli bir sincap yavrusuda, patlamalar sonucu meydana gelen bu basınçlara daha fazla dayanamayarak ölmüştü.
Bu kısa süreli çatışmanın ardından, tekrardan gece görüş cihazlarıyla, çatışma alanı taranmaya başladık ve bu gözetleme sırasında, parçalanmış kayalıklar arasında bir görünüp, bir kaybolan bazı teröristlerin, ormanlarla
kaplı dağlık alana, kaçtıklarını tespit ettik.
Bu görüntü üzerine, Selahattin asteğmenimiz;
—komutanım bu çakalları, kovalamayacak mıyız ?
—bu it sürüsünün peşlerine düşmeyecek miyiz?
diye, bağırmaya başladı, asteğmenimizin bu ısrarı üzerine, bölük komutanımız ise;
—hangi birinin peşine düşelim,
—ne olsa yarın öbür gün, hepsi geberip gidecek,
         —ne diye, askerimizi ve kendi canımızı, tehlikeye atalım ki? diye, fısıldadığını duyduk.
 
 
              90'lı yıllardaki bahar aylarında PKK grupların intikalleri
"tir tir titrediğimiz zamanlar da olurdu, ama korkularımıza yenik düşmez,
korkularımıza rağmen, savaşmaya devam ederdik" 
 
{15}
 
"bu dağlarda,
 çığlık atmaya bile fırsat bulamadan, parçalanırsın"
Doğrusu bölük komutanımızın almış olduğu bu karara, hiç birimiz üzülmemiştik, hatta açıktan sevinenimiz dahi olmuştu, zira aşılması oldukça güç, bir arazi ile iç içeydik, gecenin karanlığından birbirimizi vurmamız ya da, birbirimizden irtibatı kopararak bölgede kaybolmamız, işten bile değildi, nitekim de, böylesi çaresiz durumlarda, arazide bölüğünü kaybedip, günlerce başka timle dolaşan, askerimiz dahi oluyordu.
Tek taraflı cereyan eden, bu silahlı çatışmada, aşağıya yuvarlanan bir takım malzeme kayıpları haricinde, timlerde herhangi bir vukuat yoktu, yani bölüğümüzün sayısı tamdı ve bu durumumuzu, muhafaza etmek için, teröristlerin peşinden gitmeyerek, üst bölgemizi terk etmedik, akabin de de, güneşin doğmasını bekledik.
Tekrardan bir sessizlik ve kâbus dolu, bir ıssızlık çöktü karanlık mevziilerimize, zira tehlike hala geçmemişti ve tehlike hala kapımızdaydı, her an düşmanın, bir sızma veya bir intihar eylemiyle, karşı karşıyaydık, deyim yerindeyse, düşman grupları çevremizde, adeta fink atıyordu.
Sonuçta, kâbus gibi, upuzun bir geceyi, kazasız belasız atlatarak, bir şekilde, ölümün kol gezdiği, bu dağ başlarına, doğan güneşi gördük,
—tabii geceden sabaha çıkar mıyız, sabahı görür müyüz?
kaygısını da, hep içimizde bir bir taşımıştık.
Günün ilk ışıklarıyla, hiç vakit kaybetmeden, iki timle birlikte, mevziilerimizden çıkarak, kısa bir intikal ile çatışmaların ve yoğun patlamaların yaşandığı, dere yatağına emniyetli bir şekilde, inmeyi başardık.
Ağaçlarla ve parçalanmış iri kayalıklarla, çevrili dere tabanına, kabaca bir göz gezdirdikten sonra, ilk gözümüze çarpan;
—sanki gece buralarda hiç bir şey, olmamış ve
          —sanki hiç bir şey, buralarda yaşanmamış gibiydi,
  
                        Operasyon bölgesinde patlama anları
 
"yiğitlik,
 inkâra gelmez" 
 
{16}

"ne şehitler verdik vatan uğruna,
 bizde bitmez mehmetçik bu vatan uğruna"
—sanki gece dağların patlamasını andıran, o korkunç ve o ürkütücü patlamaların, hiç biri buralarda olmamış gibi, bir durgunluk ve bir sessizlik hüküm sürmesiydi, bu gördüğümüz manzara karşısında çok şaşırmıştık, asteğmenimizde ummadığı bu manzara karşısında, bir hayli şaşırmış ve gördükleri karşısında, bir hayli canı sıkılmış olmalı ki, etrafındaki herkese sinirlenerek;
—nerede bu pi….lerin leşleri?
—buhar mı oldu, havaya mı uçtu bu çakallar? diye,
köpürerek sağa sola uçan tekmeler savururcasına, çevresindeki askerleri, terslemeye başladı.
—dünya kadar kurşunu, bu taşlara mı sıktık?
           —onca roketi havada mı patlattık? diye, kendi kendine, söylendi durdu.
Netice de, bölgede yapılan arama faaliyetlerinde, dere yatağının bir hayli korunaklı ve sağlam yerlerle dolu olduğunu gördük, gizlenmek ve korunmak için, müsait olduğunu fark ettik, sanki intikali gerçekleştiren gruplar, özellikle bu iki yamaç arasındaki dere yatağını seçmişlerdi, ayrıca, bu aramalar sırasında, birkaç sırt çantası ve teröristlerin arkalarında düşürdüğü, bazı mühimmat ile yerdeki ve taşlar üzerindeki, kan izleri haricinde, bir şey bulamadığımızdan Cizre’ye, dönmek için yola koyulduk.
Bitmek bilmeyen kâbus gibi geçen, upuzun ve kapkaranlık acılı bir gecenin, enkazını ve tüm yorgunluğunu, üzerimizde atabilmek için, azda olsa, kendimizi yeniden toparlayabilmek için, tankçı taburundaki çadırlarımızda, yaşamsal açıdan hiçbir idame ve herhangi bir bakım yapmadan, bölükçe istirahate ve dinlenmeye çekildik, hatta Selahattin asteğmenimizle, öğlenden sonra bir fırsatını bulup, çarşıya çıkarak güzel bir yemek yemeyi bile, düşünmüş ve bunun içinde, kendi aramızda anlaşmıştık.
 
                                      
Operasyonlardan kareler
"yine vakit sabah namazı, kalkın yüce devletinize dua edin,
bu dağlarda bizleri barındırdığı için" 
 
{17}
 
"bu beter dağlarda eğitim ve spor için değil,
 öldürmek ve ölmek için varız"
Lakin asteğmenimiz, dün geceki berbat durumlardan dolayı, o kadar uykusuzdu ki, değil öğlenden sonra çarşıya çıkmayı, akşam kumanyasını dahi yiyemeden, güven içerisinde, korkusuzca ve en önemlisi ise, yerinden hoplayıp zıplamadan, kendine mahsus ayarlamış olduğu, duble gibi mis yatağında, sabahlara kadar asker deyimiyle;
—köpek gibi, deliksizce mışıl mışıl uykusuna, devam etmişti.
Tankçı taburu içerisinde, 24 saat serbest bırakılan asker, güne muazzam ve süper bir kahvaltı ile başladı, içerisinde haşlanmış yumurta, zeytin ve türlü türlü nevale ile dolu olan, bu çok özel kahvaltıdan sonra, bölükçe gerekli olan, tüm silah ve teçhizat bakımlarımızı tamamlayıp, Cizre sokaklarından devam eden, gösteri ve eylemlerden dolayı, Cizre-Şırnak karayolunun emniyeti ve kontrolü için görevlendirildik, daha sonrada araçlarla anılan bölgeye, süratle intikal ettik.
Cizre sokaklarında yakılan lastiklerin, simsiyah kara dumanlarında, gökyüzüne kadar yükseldiğini, yaptığımız bu araç intikalimiz sırasında görebiliyorduk.
Bölüğümüzün iki timi, anılan karayoluna, kendim ve Selahattin asteğmenimizin timlerinden oluşan diğer kalan, iki tim ise;
—"ünlü botan çayının"
çevresindeki bölgeye görevlendirildik.
Yorucu ve güç bir intikalden sonra, kavurucu güneşin tam tepemizde olduğu bir vakitte, anılan bölgeye ulaştık.
Kısa bir keşif ve tertiplenmeden sonra, hemen kumanyalarımızı açmak için, sırt çantalarımıza yöneldik, bu faaliyet sırasında asteğmenimiz sırt çantasında, tıpkı tablama gibi, yuvarlak bir pide ekmeği gibi, kıvrılmış kara bir yılanın olduğunu fark etti.
 
               
Nevroz bayramındaki cizre olaylarından kareler
  
"savaş demek bombalama demek,
 toprakları ormanları yakıp yıkmak olmasa gerek" 
 
{18}
 
"dağlarda yaşadığım acıları,
 bal şeker eyledim yüreğime"
Ne zaman ve ne kadar, bu mahlûkatı sırtında taşıdığı belli olmayan asteğmenimiz, küfürler içerisinde ve var gücüyle, salladığı tekmeyle, çantasını darmadağın etmesiyle, türlü türlü nevalenin, etraflara saçılmasıyla, belki de, iki mt’ye yakın olan, boz karayılanın taşlıklar arasında, kıvrıla kıvrıla sürünerek, kurtulması bir olmuştu.
Peşine düştüğümde, bir insan boyundaki, ağacın üzerinde gördüm,
—"bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın"
hesabıyla, bu yılana, ateş açmadım ama gördüğüm an fotoğrafını da, çekmeyi ihmal etmedim.
Operasyonumuzun ilerleyen safhalarında bölük komutanımız bölgemizde bulunmadığından, asteğmenimiz bir fırsatını ayarlayıp, hemen yanı başımızda bulunan, botan çayına; savunma tipi bir tane el bombası fırlattı, bombanın patlamasıyla tıpkı bir camiinin minare boyunu andıran suların, mızrak misali gibi, hızlıca gökyüzüne doğru yükselmesinden sonra, hiç vakit kaybetmeden, bir tane daha fırlatarak, aynı manzaranın yaşanmasına sebep oldu.
Bu ikinci bombanın, patlamasının hemen akabinde, asteğmenimiz 3-5 askerle aşağı inip, çayın kıyısına vurmuş, çatlamış, patlamış, yarılmış, ödü kopmuş ve sersemleşmiş, dünya kadar balıkları, bir panço içerisine doldurarak, beraberindeki askerlerle birlikte, mevziilere geri döndüler.
O ana kadar, üst üste gelen operasyonların vermiş olduğu, kirden pasaktan ve yorgunluktan dolayı, birbiriyle konuşmayan askerler, bu yaşananlar karşısında, bir yerde gözlerine inanamamış ve hayretler içerisinde kalmıştı.
Tabii bu balıkları ve sonradan yaşanacakları hayal ederek, neşe ve komando naraları atarcasına birbirilerine de, sarılmışlardı.
 
                        Sırt çantasından çıkan boz yılan
"gündüz açız gece açız,
acılar içerisinde kıvrandığımız günler ölümden acı" 
 
{19}
 
"hiç susuz kaldın mı?
 hiç kurudu mu çatladı mı dudakların susuzluktan?"
Çoğu bir insanın eli büyüklüğündeki, bu harika tatlı su balıklarını, timdeki tüm arkadaşlara, bölüştükten sonra; tıpkı bir festival havasında ve tıpkı bir karnaval havasında, bir güzel pişirip, afiyet ve şekerle;
—'elhamdülillah' diyene kadar, tıka basa bu leziz balıkları götürdük.
Asteğmenimizin sayesinde, karınlarımızı doyurduktan sonrada, balıklardan arta kalan kılçıkları da, kürdan niyetine kullanıp, askerlik kebap şeklinde, dalgamızı ve gırgırımızı geçmeye başladık.
Bir operasyondan ziyade, piknik havasında geçen bu unutulmaz coşku dolu ziyafetimizden sonra, şakalaşmalarımız ve güzel muhabbetlerimiz oldu, böylesi bir sohbet esnasında, Selahattin asteğmenim;
—deli süvari, sana olan borcumu, balık ziyafeti çekerek ödemiş oldum, yani seninle fit olduk, artık benden alacağın falan yok, hatta yediğin fazla balıklardan ötürü, senin bana bir yemek borcun oldu demesiyle;
—tamam komutanım, operasyon bitiminden sonra, sana D. Bakır dağkapıdaki surların dibinde, bir ciğer kebabı ısmarlarım ama öyle geliyor ki, bu dağlarda dolaştıkça, biz birbirimizden daha çok yemek söğüşleriz.
O dönemlerde, askerin bir numarası olan, Ebru Gündeş’in "demir attım yalnızlığa" şarkısını radyoda dinlerken, asteğmenim;
—şayet dünyaya yeniden gelebilseydim, 
           —pamuk prenses gibi, bir kız olarak gelmek isterdim,
           —sonrada kocamın dizi dibinde ayrılmaz, 
           —bir elim yağda, bir elim balda hayatımı yaşardım,
           —böyle kelle koltukta dağlarda dolaşıp durmazdım
diye, esprisini patlatmasıyla, hemen bir askerimiz;
—komutanım, prenses hiç pamuktan olur mu?
—prenses dediğin, taş gibi olmalı, elinden bir tas su içilmeli diye,
araya lafını sokunca, mevziideki sohbetimizin seyrini birden değişmesine neden oldu, tabii kahkahaların kopmasına da.
"hayatta, en başta ve en önce
 açlık gelir" 
 
{20}
 
"aslanların olduğu sofrada kırıntı kalmaz,
 haydi, çilingir soframıza buyurun"
            Akşam karanlığı artık mevziilerimize çökmek üzereydi, gelen emirle bölüğümüzün diğer görevli iki timiyle buluşmak üzere, araçların bulunduğu bölgeye intikal etmek için, bir patikaya girdik, geceye kalmamak için, hızlıca hareket ettiğimizden yorulmuştuk, dolayısıyla kısa bir mola verdik.
Selahattin asteğmenimizin, bu dinlenme sırasında, ayağından çoraplarını çıkardığını ve paçalarını, özenerek bir güzel sıvazladığını gördük, niçin böyle bir şey yapıyorsun diye, kendisine sorduğumuzda ise;
—bu intikalin sonunda, karşımıza bir dere çıkacak ve muhtemelen de, bu dereyi o şekil bu şekil geçeceğiz ondan, çoraplarımın ıslanmaması için, kendimce tedbirimi alıyorum, sizede tavsiye ederim demesi üzerine, olayı çözen birçoğumuzun, yorgun argın olmasına ve timler içerisinde, bir çıtın dahi, çıkmamasına rağmen, tekrardan tim içerisinde; bir kahkahanın, bir gülüşmenin ve bir şamatanın kendiliğinden kopmasına neden olmuştu.
Zira asteğmenimizin, görmüş olduğu ve geçmeyi düşündüğü, bu dere, ay ışığının hafif bir aydınlık saçmasıyla ve hafif parlamasıyla, yılan gibi giden; Cizre-Şırnak asfalt karayolundan, başka bir şey değildi.
            Netice de, çetin geçen intikalimizin geri kalan kısmını, asteğmenimizin sayesinde, güle oynaya tamamlayarak, bölüğümüzün diğer timleriyle buluştuktan sonra, araçlarımıza binip, tankçı taburuna doğru yola çıktık.
Gecenin geç saatlerinde, çadırlarımıza ulaştığımızda, hiçbir idame yapmadan, hemen uyumak ve istirahatte çekilmek istiyorduk.
Çünkü gündüzden asteğmenimizin, hiçbir ağ, olta vs gibi, malzeme kullanmadan ve herhangi bir zahmete girmeden, etkisiz hale getirmiş olduğu dünya kadar nefis balıklarla, adeta son lokması boğazımıza tıkanırcasına, karnımızı doyurduğumuzdan, hiç birimiz aç değildik, dolayısıyla neşeli geçen bir operasyonun ardından, hemen istirahatte çekilmiştik.
 
                             
Ünlü botan çayından kareler
"neticede hayat devam ediyor,
ateş düştüğü yeri yakıyor" 
 
{21}

"her yerde ölüm var,
 herkes herkesin hayatını alabilir"
Sabahın ilk ışıklarıyla hiç kimsenin beklemediği bir anda, Mardin’e dönüyoruz emri üzerine, hemen apar topar bir şekilde hazırlanarak, çadırlar bölgesinde, taburca beklemeye başladık.
Bu olaylar, her ne kadar askerler arasında, küçük çaplı bir sevince, yol açtıysa da, hiç kimse dönüş için, bu emri beklemediğinden, şaşkınlık içerisinde, birbirilerine bakıp, olan biteni, kendince anlamaya ve kendince, çözmeye çalışıyordu, çünkü aylarca sürecek, bir operasyon için hazırlanmıştık, beraberimizde bu iddialı operasyon için, dünyanın mühimmat ve malzemesini getirmiştik, netice de komutanlardan toplamış olduğumuz bilgileri, alt alta getirdiğimizde, hazırlandığımız bu büyük çaplı operasyon, o dönemlerde devam eden;
körfez savaşından ötürü Irak sınırına askeri yığınak veya bir tampon bölge oluşturulması, ya da savaşan koalisyon güçlerinin (Silopi’de konuşlandırılan Çekiş Güç’ün) yapacağı kara harekâtında, üzerlerindeki yüklerinin hafifletilmesi için düşünülmüş.
Bununla beraber, operasyonun diğer bir başka gayesinin ise;
dönemin Cumhurbaşkanı, Sn.Turgut ÖZAL’ın bir koyup üç alacağız, hesabı üzerine, böylesine büyük bir operasyon planlanmış.
Lakin beklenmedik bir şekilde, Irak’ın kuzeyinde bir Kürt ayaklanması, başladığından ve Saddam Hüseyin yönetimin, baş gösteren bu ayaklanmayı, kanlı bir şekilde bastırmasıyla, meydana gelebilecek;
(Halep’çe katliamı gibi) toplu katliamlardan korkan, yüz binlerce peşmergeri, sınırlarımıza yığılarak, on binlercesi perişan bir şekilde, Mardin’e gelmelerinden ötürü, planlanan bu operasyon iptal edilmiş olup, akabinde de, kısa bir araç intikaliyle öğlene doğru; Mardin’e dönmüştük.
 
                                      Halepçe katliamından kareler
"buralarda savaş it ölüsü gibi,
 her şeye bulaşıyor" 
 
{22}

"ne kadar planlı olursan ol,
 arada kader sana öyle bir oyun
 oynuyor ki, insanın feleğini şaşırtıyor
"
(bu arada, faili meçhul cinayetleri araştırmak için, gittiği Batmanda, kalt edilen, DEP Milletvekili Mehmet SİNCAR’ın, Kızıltepe’de düzenlenen cenaze törenindeki, mahşeri bir kalabalığı da, intikal esnasında görmüştük.)
            Netice de, askeri kışla içerisine konuşlandırılan, peşmergerlerin konaklama, güvenlik vs. gibi, işleriyle birkaç gün uğraştıktan sonra, batı illerinden gelen birliklere bu görevimizi devir edip, Midyat’taki birliğimize döndük.
Ve ilk fırsatta asteğmenime; yemek borcumu ödemek için, çarşıya çıktık, bunun içinde, İdil yolu üzerinde bulunan, fırınlı güzel bir, et lokantasını seçtik, içeri girer girmez ilk gözümüze çarpan, birleştirilmiş iki masa dolusu, rambo gibi ful kuşanmış, özel harekâtçı polisin olmasıydı, sanki;
bir veda ya da, bir kutlama yapıyorlardı.
Selamlaştıktan sonra bitişik masaya geçip, tam oturuyorduk ki, ansızın çat çat diye, patlayan silah sesleriyle, kendimizi paldır küldür, dışarı atmamız bir oldu. 
            Halep çarşısında çocuklarına almış olduğu; ağlayan oyunca bebek ile kumandalı arabadan oluşan, hediyelerin çevresine saçılmasıyla, yerde yatan başka bir özel harekâtçı daha gördük.
Bu vukuat üzerine, kolluk kuvveti olmamamıza rağmen polisimizi şehit eden, teröristin ya da teröristlerin peşine düşe bilmek için, asteğmenimle birlikte, mahallenin ara sokaklarına daldık, bir papazın evini aradık, dükkânların mazgallarına indik, bazı yüksek evlerin damlarına çıktık ama boş fişek haricinde, herhangi bir ize rastlayamadan, eli boş geri döndük.
Bu gayretlerimizden dolayı, polisler bizlere teşekkür etti, bir şey yapmadık anlamında, kafamızı sallayarak, hemen yanı başımızda bulunan, taburun yolunu tuttuk, menemen yemek için.
           Bu sırada asteğmenim, biliyor musun? deli süvari; buralarda düşmanda belli değil, ondan keşke hep dağlarda kalsak, buralardan kalmaktan daha iyidir diye, içini dökerdi.
 
               
Mehmet Sincar (D:Mardin-1953 Ö:Batman 1993)
"arkadaşını gömen var mı? içinizde,
ona bir tabut yapmadan, yıkamadan
ve beyazlar giydirmeden
" 
 
{23}
 
"her gidişin bir dönüşü vardır,
 acaba biz dönecek miydik?"
Operasyonlardan fırsat buldukça, gerekli olan bakımlarımızı, yapabilmek ve askeri dinlendirmek için, operasyon bölgesine yakın bulunan, kışlalarımıza ya da, civar jandarma karakollarına giderek, banyo ve istirahat gibi, zaruri ihtiyaçlarımızı karşılardık, böyle bir dinlenme esnasında, ortalıkta avare avare dolaşan, bölüğümüzde üst devre olan bir çavuşa, asteğmenimiz, öylesine takılmak ve dalgasını geçmek için;
—hayırdır lan, kıçında yaramı var ki,
—öyle yamuk yumuk, yürüyorsun?
—yok komutanım, pişik olduğumdan dolayı, rahat yürüyemiyorum
diye, asteğmenimize cevap verince, beraberindeki badisi olan, diğer bir asker, hemen balıklama araya dalarak;
—komutanım yalan söylüyor, 
           —sizin dilinize düşmekten çekindiği için, pişiğim diyor,
           —aslında kendisinde basur çıkmış,
           —yani kibarcası hemoroit olmuş diye,
konuya açıklık getirince, bunun üzerine asteğmenimiz;
—şimdi elime düştün dercesine, konuya el atmak için,
—askerimizi bitişik odaya çekip, masaya çıkmasını ve alt tarafının, komple soymasını istedi.
            Neticede bu sıkıntılı askerimiz, her ne kadar başlarda yapamam utanırım diye, kem küm yaptıysa da, istenileni bir mecburiyet karşısında yaparak, masanın üzerine çıktı ve akabinde de, asteğmenimizin, silah ve teçhizat bakımlarımızda kullandığımız koruyucu yağı, temiz bir bez parçası yardımıyla, askerimizin bacaklarının arasına bir aşağı, bir yukarı ve bir sola, bir sağa yedirecek şekilde, itina ile yağladıktan sonra, askerimize dönerek;
—nasıl iyi gel dimi, kendini iyi hissediyor musun?
gibilerinden,
gülücükler arasında bir takım sorular sormaya başladı, bunun üzerine hala masa üzerinde, adeta dört ayak vaziyette duran askerimiz;
"buralarda her şey, sineye çekiliyor,
 şehit ve terörist öldüğüyle, anaları acısıyla kalıyor"  
 
{24}
 
"dostlar, yürek barış ister
 halklar kardeşlik"
—komutanım kendimi iyi hissediyorum,
          —her bir tarafım soğuyarak buz gibi oldum,
demesiyle kahkahalar ve espriler birbirine karışarak, ortamı bir neşe kapladı ama çok geçmeden askerimizin adeta üzerinden dumanlar çıkarcasına, kızararak bağırmaya ve feryat figan misali, çığlıklar atmaya başladı;
           —komutanım yanmaya başladı, komutanım yanıyorummm,
—lan allahsızlar üfleyin
diye bağırmasıyla, çavuşun kabaran yerine var gücümüzle, üfleyeme ve berelerimizle, yellemeye başladık ama ne yaptıysak ve neyi denediysek, askerimizin çığlıklarını ve feryatlarını bir türlü bastıramadık bir süreliğine şaşkın bir şekilde afallayan asteğmenimiz;
            —koşun lannn, bölük komutanın odasındaki, vantilatörü getirin demesiyle,
hemen bir çırpıda istenileni getirerek, su gibi beyaz olmuş, baloncuklara vantilatörün tutulmasıyla, çavuşumuzu soğutmaya başladık, sonuçta, bu askerimiz önce askeri hastaneye, oradan da hava değişimine gönderildi ama her ne kadar, şişen beyaz baloncukları görüp, endişeye kapıldıysak da, karnımıza ağrılar girercesine, o gün, baya bir gülmüştük.
Zor geçen bir operasyonun ardından, kışladaki lokalimizde dinlenme yaparken, Selahattin asteğmenim, yanıma gelerek, deli suvari;
            —hafta sonları, arada Diyarbakır’a gitmek için, dört kişi bir olup, aramızda düşük model, bir araba alacağız demesiyle;
—saol komutanım, biliyorsun memlekette ev yapıyorum dememle,
bensiz arabayı aldılar ve günün birinde, Diyarbakır’a giderek;
—artık nasıl bir keyifçilik yaptıysalar, dönüş yolunda; yeşil renkli hacı muratları, alev alarak yandığından, canlarını bu olay sonrası zor kurtarmışlardı,
hatta dönüş öncesi, kurbanlar listesinde ismi kırmızı kalemle işaretlediği söylenen, ünlü yazar Musa ANTER’in (ape musa) öldürülmesinden dolayı, D.Bakır sokakların baya bir karıştığını da, asteğmenimizden duymuştuk.
 
               
Musa Anter (D:Mardin-1920 Ö:Diyarbakır-1992)
"(bence) bu dağlarda çoğumuzun kaderi,
 kör düğüm gibi, bir bir düğümlenmişti " 
 
{25}

Sıradaki Konu Başlığını Okumak için

Ya da anasayfaya Dönmek için lütfen tıklayınız...

 
 
 
 
M U S T A F A B İ L G İ N
Ohal Bölgesinden Kareler
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol