"Dikkat Önemli"
'' O ğ u z 33 '' T i m i 90'lı Yıllarda Terörle Mücaadelenin İçerisinde Yer Almış, Dillere Destan '' O ğ u z 33 '' Timin Yaşadıklarını Anlatan Sitemize Hoş geldiniz, Sizleri Burada Tutabilmek İçin, Yapılması Gereken Her Şey Yapıldı, Umarım Kaldığınıza Değer...!!!>'' O ğ u z 33 '' T i m i
   
  ‘Oğuz33’ Timi
  MEMLEKETİN BİR GAZİSİ
 
"dağlarda var olmamız,
 cesaretimize bağlı" 

    
Bir savaş gazisinin
toplum içerisinde karşılaştığı durumlar:
   
Şehit: Vatanını düşmana karşı korumak uğruna, girdiği mücadelede, hayatını feda edenlere denir.
Gazi: TC. devleti, sınırlarını korumak ve güvenliğini sağlamakla görevli, hizmetleri sırasında yaralanarak, tedavileri sonucunda, "askerliğe elverişli değildir" diye, hastane rapor ile sakatlığı kesinleşenleri, ifade eder.
—kimimiz zalim bir dağ başında, çarpışarak şehit düşmüşük tür,
—kimimiz ise, bir kardeş kurşunuyla hayattan kopmuşuk tur,
—kimimiz ise düz bir asfalt yolda kahpece kurşunlanarak sakat kalmışıktır.
—korku dağları bizi sürekli kayalara çarparak, canımızı acıtsa da,
—bu korkularımıza canımız pahasına yenik düşmeyerek,
—ölümün kaçınılmaz olduğu, çatışmalara ölümüne koşmuşuk tur.
Ve tüm bunları;
herkes huzur içerisinde, yaşamlarını sürdürsün diye,
           —bu topraklar bölünmesin diye, 
           —kimseler bu ülkenin doğusuna ve güney doğusuna pasaportla girmesin diye, kendimizi bir bir feda ederek yapmışıktır.
Günlük hayatımda ve bulunduğum toplum içerisinde, gazilik unvanımı ön plana çıkartıp, hiçbir zaman, bu kimliğimle kendimce gurur duymadım, aslında bunun olmasını, isterdim ama olmadı, bu durumun, türlü türlü sebepleri vardır, ayrıca toplumda bu unvanımla beni hiçbir zaman, onurlandırarak yüceltmedi.
            Bu pozitif ayrımcılığında, aslında ben ve benim gibi, yitik insanlara yapılmasını, çok isterdim ama buda olmadı, bununda bir takım sebepleri elbette ki vardır, bilinen en büyük nedeni ise, toplumun Güneydoğu'yla, o kadar ilgili olmama durumudur.
"bence kendinle gurur duyabilecek
 tek kişi, sensin" 
 
{1}

"feryadım herkese, duyulsun sesim
 yıllardır haykırdım, bitti nefesim"
Bilinmeli ki, bu unvana ulaşmak, uzun bir yolculuk ve güç uğraşlar sonucu olmuştur, yaptığım çok zor bir işti, ondan toplumun beni onurlandırmasını ve bu ünvanlımla, beni özel kılmasını, beklerdim ama ben ve benim gibi eksikler, bunu çok istemelerine rağmen olmadı, isyan etmiyorum, deme ki, bunu görmemiz ve yaşamamız gerekiyormuş.
Vatan için;
gözlerimizi, bacaklarımızı ve kollarımızı verdik,
bedenlerimizde bir ömür boyu, iyileşmeyecek yaralarımız oldu, hepimizin başuçlarında, evlerimizin duvarlarında, askerden önceki boy boy fotoğraflarımız vardır, konuşmayız ama gösteririz;
"bak, vurulmadan önce, böyle cıva gibi bir delikanlıydım" diye.
Hepimizin acılarla yoğrulmuş, birer hikâyeleri mutlaka vardır, onları dinledikçe, hayretler içerisinde kalarak, anlatılanlara ürperirsiniz.
Kim bilir belki de, o kurşunlar size gelmesin, size değmesin ve sevenlerinizi arkanızda gözü yaşlı bırakmasın diye, tüm bunlar yapılıyordu.
Hâlbuki pek çoğu sizleri tanımaz, isimlerinizi dahi belki bilmezler ama hiçbirinizin gözleri görmeden ve haberi olmadan, bunu sizin için, sizler için, bir an olsun, düşünmeden yapmışlardır.
Ve benim gibi para almadan da, bu işi babasının hayrına bedavaya da, yapmaya devam edeceklerdir, çünkü; onlar bu memleketin, bu vatanın kınalı kuzularıdır, onlar bu vatanın mayasıdır ve bu mayanın sayesinde, bu bayrak göklerde dalgalanarak, bu vatan ayakta duruyor.
 
                               
Memleketin gazilerinden kareler
 
"rüzgâra fısılda dileğini,
sevdiklerine ulaştırır son isteğini" 
 
{2}

"s
en şu cayır cayır yanan ateşe,
 yüzünü dönüp, hiç baktın mı?"
Zalim bir dağın başında, bir sabahın doğan güneşinde, ya da dondurucu buz gibi, bir sabahın puslu ayazında, insan eliyle yaratılan, bir cehennemin içerisindeki, tufan gibi bir mahşerin orta yerinde, Mehmetçiğin kahpelerce kahpece kurşunlanarak vurulduğunu düşünün.
           O vurulma anında ve o ölüm anında;
—bir avucunda cennet kokusu, diğer bir avucunda ise, anasının yaktığı kına kokusu, olan ve kanlar içerisinde ölümünü, tek başına bekleyen vurulmuş olan, bu askerimizi bir düşünün, yanlarında; ne anaları, ne babaları nede bir seveni vardır, bir başına ölüme gitmişlerdir.
Hiç biri o an, son nefesini verirken dahi, göğsündeki kurşun yarısını ya da, böğrüne saplanmış şarapnel parçasının, vermiş olduğu, acıyı hissetmemiştir, varsa yoksa bildikleri ve umut ettikleri tek dilekleri, arkasında gözü yaşlı bırakacakları sevdikleridir.
Korkularını, öfkelerini ve ıstıraplarını unutan bu cengâverlerin, vuruldukları an, son arzuları, genelde hep ortaktır ve hep acıdır.
—Allah’ım sana yalvarıyorum, ölmeden "sevdiklerimi son bir göreydim" bana bu gücü ve bu ömrü ver, bir anlık bakışmada olsa, küçük bir sarılmada olsa, tüm bunların o an acımasız dağ başlarında, olabilmesi için, koşarak sevdiklerinin kollarının içerisine atlayabilmesi için, kurulan bu hayalin gerçekleşmesi için, bir bilseniz yüce yaradan’a, ne dualar, yapıldığını ve acı dolu gözyaşları içerisinde, ne yalvarışlarının edildiğini.
—korku insanı her zaman tehlikelerden korur, buz gibi soğuk terler döktüğünüzden, belki sizi boğar gibi olur, yutkunamadığınızdan belki de, dilinizi damağınızı kurutarak, nefes alışlarınızı zorlaştırır ama yine de, bir duvar gibi dik olmanızı, güvende olmanızı ve hiç olmadığı kadar, daha bir güçlü olmanızı sağlayarak, hayatta kalmanızı ve ayakta kalmanızı sağlar ama bazı korkular vardır ki, işte o korkularla korkmak, tam bir zulümdür.
Kimi zaman, karşınıza her şeyi sonlandıracak öyle bir korku çıkar ki, insanı ölmekten beter eder, kokusu dahi aklınızı değiştirerek uçurur, tek kelime edemez ve çevrendeki her şeye, boş gözlerle bakar durursunuz.
"şehit cenazelerde ağlamak ve slogan atmak yetmez,
sonradan olacaklara bunların hiç biri kar etmez" 
 
{3}

"şehitleri, herkesin üstünde çıkaran,
 onların ölümleri değil, ölüm sebepleridir"
Yaşadığın büyük şoktan, dolayı ve yediğin onca korkulardan dolayı, o an için, bedenine saplanan kurşunun, vermiş olduğu acıyı, dahi hissetmez, bir başınıza kendi dünyanıza ve dönülmez başka bir dünyaya, dalar gidersiniz.
—karanlık gecelerde yapılan intikallerde, ansızın karşına çıkan düşmanı görür görmez, tetiğe basamama korkusu,
           —ya da 'ew kî ye?' yanisi; 'sen kimsin' diyen, teröristlerle iç içe girme ve birbirine, karışma korkusu,
çatışmalarda sırtında şehit, taşıma korkusu,
izli mermilere ansızın, hedef olma korkusu,
araziye gizlenmiş olan, herhangi bir mayına, basma korkusu,
seyir halindeki bir araç içerisinde, kurşunlara dizilme korkusu,
aileni ve sevenlerini, arkanda gözü yaşlı, bırakma korkusu,
çocuğunun yetim, bir başına ve ortalarda, kalma korkusu,
ölmeden son bir defa, sevdiklerini görememe ve onlara, sarılamama korkusu,
işte yukarıda tüm bu sayılan lanet korkular, insanda dayanılması güç, acılar ve tarifi imkansız, beter korkular yaşatmıştır.
İşi gücü rast gelsin, vatan için ve millet için, giden gitmiş kurtulmuştur, sevenlerinden ayrılmış, yası bitmiş ve acısı unutulmuştur,
peki ya geride kalan;
körler, topallar,
sağırlar, çolaklar ve ıskartaya ayrılmış, Allah’ın dahi kıyamadığı,
atıl durumdaki, gencecik eksik ve yarım bedenler, ne olacak?
(bence) gün ışığına bugüne değin, gereğince çıkmayan, "gazilik" meselesini aydınlığa kavuşturmak için, toplumun ve bireylerin yoğunlaşarak, artık bir şeylerinin yapmasının, vakti gelmiş ve belki de, geçiyordur.
  
                            Yıllarca tedavi gören gazilerimizden kareler
 
"yoldan önce yoldaş, arkadaş
 demiş büyüklerimiz" 
 
{4}

"bizler bu memleketin,
 ana kuzusu kınalı çolakları ve bacaksızlarıyız"
Devlet elbette ki, savaş mağdurları için, yapmıştır yapacağını, gidenlerin arkalarında, bıraktıklarına ve hayatta kalan, sakatlarına bağlamıştır maaşlarını, tekrardan çalışabilecekleri, yerleştirmiştir bir işe.
Pozitif ayrımcılık için; "Şehit" yakınları hakkı, "Gazi" hakkı diye,  çıkarmıştır kanunları, yönetmelikleri ve genelgeleri.
Tabii tüm bunlara, toplum fazla alakalı, olmadığından ve devletimizin, kurmuş olduğu bu sistem çalışmadığından, çıkması da yetmiyor; çünkü bu sistemin çalışmasında; toplum ve insan vardır.
Örneğin; dönemin kara kuvvetler komutanı tarafından, imzalanmış bir belgeyi, ortadan katlanılmış sarı bir zarf içerisinde, teslim almıştım.
Aslında bu paha biçilmez madalyanın, sevdiklerim ve arkadaşlarımın katılacağı bir törenle, tarafıma verilmesini nede çok isterdim ama olmadı, isyan etmiyorum, demek ki tüm bunları yaşamamız gerekiyormuş.
            Örneğin; hastanedeki, 20. günümden sonra, ailemi arayıp hastanede olduğumu haberini verebilmiştim, tabii bu da hiç kolay olmamıştı.
            Tam kendimi toparlayıp, evi aramaya kalkıştığım vakit, elim bir türlü telefona varamıyordu, bu durumum günlerce devam etti, her seferinde öyle bir acıyla yoğruluyordum ki, adeta perişan oluyordum.
Aslında aileme bir şekilde, hastanede olduğum haberini vermeden önce, kendim konu üzerinde, baya bir çalıştırmıştım.
Sonuçta, vurulduğumu duyacaklardı ama olan biteni benden bilmelerini, daha doğruolabileceğini düşünüyordum.
Dolayısıyla söyleyeceklerim ile ilgili provayı hastane balkonlarında ve geceleri, yatağımda alıştırma şeklinde, baya bir yapmıştım.
 
                             Hastane günlerim GATA (Ankara)
"bizler bu memleketin,
 ana kuzusu kınalı körleri ve sağırlarıyız" 
 
{5}

"kürtler bu vatanın yedek parçaları değil,
 değişmeyen orijinal parçalarıdır"
Koğuşumdaki, kolu-bacağı olmayan arkadaşlarımın, manevi desteğiyle de olsa, günlerden bir gün, artık ne olacaksa olsun, hesabına yazmış olduğum senaryoyu, bir şekilde aileme, oynayacaktım ve bunu da, ziyaretimize gelen ünlü bir gazeteci olan, sn. Emin ÇÖLAŞAN’ın; hediye olarak yastık başuçlarımıza bıraktığı, kontörlü kartla yapacaktım.
Neticede, ezbere bildiğim evimizin telefon numarasını, olabildiğince sakin bir şekilde, tuşlamaya başladım, çok geçmeden de, telefonun diğer ucuna, üzgün ve bir o kadarda çok endişeli olduğu, anlaşılan bir sesle tonuyla, eşim çıktı ve daha;
—"alo" der demez, o an için söyleyeceklerim, günlerce üzerinde kendi kendime, alıştırmalar yaptığım, defalarca gecenin bir yarısında, hasta yatağımda provasına çalıştığım, söylenmesi gereken onca kelimeler, sanki bir bir boğazıma düğümlenircesine, susup kalmıştım.
O an sanki eşimin alo sesi karşısında, taş kesilmiştim ve sonrasından da, hiç bir şey söyleyemeden, telefonu yüzüne kapatmıştım.
Kısa bir toparlanmadan sonra, numarayı tekrardan tuşladım telefonun diğer ucuna bu defa babam çıktı, titrek bir sesten sonra babama;
spor yaparken düşüp yaralandığımdan, şuan hastanedeyim, telaşlanmanıza ve yollara düşmenize gerek yok, birkaç güne kalmaz, kendim geleceğim diye, özetleyici bir bilgiden sonra, telefondan aniden yükselen;
feryatlar, bağrışmalar, ağlaşmalar ve hamile olan eşimin acı dolu çığlıkları gösteriyordu ki, benden başka hiç kimseler, günlerce üzerinde çalıştığım, bu çocukça oyuna inanmamıştı,
—sanki babamla aramda geçen, bu kısacık konuşma, evimiz ana baba günü yaparak, bir cenaze evine,
          sanki bir yas evine çevirmişti, 
           —kim bilir hiç bir şeyden habersiz, annem ne durumdaydı?
"bir geçmiş olsun,
 diyenim bile yok" 
 
{6}

"şehit oldu deyip geçiyoruz,
 oysa ne hayatlar sönüyor…"
İçi kan ağlayan ve adeta nefes almadan, beni dinlemeye çalışan, telefonun diğer ucundaki babamın hıçkırıkları;
          sanki vücudumdaki, ağrılarımı kesmişti,
          sanki kurşun yarasının vermiş olduğu acılarımı tümden unutturmuştu,
          o an için, öyle bir duygu seline kapılmıştım ki, adeta dağılmıştım, hatta darmadağın olmuştum,
          sonra yatağıma gidip, üzerime çarşafımı çekerek, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştım.
Sonuçta; ertesi gün, Ankara’nın sisler altındaki, buz gibi bir kışında, bir pazar sabahın erken, saatlerinde ve ayrı firmaların otobüsleriyle, arka arkaya, önce babam, akabinde de, annem ve dayım geldiler.
Kendilerinin beni hasta yatağımda, görmelerini istemediğimden, tekerlekli sandalye ile gidip, onları girişi kapısında beklemeye başladım.
İlk babam beni görmüştü, adeta karşılaştığı manzara karşısında, kendisi şoka girmiş çaresiz ve üzgün bir yüz ifadesi bana bakıyordu, çok geçmeden de, iki gözü iki çeşme ağlamaya başlamıştı.
          Babamı izlerken akan gözyaşları karşısında, dilim tutulurcasına, hiçbir şey söyleyemediğim gibi, ne yapacağımı nerden başlayacağımı ve nasıl davranacağımı bilemeyecek kadar, bir çıkmaza girmiştim.
           Babamın o ana kadar, beni bu derece sevdiğini ve bu derece üzerime titrediğini anlayamamışım, sonra düşündüm ki, babalar duygularını açıktan göstermese de, sevgilerini açıktan belli ettirmese de, evlatlarını içten içe, hep severlermiş.
Bu arada annemde, yaşadığı onca acıdan dolayı, gözyaşları içerisinde boynuma, sımsıkı sarılarak, bir eliyle de, saçlarımı okşarcasına, feryatlar içerisinde, acı acı ve dokunaklı, kürtçe ağıtlar yakmaktaydı.
Bana destek olmak için, onca yolu ayağındaki sökük kundurasıyla gelen dayım ise, yanı başımızda dizlerinin üstüne çökmüş, başını iki elinin arasına alarak, gözyaşları yanaklarından süzülerek acı acı akıyordu.
"yüreğimden can evimden vurdular, kınalı kuzumu kara toprağa gömdüler,
havar ocağımı söndürdüler, kolum kanadım kırıldı vatan sağ olsun dediler." 
 
{7}

"bu savaş sadece benim savaşımı?
 niçin sizlerde kendinizce savaşmıyorsunuz?"
Ertesi gün öğlenden sonra, ailem bu defa ziyaretçi saatinde, yattığım koğuşa gelmişlerdi;
—adeta bir ağacın dalları gibi, budanırcasına ohalden gelen onlarca yaralı arkadaşlarımı, hayretler içerisinde şaşkın şaşkın gördüklerinde;
"buna da, şükür evlat"
dercesine, acı dolu bir yüz ifadesi ile, bana bakıyorlardı.
Biraz konuştuk, doktorlardan ve tedaviden bahsettik, servisimizde, aşırı hasta yoğunluğundan, dolayı ve refakatçilere yatacak yer bulunmadığından, ailem bir köylümüzde geceyi geçirmişlerdi.
Ama misafir olarak kaldıkları evde, hiçbirinin uyumadığı ve çokta rahat etmedikleri hemen göze çarptığından, onların hayatlarını da, zorlaştırdığım için, bu durumları beni çok etkilemişti, ayrıca da çok üzülüyordum, en çok da, ağlamaktan başka elinden hiçbir şey gelmeyen;
—çaresiz durumdaki acılı anneme, zavallı garibim, iki gündür, tek damla uyumamıştı, benim yüzümden hayatı, adeta alt üst olmuş, ağlamaktan gözleri şişmiş ve her bir gözü de, kan çanağına dönmüştü.
Barınma ve yer sorunundan dolayı,buralarda daha fazla mağdur, olmamaları ve benim yüzümden, bu karda ve bu kışta, daha fazla zorluk çekmemeleri için, başta annem olmak üzere, babamı ve dayımı, yalvar yakar ikna ederek, memlekete dönmelerini istedim.
Onlarda maddi açıdan, hazırlıksız olarak yola çıktıklarından, daha fazla kalamazlardı, dolayısıyla bir an önce dönmeleri konusunda, baya bir ısrar ettim.
Sonuçta ailemin ziyaret sırasında, yaşadıkları tüm bu olan bitenlerin, böyle olmasını istemezdim ama oldu ve ben buna da, isyan etmiyorum demek ki, kaderimizde bunu yaşamamız ve görmemiz gerekiyormuş.
"sevdiklerime bu acıyı yaşatanlar, beni bu hale sokup kan kusturanlar,
 ayağa kalksın" 
 
{8}

"kime ne kimin umurunda,
 bizim evin damı yandı"
Ailemin memlekete dönmesinin üzerinden, birkaç gün geçtikten sonra, hastane balkonunda sigara içerken idareye yakalandığımdan, taburcu edilme kararı alındı ama bunun için, üzerime giyecek ne bir kiyafetim, ne de memlekete gidecek, yol param vardı, üstelikte yaralıydım.
İlk hastaneye geldiğim zamanlarımda, imza karşılığında zimmetlenen üzerimdeki mavi pijamalarımla, Ankara’nın yağmurlu bir havasında, bir asteğmenimin nezaretinde, Etlikteki bir ordu evinin, yolunu tuttuk.
Bu güzel insanla ordu evinde, dilenci misali kapı kapı dolaştıktan sonra, üstüme siyah bir garson, elbisesi ve bir ayakkabı ile birlikte, cüzi miktarda, bir yol parası ayarlamasıyla, memleketime ulaştım.
Ve bir sabahın ilk ışıklarıyla, evimizin olduğu kapıyı çaldığımda;
—ilk gözüme çarpan, evimizin bir taziye evi gibi olmasıydı, beni gören herkes boynuma sarıldı,
          kimisi ağladı,
          kimisi hayretler içerisinde,
         "vah vah, yazık olmuş delikanlıya"
dercesine, öylece baka kalmışlardı,
kimisi de, sustu hiç konuşmadı, sanki dondu kaldı ama birisi vardı ki, en küçüğümüz olan, kız kardeşimin beni ilk gördüğünde, basmış olduğu, bir çığlık ve akabinde, her iki eliyle;
          yüzünü sımsıkı kapatıp, duvara dönerek hıçkırıklar içerisinde ağlamasıydı.
Bu çığlıktan ve kâbus gibi, yaşanan bu manzara karşısında, bir yerde acı gerçekle, tanışmıştım.
Ve nihayetinde kardeşimin saf duygularla, yaşamış olduğu bu acı dolu, hakikatle anladım ki, vücuduma saplanan sadece bir mermi değilmiş, insanın yaşam ışığını söndüren ve insanı, ölmekten beter eden, bu acı kurşun, sadece bedenimden değil;
çevremde kim var kim yok,
hepsinden bir parça alıp götürmüştü.
"vah vahı bırakın,
 sıra gelmez sizlere, dipteki yitik mustafa anaları dururken" 
 
{9}

"gazi Allah’ın kıyamadığı, bu vatanın,
 seçilmiş ve en sevdiği, kullarındandır"
Sonuçta bunun da, böyle olmasını, hiç istemezdim ama oldu ve;
ben buna isyan ediyorum, özelliklede kardeşimin bana yaşatmış olduğu acı hakikaten sonra; haykırırcasına bir başka isyan ediyorum;
keşke kendimi bu hale sokmasaydım,
keşke sevenlerime bu acımı, yaşanmasaydım ve
keşke tüm bunların olmaması için, o an bir kayanın arkasında, diğerleri gibi saklanıyor olsaydım.
Eksik bedenlerimizden ötürü, pozitif ayrımcılığa ve bir kısım benzeri haklara, sahip olabiliriz ama içerisinde insan olmadığından, bir şekilde de, çıkarılan bu kanunlar, havada kalıyor.
Örneğin; günün birinde, gazi kimliğimle halk otobüsüne bindim, mal ortağımı, yoksa arabanın muavinimi, anlayamadığım bir tavır ve bir hakaretle, kimliğimi elinden tutup sallarcasına;
—dönüp dolaşıyoruz, hep size rast, geliyoruz ve size çalışıyoruz, bu nedir ya, sizden çektiğimiz, dediğinde ise, o an için başımdan aşağı, sanki kaynar sular döküldü, sinirden elim ayağım titredi.
Başka bir gün, toplu taşıma aracına, çekinerek tekrar bindiğimde, kartımı, şoföre gösterdiğimde ise, sanki adam her gün aracına yüzlerce, gazi alıyormuş gibi, yüzünü ekşitip ve birazda sinir yaparcasına;
—ver bakayım şu zımbırtıyı (gazi kimliği) kameraya göstereceğim, demesi üzerine;
—lazımı lüzumu yok, varsın eksik olsun diye, tebessümle tepkimi gösterdiğimde ise,
kaptan;
—ne yapayım akşam kılayı (kasa) teslim ettiğimde açık veriyorum.
Yani o gün bu yaşananlara kimisi eşkere, kimisi de, kıs kıs ederek, gülmüştü, demek ki biz kendi kendimizle dalga geçen bir millet olmuşuz.
"unut demek çok kolay,
birde gel bana sor" 
 
{10}

"barış her ağızda var,
 ama hiçbir yerde yok"
Bu ülkenin dört bir tarafında, kolları, bacakları kopan, görmeyen, duymayan ve bir damla su için dahi, bir başkasına muhtaç şekilde yaşayan, gaziler var ve onlar öyle şerefli, öyle vatanperver ve öyle alçak, gönüllü insanlardır ki, bedenlerinin adeta yarısını kaybetmelerine rağmen, yine de;
"çokta abartılacak bir şey yapmadım,
sadece vatani görevimi, yaptım ve
olması gereken budur, bende onu yaptım" diyebiliyorlar.
(bence) gazi unvanı sadece öylesine bir sıfattır gün gelecek diğer değerler gibi, oda silinip gidecektir.
Yukarıda anlatmaya çalıştığım tüm bunlar, bir gazi olarak, benim toplum içerisinde, gördüklerim ve çevremde, bir bir yaşadığım bazı hakikatlerdir, ya vatanın dört bir tarafına dağılmış diğer toplum içerisindeki, eksik bedenleriyle ve yarım vücutlarıyla, hayata tutunmaya çalışan, diğer gazilerin, yaşadığı ve gördükleri?
Ya, topluma emanet olarak bırakılan, çaresizlik ve sahipsizlik içerisinde, adeta yarım bir hayatı yaşamaya çalışan, şehidin geride kalan, anası, babası, dul eşi ve öksüz çocuğunun, gördükleri ve yaşadıkları?
Bakış açımca, bu anlattıklarım belki de, bir başkasına, anlamsız ve üzerinde bu kadar durulacak, değersiz gelebilir ama tüm bu yaşananlar, gazinin kabuk bağlamış yarasını, deşerek bir bir acıtan ve onurunu, rencide eden hususlardır, güçlükler içerisinde sürdürebildiği yaşamlarına indirilmiş belki de, en ağır darbelerdir.
Toplumun ve çevremizin, bizimle alakalı olduğu, hakkımızda en çok, merak ettiği ve etrafımızı sararak, sabırsızlıkla sormak istediği, durumlarda elbet ki, çok olmuştur, bunlar genelde ortak olan şu sorulardır;
"artık Şehitlerin ardından atılan sloganların,
 yarar getirmediğine ve durması gerektiğine inanıyorum" 
 
{11}

"vurulan benim,
 size göre hava hoş"
kaç terörist geberttin?
           kaçının kellesini uçurdun?
           —çatışmalarda hiç kadın terörist vurdun mu?
           —operasyonlarda hiç kulak ve parmak kestin mi?
           —kafa hiç kopardın mı?
           —nerenden vuruldun?
           —kurşunu nerene yedin?
           —kafandaki o şeyler ne öyle?
           —şarapnel parçası mı?
           —
ohaha yok artık, seni doğuda vuruldu biliyorum, hala ölmedin mi lan?
           —süpermen falan mısın?
           —senin için ne şehit, ne gazi, gitti bok yoluna, bizim niyazi demişlerdi,
           —nasıl oluyor da, sen hala yaşıyorsun?
           —yoksa hakkeden, kedi gibi dokuz canlımsın?
           —ne kadar çok ballı bir adamsın, bir kurşun yedin, ömür boyu maaşa bağlandın gibi,
garip ve anlamsız olduğu, alakalı durumlardır.
Hatta devrem izin dönüşlerinde, mahalledeki çocuklar, durmadan kendisine sorduklarından, yaşadığı ilginç bir olayı, şöyle anlatır dururdu;
—abi doğudaki maceralarını anlatsana,
—mesela çatışmalarda kaç terörist vurdun? demeleri üzerine;
—öldürdüğüm terörist sayısı, üç buçuktur, diye, cevap verirmiş,
—kusura bakma ama nasıl yani?
          üç tamam, orasını anladık,
—peki buçuk ne oluyor ya, abi?
—anlatayım, o gün olay aynen, şöyle cereyan etmişti; teröristlerle sıcak çatışma halindeydik, mevziimizde bir yandan ateş açıyor, diğer bir yandan gözetleme yapıyorduk, sonra aşağı kısımlarda, eli silahlı bir teröristin, hızlı adımlarla çatışma mahallinden kaçtığını, son anda fark ettik ve akabinde de, adamı kaçırmamak için, mevziimdeki arkadaşımla anlaşarak, aynı anda el bombalarımızın pimlerini çekip ve üçe kadar sayıp, birlikte bombayı g… korkusundan kaçan, teröristin üzerine fırlattık.
Bombaların büyük bir gürültü ile patlamasıyla, bu terörist ağaç budanır gibi, paramparça olmuştu ama kim tarafından, öldürdüğü belli olmadığından, bizde kendi aramızda, kardeş payı yaparak bölüştürdük.
"1 teröristin etkisiz kılınabilmesi için,
 7 Mehmetçiğin feda edilmesi gerektiğini biliyor muydunuz?" 
 
{12}
 
"benim kadar acı çeken,
 olmuşumdur"
Yıllarca zalim ve acımasız, dağ başlarında savaştım, verilen tüm emirleri yerine getirdim, hatta bu uğurda, hayatımın en güzel baharını heder ederek, canım pahasına düşmanla, defalarca ölümüne savaştım ama olmadı, bu sorun bitmedi, elimde silah olmasına rağmen, bunu başaramadım, demek ki bu iş çarpışarak vuruşarak öldürerek ve ölmekle olmuyor.
Dolayısıyla artık sıra sizde, her ne kadar bazı şeyleri anlayabilmek için, tarif etmek ve anlatmak yetmiyorsa, illaki o anı, yaşamak ve illaki o ateşin içerisinde, bire bir yaşamak gerekiyorsa da, istedim ki, alevleri gökyüzüne kadar yükselen, bu ateş ve sönmek nedir bilmeyen, dev gibi bu yangın, evinizin çatısına sıçramadan, güneydoğuya ve güneydoğuda yaşananlara ve insanı insanlığından, utandıran yaşanmış hakikatlere, birey olarak, artık duyarsız kalmayalım.
Mutlaka olayların bir tarafı olalım ve bu tepkimizi herkese korkmadan, belli ettirelim, en önemlisi ise, ateş düştüğü yerde kalmasın.
Kendimce ve kendi bakış açımca, yukarıda anlatmaya çalıştığım dertlerimize, bazı dayanılması güç ve hiçbir zaman, iyileşmeyecek ıstırap dolu yaralarımıza, hemen şimdi, oturduğunuz yerde yaşamaya çalışarak, bir yerde yapmacıkta olsa, senaryo gereği de olsa, çektiğimiz onca sıkıntı ve beter acılarımıza, isterseniz ortak olmaya çalışın.
Vatanın dört bir tarafına dağılmış, bu memleketin kahraman evlatları için, bu fedakârlığı kısa bir süreliğine, lütfen yapma gayreti içerisinde olun ve her türlü engellere rağmen, her türlü acı ve olumsuzluğa rağmen, bu eksiklerin, nasıl bir hayat sürdürmeye çalıştığını ve nasıl bir hayat mücadelesi vererek, ayakta kalmaya çalıştıklarını, azda olsa anlamaya çalışın, şayet problem ve sıkıntı olacaksa, önerimi unutun gitsin.
"vatanımız için hep birlikte, hep beraber bir, iri ve diri olalım
 yarın çok geç olmadan ve yalanlara kanmadan" 
 
{13}

"sürekli elden gidiyor,
 demenin kime ne yararı var ki?"
Örneğin;
—ağzınıza bir kaşık yemek alın, çenenizi, dişlerinizi ve dilinizi kullanmadan, ağız dolusu olan bu katı yemeği, yutmayı deneyin, tabii bunu yaparken, derin bir nefes almayı da, sakın ihmal etmeyin, gözlerinizden sicim gibi, yaşlar dahi aksa, sakın telaşlanıp korkmayın, belki boğulur gibi, olursunuz ama endişeye gerek yok.
—ya da, gözlerinizi sımsıkı kapalı tutarak, bir toplumda yahut çevrenizde olan biteni, yılmadan dinleyin veya kazadan önce bağımlısı olduğunuz filime ya da, bir diziye kulak vererek dinlemeye çalışın, arada sesiz geçen boşlukların, kaçan bakışların ve mimiklerin, veya birçok şeyin içerisinde gizli olduğu ayrıntıların, nelere yol açtığını ve nasıl dayanılmaz acılara dönüştüğünü, anlayacaksınız ve tüm bunları, vücudunuzda bir bir yaşayarak hissedeceksiniz, hani derler ya, bakmak değil, görmek önemlidir, işte bu yüzden, illaki görmek gerekir.
—isterseniz arazide ya da, bölücü terör grupları, sızma şeklinde baskın vermesin diye, bizzat komutan tarafından, karakolun çevresindeki kritik yerlere, bubi tuzağı şeklinde, toprağın altına döşenen ve zamanla saklı yerlerin dahi unutulduğu, bir mayın tarlasından geçerek, bir mühimmattın, infilak etmesi sonucu, her iki kolunu, dirseklerinden itibaren, kaybetmiş 8-10 yaşlarında, sürüsüne çoban olan, Şırnak-İdil İlçesi köylerinde, yaşamaya çalışan, yitik bir çocuğun, yerinde olmayı deneyin.
—en basit gözünüzü ya da, sırtınızın bir bölgesini kaşırken, her iki kolunuzun dirsekten sonraki, ellerin olmadığı kısmını kullanarak, bunu yapmayı deneyin, bu keyifli, huzur alıcı tatlı rahatlamanın, daha sonra nasıl, dayanılmaz bir acıya dönüştüğünü, çaresizlik ve ıstırap içerisinde, his edecek ve gözyaşları içerisinde, yaşayarak fark edeceksiniz.
"taşınıyor omuzlarda, al bayrağa sarılmışta
bir bir mehmetler…" 
 
{14}

"sessiz kalmamak için,
 bu çığlığa sende bir ses ver, sesi ol"
Neticede, bu ve buna benzer, nice ıstıraplarımız kâbus şeklinde, vücutlarımızın derinliklerinde kapanmayacak birer yara olarak, kalmış ve bu eksik yarım bedenlerimizde, bir bir saklanarak, yaşamaya çalıştığımız hayatlarımızı, güçleştirmiş ve tarifi imkânsız, acılarla yoğurmuştur, böylesi dertlerimizi saymakla bitiremeyiz.
Yukarıda izahını yapmaya, çalıştığım ve sizlerin de, bir senaryo gereği yapmacıkta olsa, kısa bir süreliğine, yerimize geçerek, ortak olmaya çalıştığınız, bu güç durumların, bu katlanılması zor acıların ve bu kâbus gibi, geçmek bilmeyen korkuların ve dinmek nedir bilmeyen, bu gözyaşlarının, bir daha olmaması için ve tüm bunların, bir daha çevrenizde yaşanmaması için, sizlerden son önemli, bir şey daha istiyorum;
—yeter döktüğünüz kan,
—düşün bu halkın yakasından,
—insanların ölmemesi için artık,
—topsuz
—tüfeksiz ve kavgasız bir yaşam istiyorum,
—artık sebepsiz yere akıtılan,
—bu kardeşkanının durmasını istiyorum diye,
kuvvetlice ve ses getirebilecek bir şekilde,
haykırmanızı istiyorum.
Lütfen bunu kendiniz ve yarın askerlik çağına, gelecek olan çocuklarımız için, bıkıp usanmadan yapın, ancak böyle bir beraberlik içerisindeki kararlığımız, dağdaki grupları ve menfaat sahibi, bazı karanlık odaklarını sıkıştırabilir.
Aksi bir durumda, dün olduğu gibi, bugünde memleketimizde on binlerce, ölümler ve onlarca yıl, kayıplar hep olacaktır.
"sanki analarımız ağlamadan, akan bu kan durmadan,
 vatanımızı koruyamıyoruz" 
 
{15}
 
"bese, yeter artık bu ölüm son olsun,
 anaların gözyaşları dinsin, bir daha olmasın"
Kimi zaman deriz ya, düşmanın kim olduğu ve nerelerde barındığı belli, gidip tepelerine inlerine çök ecen ve hepsini oldukları yere gömerek imha edeceksin.
Ya da, uçaklarla bombaları sallayacaksın, bak o zaman nasıl geberiyorlar, işte tüm bunların, öyle locadan ve öyle uzaklardan göründüğü gibi ve düşünüldüğü gibi, operasyon bölgesinde ve özelliklede, yaşanan silahlı çatışma alanlarında, çokta kolay ve basit olmadığını, kendimce anlaşılsın diye, hiçbir yabancı kelime kullanmadan, yaşanan tüm acı gerçekleri, bir bir anlatmaya çalıştım.
Aslında çok şey var, söylenecek ama her şeyde olduğu gibi, tüm bu anlatılanlarda da, hiçbir şey göründüğü gibi, basit olmadığından ve yazmak, zulüm gibi geldiğinden, dahası insana yeniden, dayanılması güç acılar yaşattığından, artık kendimce, ohal bölgesinde, gerçekleşen ve sınır ötesine düzenlenen, hiçbir askeri operasyonu, anlatmamaya ve yaşadıklarımı, bir daha yazmamaya karar verdim.
İnşallah yüce mevla’n, böyle bir acıyı, bana tekrardan yaşatarak, nasip etmez.
Kendimce almış olduğum, bu kararımın gerekçesi ise; yazarken, beter acılar içerisine düştüğümden;
—canım çok yanıyor,
—korkuyorum,
           —üşüyorum,
          —ıslanıyorum ve
—aç susuz kalıyorum,
dahası kendimi,
—zalim ve çetin bir dağ başında buluyorum.
"bütünacılar hafifler ve azalır,
 yeter ki bir paylaşanın olsun" 
 
{16}

"bu memleketin bir parmak toprağına,
 canım feda olsun"
Ayrıca da; tüm bu olan bitenler karşısında, tekrardan kâbus şeklinde, ölmeden defalarca ölümü, an be an ensemde, beynimde ve bedenimde yaşıyorum.
          Her şeye rağmen yine de, bu çalışma içerisinde, anlatmaya çalıştığım konularda, okuyucunun kafasında oluşabilecek, herhangi bir soruya, acılar ve korkular içerisinde de olsa, kendimce cevap bulmaya hazırım.
Değerli okuyucu; ölümden eskisi gibi, artık ben hiç korkmuyorum, bunun hiçbir tasasını endişesini ve sıkıntısını zerre kadar, bu yaralı ve bu yarım bedenimde artık taşımıyorum, bunun içinde, artık hiçbir nedenim ve sebebim yok, hiçbir nefsin ve hiçbir canlının, belki de, istemediği bu ölümü, kendim için artık istiyorum.
Kim bilir belki de, bu anlamsız ve sebepsiz yere yaşanan çatışmalarda, diğer bazı mağdurlarda, kafasına saplanan bir bombanın, şarapnel parçasıyla veya bedenin derinliklerinden gizlenen, bir roketin parçasıyla, ya da, bağrında sakladığı, kör bir kurşun yarasıdan veya bir mayının beraberinde, alıp götürdüğü ve yerine kısa bıraktığı, kol ya da, bacak acısından, bir an önce, kurtulması ve bir an önce, çekilen bu dayanılması beter, acılarına son vermesi veya yarım eksik vücutlarıyla, tıpkı bir bebek gibi, kendisiyle ilgilenen, acılar ve ıstıraplar içerisindeki, anne ve babasına artık yük olmaması için, belki de, kendi ölümünü, bekliyor ve belki de, bu ölümü benim gibi, onlarda istiyorlardır.
Tabii anlatmak istediğim, onca acılar ve yaşanan onca korkular, ne kadar çok olursa, olsun ve ne kadar sıkıntılı, geçmişse geçsin, bu savaşta kendimi, yenilmiş, yorgun düşmüş ve ezilmiş gibi, bir durumu asla kabul etmiyorum, neticede;
          bir savaş verdik ve bu savaşta, vurduk ve vurulduk, başkada savaşlarda, ne yapıla bilinir ki?
"insan yaşıyla, yaşadıklarıyla değil,
 gördükleriyle ve yaptıklarıyla büyür" 
 
{17}

"bağrımda ki, yara benim yaramdır,
 sen nerdenbileceksin ki? acısını"
Ama başa ne gelirse gelsin, bir şekilde, yaşamaya devam ediyorsun, her şeye rağmen, tüm hızıyla, tüm güzelliğiyle ve olağanca tüm akıcılığıyla, durmaksızın hayatına devam ediyorsun.
Vücudunun derinliklerine kadar, seni dört bir taraftan, çepel çevre sarmış, dayanılması güç acılarına rağmen, nefes alıyorsun ve bir şekilde, hayatını idame ederek, yaşıyorsun ama tarifi hiçbir zaman yapılamayan, yüreğinin derinliklerine bir hançer gibi, saplanan bedendeki bu dayanılması beter acılarla, her gün ve her saat (7/24) birlikte, yaşamak ve en önemli ise, tüm bu acıları vücudunda taşıyarak, bir şekilde, bu yaşamını sürdüre bilmek, insana zor geliyor.
Yeri geliyor, ölümden beter, dayanılmaz ve dayanılması güç olan ıstırapların oluyor, yeri geliyor, geçmek bilmeyen, beter günlerin oluyor ve yeri geliyor, tüm bu olan bitenlere isyan edip, bağırıp çağırıyorsun, niye kendimi bu hale soktum diye.
Bu vatan için, bu millet için, aziz canlarını hiçe sayarak, onca sevenlerine rağmen, gözlerini bir an olsun dahi kırpmadan, hayatların en güzel, baharlarında canlarından olan, kahraman şehitlerimizin arkalarında bıraktıkları, yetimlerine ve bu uğruda, gençliklerini yaşayamadan, vücutlarında çeşitli uzuvlarını kaybederek sakat kalmış, bu memleketin gazilerine, azda olsa, hoşgörülü davranılmasını istedim.
Yeniden yeni hayatlarına bağlanmaları için, yaşama dair özgüvenin, tekrardan eksik bedenlerine gelebilmesi için, gazilere yardımcı olunmasını istedim.
Hayata küsen, topluma küsen ve hiç kimseyle, çektiği acısını paylaşmak istemeyen, ömrünün sonuna kadar, yatağa bağlı bu vatan evlatlarının, ziyaret edilmelerini istedim.
"barış ve barış mücadelesi veren insanlara,
 benden selam olsun" 
 
{18}

"bu akan kanı durduracak,
 bir ilaç yok mu bildiğiniz eczaneden?"
Her türlü engellere ve her türlü zor şartlara rağmen, çekmiş olduğu ve hiç eksiltmeden, çekmeye devam ettiği, dayanılması güç açılarına rağmen, hayata sıkı sıkı tutunmaya çalışan, hayatını bir şekilde, bir başına ve yalnız başına yaşamaya çalışan, memleketin dört bir tarafına dağılmış, bu eksik bedenlerin hatırlanması ve bu bayrak için, bu vatan için, yaptıkları fedakârlıkların, unutulmamasını istedim.
Özetle ben burada toplumun ve fertlerin çokta alakadar olmadığı pekte umursamadığı ve genelde izleyici olarak kaldığı, bir takım bilinen acı gerçeklerini, mızmızlanmadan bir gazinin bakış, açısıyla ve bir gazinin, toplum içerisinde yaşadıklarıyla, bir bir anlatmaya çalıştım.
Emeğin kutsal olduğunu ve emeğe haksızlık edilmemesini, kendimce izah etmeye çalıştım.
       Kendim kesinlikle huysuz, hırçın ve insanlara karşı kindar değilim, severim ve sayarım insanları, sakın bunda ne var diye düşünmeyin, zira herkesin kendi savaşını verdiği, şu biçimsiz hayatta, insan sevmek oldukça zordur.
Tabii bunun yanında, uysal bir koyunda değilim, tevazu ve mütevazı belki de, bizim için vazgeçilmez bir dengedir, hiç bir vakit gururlanmadık, kibirlenmedik ve kimselere karşı gelerek diklenmedik, hiç bir zaman senin için ve sizler için, kendimizi genç yaşlarımızda bu hale soktuk diye bağırıp çağırmadık, hiç kimselere karşı, bu isyan gömleğini giymedik.
Buradaki, tek derdim ve buradaki tek çabam, sadece yaşadıklarımızın bir parçada olsa, başkaları tarafından;
—anlaşılsın ve bilinsin istiyorum,
—askerin hakkı askere ve şehidin geride kalan yetimine öksüzüne ve dul eşine, teslim edilsin istiyorum,  
         onlara çok az, bir saygı ve değer verilsin istiyorum,
       tüm tepinmem ve tüm didinmem bundandır.
"dostlar, yürek barış ister,
 halklar kardeşlik" 
 
{19}

"bu ülke bizim bölünmeyelim,
 hepimize yeter"
—1950'deki, Kore gazileri,
—1974'deki, Kıbrıs gazileri,
—1990 ve günümüze kadar süre gelen şimdiki güneydoğu gazileri;
—bilinizki, yaptıklarınızla bir bir unutuldunuz,
—hadi hepimize, tek tek ve cümle celil, geçmiş olsun.
Yeniden, bir yerde sıfırdan çeşitli zorluklarla, bir başımıza yaşamaya, çalıştığımız ve türlü engellerle dolu, hayatımızda karşılaştığımız sorunlarımız, sıkıntılarımız ve tasalarımız o kadar çok ki,
—tüm bunları bu çalışmanın satırlarına dökmekte, bir hayli zorluk çekiyorum, ayrıca, dile getirmeye çalıştığım, tüm bu talepleri, kendim için kesinlikle istemiyorum, benden geçtiği için, bu saatten sonra olacaklar, artık benim açımdan, çokta fazla bir anlam, ifade etmeyecektir, çünkü kendim bazı şeylere, küs yaşıyorum, tabii bu durumumda, devlete karşı, nankörlük yaptığım anlamına, hiç bir zaman gelmemeli.
Benim buradaki amacım, mazlum durumdaki şehit yakınları ve memleketin dört bir tarafına, dağılmış durumdaki diğer gazilerdir.
Bu duygularla, sesimize kulak veren, biz eksiklerin sorunlarını, sıkıntılarını ve dertlerini, kamuoyuna duyurulmasından dolayı, bizlere kucak açan, tüm okuyuculara;
—aziz kahraman şehitlerimiz,
—geride kalan gazilerimiz,
—şehit ana, baba ile dul eşleri ve yetim kalan, çocukları adına, buradan bu çalışma vasıtasıyla,
—en derin, saygı ve en derin, sevgilerimi sunuyorum,
—alakadar olmayanlar için ise, kendilerine vermiş olduğumuz,
—rahatsızlık ve bıkkınlık için, ayrıca; özür diliyorum.
"sessizliğim zayıflığımdan değil,
 belirsizliktendir" 
 
{20}

 
 
 
 
M U S T A F A B İ L G İ N
Ohal Bölgesinden Kareler
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol