"Dikkat Önemli"
'' O ğ u z 33 '' T i m i 90'lı Yıllarda Terörle Mücaadelenin İçerisinde Yer Almış, Dillere Destan '' O ğ u z 33 '' Timin Yaşadıklarını Anlatan Sitemize Hoş geldiniz, Sizleri Burada Tutabilmek İçin, Yapılması Gereken Her Şey Yapıldı, Umarım Kaldığınıza Değer...!!!>'' O ğ u z 33 '' T i m i
   
  ‘Oğuz33’ Timi
  BENDE ORDAYDIM
 
  


 
Bende ordaydım...
NASIL VURULDULAR

  
kimimiz kolunu, kimimiz postallı ayağını,
acımasız ve dumanlı bir dağ başında bıraktı,
lakin mevzubahis vatan savunması ve bayrak olunca,
eksik bedenlerimizle sürüne sürüne gittik, ölümlerin üstüne.
m. bilgin
(Gazi)

 
"tanıdık tanımadık, herkes koşsun,
boş kalan, ana–baba kucağını, doldurmaya ve tutuşan,
yürekleri biraz olsun, ferahlandı maya."
  
"kırık dökük dünyasını yüreğinde saklayan,
bu acılı insanların hali ne olacak?"

  
"bu vatan hepimizin, vatanı
 ama bu vatanı sadece biz seviyoruz"

ŞEHİT UZMAN JANDARMA ÇAVUŞ İBRAHİM ARMUT

OLAY TARİHİ : AĞUSTOS 1992

OLAY YERİ  :TUNCELİ MAZGİRT ATAÇINAR

OLAYIN ŞEKLİ: PKK TERÖR ÖRGÜTÜNCE PUSUYA DÜŞÜRME



"ne gördük ne bir gün halini sorduk,
 buralardaki insanlar her gün karalar bağlar"
  
"saçlarını, yüzlerini ve ellerini okşadığınız
evlatlarınızın,
 parçalanmış bedenleriyle
karşılaşılandan biri olmak ister misiniz?"
  
"şehit oldu deyip geçiyoruz,
 oysa ne hayatlar sönüyor…"
 
Vatani görevini sıhhiye eri olarak yapan,
Süleyman Ege'nin anlatımıyla;


           Yıl 1991 sonu vatan borcu için kışlanın yolunu tuttum. Samsun Sahra Sıhhıye Er Eğitim Taburunda 3 aylık sıhhıye eğitimi sonunda 1992 Şubat ayının sonunda dağıtımım Tunceli İl Jandarma Komutanlığı Emrine atandı. O zamana kadar Doğu nedir? PKK nedir ? Tunceli neresidir hiç merak etmemiştim. Sadece TRT de o zamanlar yayınlanan Anadoludan Görünüm Programında Ertürk YÖNTEM anlatımıyla doğuda bazı çatışmaların yaşandığını, çatışmada yakalanan teröristlerin pişman olduklarını, öğreniyor güçlü devletimizin terör sorununu yeneceğini dinleyip duruyorduk.
Samsundaki acemi eğitimi esnasında sıhhıye olanların askeri hastanelerde hemşirelerle birlikte askerlik yapacağını söylüyorlardı. Ancak bizim sınıfımız Jandarma olması nedeniyle Jandarmaların Güneydoğudaki Karakollarda ve Komando Timlerine gönderileceği, çatışmalarda yaralanan askerlere ilk yardım yapacağımız söyleniyordu. Gerçekten de öyle oldu. Sınıfı Denizci, Havacı ve Karacı olanların birçoğunun dağıtımı Askeri Hastanelere olmuştu.
Dağıtımım Tunceli’ye çıktıktan sonra haritaya baktım Tunceli ili Türkiye’nin ortasındaydı. Yani Doğu ve Güneydoğuya uzaktı. Derin bir nefes aldım. Ama daha sonra bir arkadaşın getirdiği kitabı “adını yanlış hatırlamıyorsam ‘’bir asteğmenin Tunceli Hatıraları” olacak, bir nefeste okudum ve okuduktan sonra Tunceli’nin de tekin illerden olmadığını terörün orada da olduğunu öğrenmiştim.
On günlük iznin sonunda otobüsle Elazığ iline, oradan da Tunceli ye doğru yola çıktık. Elazığ’a kadar her şey hayatın doğal akışında devam ederken, Tunceli’ye doğru yaklaşınca Otobüs sık sık durduruldu, içeri giren silahlı askerler tarafından kimlik kontrolleri yapıldı. Akşama doğru Tunceli otogarına girildi. Otobüste dağıtım izninden gelen askerlerin yanında memur olarak da görev yapan ve izinden dönenlerde vardı. Giyim kuşam ve konuşmalarından yöre insanı olmadıkları hemen anlaşılıyordu. Ancak kimse kimseyle sohbet etmiyordu.
Benim gibi dağıtım izninden dönen birkaç arkadaşla otobüs mola verince karar almıştık. Otobüsten inince hemen kışlaya teslim olmayacak, çarşıda akşam saat 17.00 yi bekleyecek ve teslim olacaktık. Ancak otobüs terminale girince İnzibatlar bizi otobüsün kapısında karşıladılar ve ortalığın tekin olmadığını, hemen İl Jandarmaya gitmemiz gerektiğini, çarşıda gezmenin yasak olduğunu söylemeleri üzerine ve kışlanın yolunu tuttuk.
Mevsim kış ayı ortalık bembeyaz kar. Tunceli dediğin yer bizim kasabadan accık büyük. Ancak tepeleri var etrafta. Eski askerler, tepelerde Polis Özel Harekâtın bulunduğunu akşam olduğunda izli mermilerin havada uçuştuğunu anlattılar.
Akşam yemeğini yedikten sonra herkes hemşerisini buldu. Sohbetler başladı. İstanbul’da yaşayanlar hemen kaynaştı. O zamanın yöntemi galiba aynı İlden olan askerleri aynı yerde askerlik yaptırıyorlardı. Özellikle Tunceli de 1992 yılında ağırlıklı olarak Konya, Kars, Mersin ve İzmirliler çoğunluktaydı. Diğer illerden de asker vardı ancak ağırlık bu illerdendi. Hemen herkes kendi memleketinde olanla tanışıyor ve bir “toprak” muhabbeti başlıyordu. (askerlikte aynı memleketten olanlar biri birlerine “toprak” diye hitap ederler.) Birkaç İstanbullu yanıma gelerek uzun boylu olmam nedeniyle ehliyetimin olup olmadığını falan sordular. Niyetleri benim ismimi komutanlara verip Tunceli İl merkezinde kalarak komutan şoförü ve ya haberci yapmaktı. Ancak sınıfımın sıhhıye olduğunu öğrenince ‘seni burada tutmazlar “dış karakola” gönderirler’ diyerek benimle ilgilenmekten vazgeçtiler.
Tunceli İl Jandarma Komutanlığında yanılmıyorsam iki gün dağıtım için bekledik. Dağıtımlar belli olunca benim ismim “Mazgirt’e” gidecekler arasında okundu. İl Jandarma Komutanlığında beklediğimiz süre zarfında arkadaşlar ve tanıştığımız usta askerlerle sohbet esnasında hangi ilçenin daha rahat olduğunu, çatışmanın nerede olmadığını öğrenmeye çalışıyorduk. Burada “Ovacık ve Pülümür’e gitmeyin de nereye giderseniz gidin” oralar nispeten daha rahat olur. Ancak Ovacık ve Pülümür’de her gün çatışma çıkar diye söylediler.
O gün minibüslerle Mazgirt’e gittik. Kış ve kar burada daha fazlaydı. Mazgirt İlçe Jandarmada beklerken Komando bölüğünün koğuşlarında yatıyorduk. Buradaki kıdemli arkadaşlarla konuştuğumuzda da, Mazgirt’t e bağlı dış karakollar vardı. Bu karakollar arasında, Bulgurcular, Akdüven, Köprü ve Akpazar Karakolları konum itibarıyla Mazgirt’e yakın köy ve kasabalarda konuşlu olması, ulaşımın kolay olması terör olaylarının olmaması nedeniyle tercih sebebiydi. Ancak Akdüven, Ataçınar ve Darıkent Karakolları uzaklıkları ve terör olayları nedeniyle pek istenmiyordu ve oraya gideceklere nasihatler ediliyordu.
Nihayet seçmeler başladı. Önce beni Uzun boylu olmam nedeniyle Köprü Jandarma Karakoluna gidecekler arasına ayırdılar. Sonra kıyafetlerimden Sıhhıye olduğum anlaşılınca benim Köprü değil de Ataçınar Karakolunda görev yapacağım söylendi. Yaklaşık 10 kişi Ataçınar’a gidecekler arasına seçildik. 
Mazgirt’te bulunduğumuz sürede diğer karakollar gidecekler. Karakollarına aynı gün gönderildiler. Bizler Ataçınar, Akdüven ve Darıkent’te gidecek olanlar ise beklemeye başladık. Bu arada her sabah erkenden sabah  sporu yapıyor Mazgirt içerisinde Marşlar söyleyerek koşuyorduk. İlk defa orada gördüğüm Amasyalı Kasım Uzman Jandarma Çavuş bizlere bu sporu yaptırıyordu. (Sonra Kasım Uzman Jandarma Çavuşunda şehit edildiğini yıllar sonra öğrendim.)
Nihayet karlı yolların açıldığı ve konvoy tertip edileceği hazır olmamız istendi. Bizlere verilen G-3 Piyade tüfeklerini ve şarjörleri aldık. Araçlara silahlı teçhizatlı bindirildik. İlk defa mermileri silahın namlusuna sürdük. Her araca 7-8 kişi çantalarımızla birlikte bindirildik. En önde akrep denilen bir zırhlı araç arkasında 100 metre aralıklarla Land Rower Jipler Mazgirt’ten ayrıldık. Konvoy Önce Bulgurcular köyünde durdu. Burada bir yatılı bölge okulu vardı. Bu Karakolda bu okulu korumak için kurulmuştu. Bulgurcular Karakolunun askerlerini Karakola bıraktıktan sonra konvoy hareket etti.
Karlı yollardan dağlara doğru gidiyorduk. Araçta yanımızda konvoy emniyetinde olan askerler geçtiğimiz yerlerdeki daha önce meydana gelen çatışmalardan bahsediyorlardı. “Şurada konvoyu pusuya düşürdüler, şurada taciz yedik, v.b.” Kar kalınlığı yer yer iki metreye varıyordu. Dozerin yolun sağına soluna yığdığı karlar nedeniyle araçlar boylarınca karların arasından sırayla duman çıkararak gidiyorlardı. O ana kadar her şey yalan gibiydi. Bu sahneleri Vietnam filmlerinden hatırlıyordum. Ama bu bir film değildi. Yola devam ettik.
Darıkent ve Akdüven Karakollarının askerleri de bırakıldı. En son biz Ataçınar askerleri kaldık konvoyda. Son karakola doğru ilerlemeye başladık. Köylerin arasından Peri Suyunun kenarından dağları ve karları yara yara Ataçınar köyüne ulaştık. Ancak çevrede karakol görünmüyordu. Bir tek ev ve bir bakkal vardı.
 Bizi bekleyen Jandarma Devriyesi Kar elbiseli, kar yanığından simsiyah olmuş Mehmetçiklerdi. Bir an “ulan bu zencilerin ne işi var burda” deyecektim ki karşımdaki asker Türkçe konuşuyordu. Ama kar yanığından zenci gibi kalmışlardı. Karakol nerede diye sorduk. “ Tepede, buradan görünmez” dediler.
Devriye Komutanı kendini tanıttı. Adı İbrahim ARMUT’tu. Hepimize hoş geldiniz dedi. O da yanmıştı kardan. Esmerceydi. Bizi gördüklerinde hepsinin gözlerinden mutlulukla parlıyordu. Kimisi terhis yaklaştığından, kimisi nöbet saatlerinin azalacağından kimisi de nedensiz seviniyorlardı.
Çantaları omuzladık. Karlı kaplı bir yokuştan tırmanmaya başladık. Her kesin çantası küçük bir dağıtım çantası. Benimkisi ise kocaman deri bir bavuldu. Tırmanırken zorlanıyorum. Hem silah teçhizat, hem bavul, yokuş çıkmamı zorluyor. Hemen arkamdan intikal eden İbrahim Uzman Çavuşun söylendiğini duydum. “Adama bak sanki tatile geliyor, yanına kocaman bavul almış” dedi. Çıka çıka çıktık karakola. Karakolun sadece çatısı görünüyor her taraf karlarla kaplıydı. Bu karakol U şeklinde yapıldığı için, U tipi Jandarma Karakoluydu deniliyordu. Karakolun çevresi mevzilerle çevriliydi. Mevzilere çıkan yollar kardan bir hendek içinde devam ediyordu.  Sadece karakol çevresine çıkan mevzilerin yolu ve karakol giriş çıkışları birde irtibat hendeği açılmış her yer bembeyaz kar.
İlk günler yalnız nöbet tutmadık. Bir eski birde yeni asker nöbet tutmaya başladık. Daha  sonraki günler tek başına nöbet tutmaya başladık. Nöbetler soğuktan bazen 20 dakikaya inerdi. Nöbetçi onbaşı devamlı mevzileri dolaşır ve çay dağıtırdı. Yavaş yavaş ortama ve bölgeye alıştık.

             On gün sonra bizim karakol bölgesinde bir çatışma çıktı. Çatışmada 12 PKK’lı öldürüldü. PKK’lıların cesetleri bizim karakola getirildi. Helikopter pistine dizildi. İlk defa ölü bir PKK’lıyı orada gördüm. Artık bir savaşın içinde olduğumuzun, işin şakasının olmadığını idrak etmiştik.
Ben Timde görev yapmak istiyordum. Çünkü Tim her gün göreve çıkıyor operasyonlara katılıyorlar ve bizlere yaşadıkları olayları, köylerdeki kızların güzelliklerini anlatıyorlardı. İlk başlarda Time yazdılar. Ama birkaç gün sonra Felah adında telsizci bana gelerek, Karakol komutanına söylediğini bu işi benim ve İzmirli bir arkadaşımın yapabileceğini, gündüzleri yanına gelerek kurs almamızı istedi. İstemeyerek telsiz ihalesi üzerimde kalmıştı. Telsizci olmanın avantajı da vardı. Komutanlara daha yakın olduğundan doğal torpilli gibi oluyordun.
Günler günleri, aylar ayları kovaladı. Bahar geldi, ardından yaz. Bu arada Şemdin SAKIK’ı, Doktor Baran Kod Müslüm DURGUN’u ve Yeşil’i öğrenmiş olduk. Doktor Baran Örgütün Dersim Bölge sorumlusuydu. Daha önceleri sol örgütlerden Partizan, TİKKO ve TKPML gibi sol örgütlerin silahlı propaganda yaptığı Dersim dağları artık PKK’nın da eylem alanıydı. Her gün bir terör olayı meydana geliyordu. Köy basmalar, muhtarları öldürmeler, devlete yakın ailelerin fertlerini öldürmeler, devlete ait araçların yakılması başlamıştı. PKK Tunceli de tozu dumana katmıştı.
Ataçınar Karakolu Bingöl-Tunceli-Elazığ Karakoçan üçgenindeydi. Bu üçgene o zamanlar şeytan üçgeni deniyordu. Çevrede meydana gelen çatışmaları telsizden takip eder, birlikler ve operasyon birlikleri arasındaki telsiz muhaberesine aracılık ederdim. Arazide olmasan da çatışmada olan Tim ve Unsur Komutanlarının teliz konuşmalarını takip eder, gelişmeleri Karakol Komutanına aktarırdım. Özellikle geceleri gizli kodlu mesajlar gelir, onları deşifre ederek mesaj defterine kaydeder karakol komutanına da bildirirdim. İstihbarat birimlerinden gelen duyumlarda genellikle Kıl Deresi, Şişik Ormanlarında bir grup PKK terör mensubunun bulunduğu eylem için hazırlık yaptıkları yazılırdı.
Karakolda 6 rütbeli vardı. Bir karakol komutanı, iki yardımcısı ve 3-4 Uzman Jandarma bulunurdu. O zamanlar Muharebe Güçlü Keşif Kolu adında iki adet devriye vardı. Bu devriyeler karakol bölgesinde dönüşümlü olarak keşif ve gözetleme ile akşam pusu ve dinleme görevleri yaparlardı. Gündüz keşif yapan tim akşam karakol emniyetini sağlar, diğer tim pusu ve dinleme için Karakolu hemen doğusundaki Karataş Tepeye çıkardı.
İki ve ya üç köyde telefon vardı. Askerler ve rütbeliler ailelerine telefon açmak için bu köylere devriyeler düzenlenir ve burada askerler parayla ve sırayla ailelerine telefon açarlardı. İbrahim Uzman Çavuşta bir telefon konuşmasında annesine Eylül ayında yıllık izine geleceğini söylemişti.
İbrahim ARMUT Uzman Jandarma Çavuş 1991 yılı 30 Ağustosta, Jandarma Okullar Komutanlığında mezun olmuş ilk görev yeri olan Tunceli Mazgirt’te göreve başlamıştı. Yaklaşık 11 aydır Ataçınar Karakolunda görev yapmaktaydı. Ara sıra nöbetçi olduğunda sohbet eder, kış aylarında soba başında ortak hayaller kurar, herkes memleket ve sıla özlemini dile getirirdi.
Terör azmış operasyonlar yoğunlaşmıştı. Dallıbahçe köyüne keşif için gittiğimizde yaşlı bir teyze “evladım her gece eve geliyorlar, ekmek istiyorlar, unum ekmeğim kalmadı, bunlarla baş edemez oldum” dedi. Sayılarını sorduğumuzda çok kalabalıklar 70 kişi varlar dedi. Kolay değildi. O yörede yaşayanlar için ihbar yapmak ölümü göze almaktı. Teyze ölümü göze alarak Jandarmaya sığınmıştı.
Yaşlı teyze yarı yamalak Türkçe biliyordu. Gençlerin tamamı Türkçe biliyordu. Ancak ihtiyarların bir kısmı Türkçe bilmiyorlardı. Bu durumda Karslı ve Ağrılı arkadaşlarımız devreye girerler tercümanlık yaparlardı. Gerçi Tunceli de yaşayanlar Zazaca Ağrı ve Karsta yaşayanlar Kırmançı lehçesinde konuşuyorlardı. Genel anlamada tam olarak anlaşamamakla birlikte, sorunları çözmede ve iletişim kurmada işe yarıyorlardı.
Ağustos sıcağı başlamış, Ovacık ve Pülümür’de çatışmalar yoğunlaşmıştı. İl Merkez dış karakolunda görevli Trabzonlu bir asker izne giderken yolu kesilmiş ve PKK’lılar tarafından kaçırılmıştı. Araç konvoy güzergâhlarında mayınlar bulunmuştu.
Ataçınar Karakolunun erzağı, meyve sebze Elazığ Karakoçan’a günlük giden köy minibüsü ile Karakoçan’dan sağlanırdı. Karakoçan’dan yaz aylarında ekmek ve karakol ihtiyacı gelirdi. Kış aylarında ekmeğimizi de kuzine fırınlarda kendimiz yapardık. İşte bu erzak getiren aracı da karakola erzak taşıyorsun diyerek 1992 yazında yaktılar. Güleç köyünde bir köylü kızını köye gelen askerlere iyi davranıyorsun diyerek öldürdüler. Akdüven mıntıkasında Mazgirt’in bir köyünde köy muhtarı ve ailesini çoluk çocuk demeden 11 kişiyi katlettiler, evlerini yaktılar. Bizim karakol mıntıkasında ağaç kesimi yapan ve ağaç taşıyan işçiler ile kamyonları esir aldılar. Daha sonra kamyonları yakarak işçileri serbest bıraktılar. Ağustos ayı sıcak başlamıştı. Hozat Jandarma Komando Taburu uzun süre bizim karakolda kalarak arama tarama, pusu görevleri icra etmişler ancak sıcak temas sağlanamamıştı. Hozat Komando Taburu başka bir bölgeye gidince bizler karakolda baş başa kalmıştık.
20 Ağustos sabahı bir Jandarma Timi, Muhabere Güçlü Keşif Kolu görevini yapmak üzere Alhan ve çevre köylere devriyeye çıktı. Timde Komutanı, Jandarma Astsubay Turan IRMAK, görevli unsur Komutanı Uzm.J.Çvş İbrahim ARMUT’tu. Gündüz keşif görevini yapan tim akşamda saat 21.00’e kadar Ziyaret Tepe de Gözetleme ve Dinleme görevi ifa edecekti. Sabah göreve çıkan Tim akşam saatlerine doğru bulunduğu Alhan köyünden çıktığını, keşif gözetleme yapacağı Ziyaret Tepeye doğru intikale başladıklarını telsizle bana bildirdi.
Ziyaret Tepe Ataçınar Jandarma Karakolunun hemen Kuzey Batısında 4-5 km. mesafede yüksekçe bir tepeydi. Bu tepeye çıkıldığında, Batısındaki Şişik Ormanları, Kuzeyindeki Kıl Deresi sırtları ve Ataçınar köyü ile Derik mezrası gözetleme alanında kalır, bayağı geniş bir bölgeyi gözetleme imkânı sağlardı. Tepenin hemen yamaçlarında bir ev vardı. Timin intikali Karakoldan net bir şekilde görünüyordu. Yamaçtaki eve vardıklarında mola verdiler. 20 dakika molanın ardından tekrar intikale başladılar. Bu arada bizde karakol içtima alanından timin intikaline net olarak görüyorduk. Ben el telsizi ile irtibat sağlıyordum. Hemen telsiz odasının dışında büyük telsizden gelen çağrıları da dinlemeye çalışıyordum.
Tim tepeye 25-30 metre yaklaşmıştı ki yoğun bir silah sesi gelmeye başladı. Arkasından patlamalar oldu. Derhal durumun ne olduğunu sordum bir iki dakika yanıt alamadım. Karakolun kodu o zaman 36 60 tı. Tim Komutanı 36 62, İbrahim Uzman Jandarma Çavuşun kodu da yanılmıyorsam 36 65 ti. Sırasıyla hem tim komutanına hem de Unsur komutanına çağrı yaptım. Hiç birisi cevap vermedi. Çağrılara devam ederken bir taraftan da Karakol komutanı ve diğer time haber verdim. Turan Astsubay heyecanlı bir şekilde pusuya düştüklerini, çatışmanın devam ettiğini bildirdi. Silah sesleri devam ediyordu. G-3 ve Kaleşnikof seslerinin sesinden tanıyorduk. Bu arada ben hemen İl Jandarma Komutanlığına çatışmayı haber verdim.
Bir yandan İl Jandarma komutanlığı ile çatışmanın çıktığı yer koordinatlarını, çatışmada olan timin telsiz kodunu İl Jandarmaya bildiriyordum. Turan astsubaya her hangi bir olumsuz durumun olup olmadığını sordum. O da devamlı 36 65 e çağrı yapıyor ancak cevap alamıyordu. Bende telsizle 36 65 e çağrı yaptığımda çağrılarım cevapsız kalıyordu. Birkaç dakika sonra Turan astsubay telsizle 65’in “Anıt” olduğunu bildirdi. “Anıt” o zaman şehit oldu anlamına geliyordu.
Görevdeki timin pusuya düştüğünü öğrenen karakoldaki tim derhal hazırlandı. Karakol Komutanı Hasan astsubay komutasında hızlı bir şekilde karakoldan çıkarak ve koşarak çatışma bölgesine yetişmeye çalışıyorlardı. Bende bu arada hem çatışmadaki timin son durumu, hem yardıma giden timinle irtibat kuruyor son durumları hakkında bilgi alıyor, bu bilgileri de İl Jandarma telsiz başındaki komutana bildiriyordum.
Çatışma davam ederken Turan astsubay durumun kritikliğinden sağlıklı telsiz konuşması yapamıyordu. Silah sesleri gelmeye devam ediyordu. Ancak benim bazı bilgileri almam gerekiyordu. Başka şehit ve yaralı var mıydı?  Teröristler kaç kişiydi? Teröristlerin kaçış istikameti neresiydi? Öğrendiğim bilgileri derhal yukarıya bildiriyordum.
Çatışma yaklaşık 20 dakika sürdü ve teröristler Ziyaret Tepenin kuzeyindeki ormanlık alana doğru kaçmışlardı. Çatışmadaki Tim tepeye çıktığında takviye giden timde yardıma yetişmişti. Ancak teröristler çatışmadan sıyrılarak, havanın kararmasından da faydalanarak kaçmışlardı.
Hava kararmaya yakın Tunceli Jandarma Bölge Komutanlığı Özel Harekât A timleri helikopterle karakola indi. Kısa bir durum değerlendirmesinden sonra teröristlerin kaçabileceği yere pusu atmak için karakoldan yola çıktılar. Bu arada çatışmaya giren timde şehidimizi karakola getirmeye çalışıyordu. Tim saat 23.00 te karakola girdi. Timdeki görevli askerler Şehit İbrahim ARMUT’u omuzlamışlar karakola kadar omuzlarında getirmişlerdi. Herkesin morali sıfırdı.
Bu arada Tunceli İl Jandarmadan devamlı anonslar geliyor son durum hakkında bilgi alıyorlardı. Çatışmaya giren timin şehitle birlikte karakola ulaştığını öğrendiklerinde, şehidin yaz sıcağından etkilenmemesi için banyoda bekletilmesi ve üzerine çarşaf serilerek devamlı su ile çarşafın ıslatılması isteniliyordu.
Bu işlemi yapmak bana düşmüştü. Sabaha kadar karakolun banyosunda bana söylenen işlemi yaptım. Bu arada şehidin neresinden vurulduğuna baktım. Yüzü sağlamdı. Tam göğüs hizasından yanılmıyorsam bir mermi ile vurulmuştu. Yakından ve nişan alınarak yapılan bir atıştı. Yaptığımız değerlendirmeye göre ve Tim çavuşu Naim Onbaşıyla yaptığım konuşmada, en önde İbrahim Uzman Çavuşla kendisinin yan yana bulunduğunu, zirveye 25-30 metre kala ateşe maruz kaldıklarını, kendisinin sağa mevzi aldığını bu arada İbrahim Uzman Çavuşunda yere düştüğünü gördüğünü, muhtemelen ilk mermide vurulduğunu söyledi.
Ertesi gün pusu yeri gündüz gözüyle incelendiğinde, teröristlerin uzun bir süre buradan karakolu gözetledikleri ve eylem yapma hazırlığında oldukları, terörist kalıntılarından ve emarelerden 1-2 gündür bu tepede bulundukları değerlendirilmişti.
Sabah hava ağarınca helikopterler gelmeye başladı. İl Jandarma Komutanı, Jandarma Bölge Komutanı ve Karargâh subayları karakola geldiler. Şehit İbrahim ARMUT sarı bir ceset torbasına kondu. UH-1 helikopterine taşındı. Şehidimizden kan damlamaya devam ediyordu. O anlar halen gözümün önüne gelir. Şehidimiz kanıyla vatan topraklarını suluyordu. Helikopter karakoldan havalandığında dağların arasında kayboluncaya kadar hepimiz nemli gözlerle gökyüzüne baktık.
Bu olaydan sonra 5 ay daha Ataçınar Karakolunda görev yaptım. Zor bir beş ay olmuştu. Çatışma dediğin iki kurşun sesi, iki patlama, ama arakasında bıraktıkları her çatışma bir acı, her çatışma bir trajedi.
Bundan yıllar önce o pusuyu kuran teröristlerden acaba kaçı hayatta merak ediyorum. Ama Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayacak. Sonsuza kadar yaşaması için daha kaç şehit vermemiz gerekiyor? Bu gün Milletimize bu acıları yaşatanlar yok olmaya mahkûmlar. O gün bu pusuyu atanlar Ziyaret Tepeye bayrak mı diktiler? Kaçı yaşıyorlar? Kaçı kurda kuşa yem oldular? Kaçı örgüt içi infaza mahkûm oldular. O Çatışma emrine veren sözde, Dersim Eyalet sorumlusu Doktor Baran Kodlu eşkıya Müslüm DURGUN geberip gitti. O emri veren Şemdin SAKIK cezaevinde çürüyor. Ama şehidimizin devrettiği bayrak elden ele nesilden nesile aktarılıyor. Dün Tunceli dağlarında, bu gün Dağlıca da, Yarın Aktütün de dalgalanmaya devam edecek.

"bugün anneler günü, kuzusu şehit oldu,
 bu mu anneler günü ödülü"
  
"gözü yaşlı analar dizlerine vurmaktan,
 artık yerinden kalkamaz oldu"
  
"TÜRKİYE CUMHURİYETİ
 analar ağlamasın diye kuruldu"
  
 
 
24 ŞEHİDİN VERİLDİĞİ KARAKOL BASKINI

OLAY TARİHİ : EYLÜL 1992

OLAY YERİ : AKTÜTÜN JANDARMA SINIR KARAKOLU 

OLAYIN ŞEKLİ : KARAKOLA SALDIRI

"bu dağlarda yüzümün üstüne kaç yüz düştü sayamadım,
          kaç yüz birbirinden parçalar halinde ayrıldı sayamadım"
  
"nice yiğitler kopup gittiler de dünyamdan,
 bir hıçkırığı bıraktılar günlerime"
  
"dipteki bu fakir fukara insanların,
 ölmesine kim parmak kaldırıyor, ayağa kalksın"
  
   Aynı çatışmada yaralanıp, bir kolunu, bir bacağını ve bir gözünü kaybeden gazi Murat KOSTAK'ın anlatımıyla;
 
Terörist gruplarının, ana geçiş istikametini kapatan tek bölge, bir vadi içerisinde ve üç ülke sınırlarının kesiştiği kritik bir noktada bulunan Hakkari İli Şemdinli İlçesi Aktütün köyüydü, karakolumuz adını da kuzeydeki çarçele dağından, güneye doğru uzanan sırtlar üzerinde kurulu bulunan, bu küçük mezradan alırdı, hemen hemen her gece, karakolumuz özellikle çevre emniyeti için, tepelerde hazır kıta görevini icra eden timlerimiz, sağdan ve soldan, izli mermilerle taciz edilirdi, öyle ki, sola bir adım attığımızda, İran toprağı, sağa bir adım attığımızda ise, Irak toprağı vardı.
Bölgemizde bilinen tek gerçek şuydu; dağlar gece de gündüz de, PKK’lı grupların kontrolündeydi, yollar ise gece teröristlerin, gündüzleri ise bizimdi, özellikle baskın esnasında kalabalık terörist grupları, karakol krokisi üzerinde, 5 ayrı kanat oluştururlardı, bunlar;
           baskın kanadı, 
           sızma kanadı,
           takviyeye gelen yardımı engelleme kanadı, 
           tuzaklama ve destek kanadıydı.
Her zaman ki gibi, sabah yine erken kalktık, güne başlarken dağlara sis inmiş, gökyüzü simsiyah, yağmur hafif çiselemekte idi, yani bakınca insanın içini soğutan, gözünü korkutan, bir gün bizleri bekliyordu.
Böylesi berbat hava şartlarında, helikopterlerin uçması zordur ve teröristler tarafından, genelde baskınlar bu gibi puslu havalarda yapılırdı, nedeni ise, karakola hava desteğinin, özelliklede civar tepelere konuşlandırılan komando timlerinin, takviye yapmalarının önüne geçmesiydi.
İlk çatışma gece saat 22.00 sıralarında cumartesiyi pazara bağlayan yağmurlu bir havada oldu, teröristler önce karakolun batı ve doğu  emniyetini alan bayrak ve bezele tepelerindeki unsurlara ırak topraklarından ateş etmeye başladılar kısa aralıklarla yaşanan bu çatışma sabaha kadar sürdü bizlerde karakolu çevreleyen tel örgülerine yakın mevzilerimizdeydik.
Öğle saatlerinde terörist grupları, yeniden saldırıya geçti, bu kez daha kalabalıklardı ve her yerden, yoğun şekilde ateş ediyorlardı, aynı mevzii içerisinde, 6 arkadaşımla birlikte, bizlerde ateşin geldiği istikamete doğru, sürekli ateş ediyorduk, kardeşim gibi sevdiğim, Recep’de yanımızdaydı.
(Recep evliydi ve 2 aylık bir çocuğu vardı, bebeğinin yüzünü hiç görmemesine rağmen, yinede telde eşini sıkı sıkı tembihlemişti, illaki oğlumun adını Mert koyun diye. Mert Recep’in en yakın arkadaşı ve badisiydi, bir çatışma sırasında, bu can ciğer dostu, yanı başında şehit düşmüştü.)
Çatışmanın olağanca şiddetiyle, sürdüğü bir sırada, mevziimize birden fazla, el bombası düştü, neye uğradığımızı şaşırmıştık, bombaların büyük bir gürültü ile patlaması sonucu recep’in ayağı parçalandı vücudunun bir çok yerine, şarapnel parçaları saplandı, bu korkunç patlamalar sırasında,
mevziimizdeki ahmet, şenol, bayram ve aşkın isimli arkadaşlarımız, o anda şehit düştü, ben ise kan revan içerisindeydim, recep’le konuşuyorduk, tam bu sırada yanına iki el bombası daha düştü, recep bu bombaları patlamadan alıp teröristlerin üzerine attı, başımızı kaldıramıyorduk, recep sürekli su vermem için yalvarıyordu, ancak daha önce bize 'su vermeyin' denildiği için, onu duymazlıktan geliyordum, lakin acı dolu çağrılarına daha fazla dayanamayarak bu yiğit arkadaşıma birkaç yudum su verdim, çok geçmeden recep'ide oracıkta kaybetmiştik, yardım geldiğinde ise budanmış ağaçtan hiç farkım kalmamıştı, beyin olarak ta resmen bitip yıkılmıştım.
 
 
"yüreğimden can evimden vurdular,
       kınalı kuzumu kara toprağa gömdüler,
      havar ocağımı söndürdüler,
     kolum kanadım kırıldı vatan sağ olsun dediler."
  
"anaların acıları ortaktır,
çünkü acı aynı acıdır"
  
"ağıt ağıttır, her dilde söylenen ağıt,
 gözyaşı ve acıdır"
 

ŞEHİT KOMANDO ER (ONBAŞI) MURAT ALICI

OLAY TARİHİ : KASIM 1992

OLAY YERİ : KUZEY IRAK 

OLAYIN ŞEKLİ : PKK TERÖR ÖRGÜTÜNCE PUSUYA DÜŞÜRME



"ismi dahi konulmamış muhtaç ve yetim bırakılan
boynu bükük çocuklar ile genç yaşlarında dul kalan
bu insanlar ne olacak?"
 
"yoksa 'analarımız ağlamadan, bu kan durmadan, bu ölümler'
bitmeden vatanımıza sahibi olamıyor muyuz?"
 
"bir anne haykırıyor, 
ben oğlumu öldürmeniz için mi doğurdum"

  
           

Aynı çatışmada bulunan P.UZ.ÇVŞ. Mustafa Bilgin'in anlatımıyla;
Cengâver muratla, daha taburdaki ilk günlerimizde, arkadaşlık sınırlarını aşarak, adeta birbirimizle kardeş gibi olmuştuk, hakikaten murat benim için; candan öteye, aynı ana ve aynı babadan olma, kardeşten öteye çok sevdiğim, masum yürekli bir Anadolu insanıydı, ölümün soğuk yüzüyle, bir an olsun bile tereddüt etmeden yüzleşebilecek kadar cesur bir savaşçıydı, kesinlikle ölüm ve korku yüzüne zerre olsun yansımazdı.
Onu tanıdıktan sonra ısrarımla;
—"ben bu adama kefilim, bu adam çok iş yapar"
komutanım sözüyle, içerisinde bulunduğum bölüğümüzün; oğuz33 timine getirmiştik, çünkü o yıllarda, operasyon timleri arasında, inanılmaz bir rekabet vardı;
—"bizim tim daha derli toplu" veya "sizinkiler dökülüyor"
—"hey yavrum, hey" gibisinden,
gözle görünmese de, arazideki davranış biçimlerinden, bir gizli rekabet olduğu anlaşılıyordu, ondan bu kızışma ortamında, bölüğümüzdeki diğer timlerimize nazaran, daha girişken ve daha başarılı olduğumuzdan;
—tüm tabura ve alaya, operasyonlardaki başarılarıyla, cesur ve kahramanlıklarıyla, adeta nam salmıştı,
—alaydaki tüm komutanlar, takdirle karşılardı bu destansı, yiğit ve arsanlar timini.
Murat operasyonlarda verilen emri; hiç sorgulamadan, oflayıp puflamadan ve çıtını dahi çıkarmadan, adeta içini ve canını verircesine, seve seve yerine getirirdi, o derece benim yanımda; sağlam bir insandı, nazarımda bölüğümüzün; en mükemmel askeriydi, çünkü murat timde;
—en çok samimi olduğum ve en çok anlaşabildiğim,
—tek can ciğer arkadaşımdı, benzer taraflarımız çoktu.
Dağı taşı ve silahı, benim gibi oda severdi, birçok operasyonda aynı mevziide yer içer, düşmanla silahlı çatışmaya girerdik, birbirimizin arkasını dizlerimizin üzerinde sürünerek, kolladığımız çok çatışmamız olmuştur.
Tabii tüm bunları; övünmek olsun ya da, marifet olsun diye değil, biraz askerin hakkı için, saygı olsun, kıymeti olsun diye, anlatıyorum.
Murat, kırkpınarda güreş tutan pehlivanlar gibiydi, çok iri bir cüssesi vardı, amiyane tabiriyle, tıpkı bir boğa kadar kuvvetli ve güçlüydü.
Askere gelmeden önce, sivilde fırıncılık yapan Murat, biraz saf ve birazda geç anlardı, yani kendi halinde, dürüst bir arkadaşımızdı.
Tabii geç anlardaki kasıtım, sevmezdi öyle sağa dön sola dön tüfek omuza vs. gibi sıkıcı eğitimleri ve denetleme adı altından yapılan göstermelik tatbikatları, onun varsa yoksa tüm derdi, dağlardı ve operasyondu.
Murat çok iyi niyetli çok temiz pırıl pırıl bir kahramandı her halükarda gitmenin büyük bir cesaret istediği ve her babayiğidin harcının olmadığı, imkânsız gibi görüne en zor görevlere dahi, tebessümler içerisinde;
"ben giderim" diye, adeta koşardı.
Ama bunun yanında, kalbinde hep merhamet taşıdığından çok duygusaldı, sılanın özlemin ve içerisinde, mutluluk olan her şeyin, üzerine hayaller kurardı, bizlere hiç belli etmemesine rağmen, özelliklede annesini çok özlerdi mevziide gecenin bir karanlığında çıpla çıpla ağladığına şahit oldum.
Murat için bu dumanlı dağlarda, iki iki daha dört etmiyordu, mutlaka bir aksilik, bir terslik veya beklenmediği ani bir şeyler olabiliyordu, kaldırırdı indirirdi yahut da, tekmelerdi ama yine de, dört etmez hep eksik kalırdı.
Çocuklarla diyalogu ve arası pek bir iyiydi, köy aramalarında etrafına tüm çocukları, toplayacak kadar ve beraberinde, getirdiği bazı güzel; kumanyaları ve çikolataları, paylaşacak kadar, onları çok seviyordu.
Ayrıca, Murat iyi bir gözlemci ve çok iyi iz sürerdi, derin bir dağ kültürüyle ve doğa kriteriyle yoğrulmuştu, kısacası Murat arazideki pratiği açısından, zengin bir deneyim ve veriye sahipti, deyim yerindeyse örgüte karşı icra edilen tüm kapsamlı askeri operasyonların adeta vazgeçilmeziydi.
Tabii her normal insan gibi, Murat’ta korkardı ölümden, takır takır mermilerin, atıldığı ve gümbür gümbür bombaların patladığı çatışmalardan, her normal insan gibi elbette ki, Murat’ta kaçmak istiyordu, ölümün soğuk yüzünü gösterdiği kalleş pusulardan ve düşmanın çapraz ateşlerinden, Murat’ta her insan gibi başını ellerin arasına koyarak korkuyorum diye bağırdığı durumlarda elbette ki olmuştur, tv’deki şehitler arasına isminin geçmesini, elbette ki her insan gibi, Murat’ta istemezdi ve bunun için hep korkmuştur;
—insan ölümünü, nasıl isteyebilir ki?
—insan sevdiklerinden ve sevenlerinden, ayrılma duygusunu içinde, nasıl taşıyabilir ki?
Ama yine de, korku dağları bizi sürekli kayalara bir bir çarparak, canımızı acıtsa da, bu korkularımıza canımız pahasına yenik düşmeyerek arkamızda onca sevenimizin olduğunu bildiğimiz halde, hepsini bir kenara bırakarak, hiçbirini düşünmeden, operasyonlarda özelliklede düşmanla yaşanan silahlı çatışmalarda, defalarca korkusuzca ölümlere, koştuğumuz ve dizlerimizin üzerinde, göğsümüzün körük misali gibi, nefes nefese sürünerek, düşmanımızla savaştığımız durumlarımızda olmuştur.
Mevziilerde geçmek bilmeyen karanlık gecelerde, bizlere şöyle derdi;
           
—ölümün bir an olsun eksik olmadığı, acımasız dağ başlarında;
—"dur" gel teslim ol demenin, hiç kimseye, hiçbir yararı ve hiçbir faydası olmuyor, çünkü ilk fırsatta, birimiz diğerini gözümüzü kırpmadan, delik deşik edercesine ve parçalarcasına, geberterek öldürüyoruz,
ya da, ikimiz aynı anda, zalim hırçın bir dağın başında ölüyoruz,
birde bilmem kaç bin yıldır, kardeş olacağız,
birde aynı kanda, et tırnak olacağız,
dahası bu nasıl bir kahramanlık ki, bu nasıl bir savaş ki, bu nasıl bir hesap ve kitap ki, böyle halkıyla, kendi insanıyla, kendi topraklarında, kendi kardeşiyle, göğüs göğüsse ve vuruşarak, ölümüne savaşıyor?
dahası bir kardeşin, bir kardeşini öldürmek için, fırsat kollaması ve birbirilerini kovalama­sı, ne büyük bir trajedi, anlamadım gitti, ne adamlarız.
Bir örgütü çözmek için, en etkili bilinen iki yol vardır diye Murat sohbetine kaldığı yerden devam ederdi;
—birincisi, kendi adamını aralarına koymak,
—ikincisi ise, onlardan adam kazanmaktır,
—birinci yol hem uzun hem de tehlikelidir, ayrıca aralarına sızmak için bile olsa, haklarında yeterince bilgi sahibi olmak lazımdır,
—ama ikinci yol, eğer dikkatli olunur ve kanca takılacak adam isabetli seçilirse, neticeye sizi daha kolay, daha çabuk ve daha hızlı ulaştırır.
Bir yerde insan düşünmeden edemiyor, askerlik çağı gelen, memleketin kodaman çocuklarından birkaçını bulup bu dağlara getirerek öldüreceksin sonra da teröristlerle çıkan silahlı çatışmada şehit oldu diye kırmızı bayrağa sarıp koca tepe ya da teşvikiye camisine göndereceksin bak o zaman ateş onlarında malikânesine düşünce bu kan nasıl duruyor diye söylenir dururdu.
Murat operasyonlarda şahit olduğu bazı olayları yorumlarken, rahat bir şekilde içinden geldiği gibi görüşlerini bizlere şöyle aktarırdı;
—bazı kansız sütü bozuklar yüzünden, bazı gözünü kan bürümüş, çakallar ve hainler yüzünden, sanki bir yerde cinayet işliyoruz, kaç leşiniz var, kelle aldınız mı, haydi göreyim sizi koçum, bu operasyonda kelle almadan arkanızda leş bırakmadan sakın dönmeyin, düşünce ve mantığıyla, bile bile öldürüyoruz ve adam vuruyoruz, hatta operasyonlardaki bu ölümler için, devletimizden törenlerle ödül ve madalya dahi alanımız oluyordu.
Ohal bölgesinde öyle bölük komutanı vardı ki, "bir kelle alanın askerliğini kısaltarak hayatını değiştireceğim" şeklinde bilinçaltına kazılarak yerleşecek olan cümlesi dahi oluyordu, sırf bu mücadele içerisinde, kendinden söz ettirmesi ve üstlerden, tebrik mesajları kendisine yağması için.
Keşke, çatışmalarda ve dağ başlarında, çürümeye terk edilen cahilliğin pençesindeki küçük yaşlardaki, kandırılmış fakir fukara teröristlere, devletimiz bir büyüklük ve bir babalık yaparak, onlara şefkatli yüzünü gösterip, topluma kazandırarak bizim saflarımıza katsa.
Kısacık bir ömür sürmelerine rağmen yaşlarının üzerinde kocaman bir beyin ile pişmiş ve yetişkin insanlar gibi, inandıkları ve kandıkları davaları uğruna canlarını nasıl verebiliyorlar?
Gerçekleşmeyecek bir hayal uğruna, bu insanlık dışı mücadeleyi ve azmi nasıl gösterebiliyorlar?
Kardeşi kardeşe aynı coğrafyada ve aynı topraklarda birbirine kırdıran bu iğrenç tezgah, nasıl bir oyun ki biri gözünü kırpmadan mücadelesi uğruna seve seve ve en önemlisi ise, son nefesini verirken dahi, propagandasını yaparak geride bıraktığı ailesini zerre olsun, düşünmeden ölüme gidiyor, diğer birisi ise, arkadaşımı kurtarırım olmasa onunla birlikte inandığım davam uğrunda ölürüm, ruhu ve düşüncesiyle harekât edebiliyor?
—bu nasıl bir dava böyle?
—bu nasıl bir inanmışlık ruhu böyle?
—bu nasıl kandırılma ve beyin yıkama olayı böyle?
—hiç insan bir başkası için ölüme böylesine koşar mı?
—seve seve bir başkası için, intiharı seçerek böylesine ölüme gider mi?
—en önemlisi ise, nasıl oluyor da, bu çocuk yaşlarındaki gençler, daha düne kadar, sıradan bir insanken ve daha düne kadar bir hiçken, bugün ölüm makinelerine dönüştürülerek, halkın birer kahramanı olarak gösterilebiliyor?
—doğrusu, insanın beynini bulandıran bu gibi sorularla, boğuşmadan insan kendini alamıyor, ayrıca burada teröristlere acıdığımdan veya onları övmek, bir kahraman yapmak, ya da kendi yaptıklarımı, bir meziyetmiş gibi göstermek için, tüm bu olan bitenleri anlatmıyorum, bu teröristlerin acılar içerisindeki, yaralı halleriyle ve her defasında, bir yerinde kurşun yarası almalarına rağmen, teslim olmamak için, her şeyi kafalarına koydukları için, o an başlarına mermide yağsa, bombada yağsa, uğrunda canı pahasına inandığı, ekmek su ve ailesinin üstünde, tutuğu ve öyle kandıkları bu davalarından ve bu mücadelelerinden asla vazgeçmeyecek, kararlığı sergiledikleri için, bu duruşlarını ve bu insanüstü, mücadelesini bağırırcasına, bireysel olarak ortaya çıkardıkları için, bunları anlatıyorum.
Keşke teröristler gibi bizlerde, bu mücadelemize içten gönülden ve bedenden, gelen istekli duygularla, canla başla inanıyor olsaydık, keşke teröristler gibi bizlerde, bu kararlığımızdan asla vazgeçmeyerek, kendimizden yapılması gereken, fedakârlıkları yaparak ve sarf ederek, yaşanacak olan tüm zorluklara ve tüm engellere yılmadan göğüs germesini bilseydik, dahası başımıza mermi de yağsa bomba da yağsa, inandığımız bildiğimiz ve kandığımız davamız uğruna her şeyimizi, hatta canımızı dahi, gözümüzü hiç kırpmadan ve çekinmeden seve seve
bu uğurda yaşanacak, onca ıstırap ve dayanılması güç acılara rağmen, teröristler gibi bunu yapa bilseydik.
Keşke teröristin yardımına koşan, arkadaşı gibi bizlerde;
—"öylesine değil, ölümüne"
güç durumdaki, kanlar içerisinde olan, yaralı silah arkadaşımızın, yardımlarına, feryatlarına ve susuzluktan, çatlayan dudaklarını ıslatmak için;
—"geldim yetiştim tertip" dercesine,
canla başla ölümüne, koşa koşa onu kucaklayabilseydik.
Kurşun yağmurları altında, savaşın orta yerinde kalan, arkadaşımızı düşmana bırakmayarak, canını canımız sayarak, dayanışma ruhu içerisinde, elinden tutup onu keşke sırtımızda taşıyabilseydik;
—"bu yükü niye taşıyorum" demeden,
böylesi ağır bir yükün altına, silah arkadaşımız için, keşke girebilseydik.
Keşke korunaklı bir kayanın arkasına geçmeyerek;
—"bana ne, memleketi ben mi kurtaracağım?" diyerek,
savaş meydanlarında ve çatışma alanlarında, gizleniyor olmasaydık.
Keşke teröristi kurtarmaya gelen arkadaşı gibi bizlerde;
—"ölüyorum" diyen,
silah arkadaşımızla, aynı yerde, aynı yolda, yan yana ve omuz omuza, onunla birlikte siperlerde can vermeyi bilseydik.
Zor koşullar içerisinde uzayıp giden, acımasız dağ başındaki bu savaşı, keşke bu memleket ve bu bayrak uğruna, onlar gibi vere bilseydik.
Elbette ki, bizlerde bu çetin yol vermeyen zalim ve acımasız dumanlı dağ başlarındaki, mücadelemizde ve bitmek nedir bilmeyen, yoğun geçen yorucu operasyonlarımızda, özelliklede düşmanla girilen pusu gibi bazı korkunç silahlı çatışmalarımızda, daha hayatının baharını yaşamadan, gencecik kınalı ana kuzusu fidanları, şehit vererek, ağır bir bedel ödeyip, bir faciayı bu uğurda, acılar içerisinde yaşayabiliyorduk.
—böylesi bir felaketi, yaşamak ne demek bilir misiniz?
—her anı ölüm, olan ve ölümden, daha beter katlanılması, güç bir acıyla, yağmur misali kurşunlar altında, yanı başınızdaki arkadaşınızla, ümitten başka hiç bir şeyin kalmadığı anlarda,
—helalleşmek,
            —helallik istemek,
—nasıl nefes, alındığını ve hala nefes alıyorsa,
—nasıl yaşadığının, ne demek olduğunu, bilir misiniz?
Her ne kadar, böylesi bir durumu yaşamayan, bilmez ve anlayamasa da, tabii ki, zulmün at koşturup, cehenneme çevirdiği bu topraklarda, terörle mücadele, o kadar sanıldığı gibi;
—"tepelerine inecen, inlerine toptan gömecen"
şeklinde kolay, basit ve kısa bir iş değildir.
Sonuçta gencecik yaşlarımızda;
—"devletimizin bekası için ve yüce milletimizin, selameti için"
elimizde silahla, düşmana karşı savaşıyoruz.
Tabii ki bu mücadelenin bir bedeli o şekil bu şekil mutlaka olacaktır ve çıkacaktır çünkü bir yerde, sinsi azılı düşmanımızla ölümüne vuruşarak mücadele ediyorsun, konuşarak ya da, anlaşarak müzakere yapmıyorsun, elbette ki, şehitlerimizle teröristlerin aynı kefeye konulması, mümkün değildir ama burada şunu içtenlikle itiraf etmeliyim ki, bu uğurda verdiğimiz mücadelemizde, bazı teröristler gibi, hiçbir zaman yüreğimizle hareket etmedik, teröristler gibi, sele dönüşecek halimiz, hiçbir zaman olamadı, bazı teröristler gibi, hiçbir zaman, can veremedik ve terörist gibi, hiçbir zaman davamız uğruna böylesine, son nefesimizi verircesine, seve seve ölümlere, koşarcasına ve coşarcasına giderek, ağır bedeller ödemedik.
Murat bir tarihte, ohal bölgesinde yaptığımız, bir gece operasyonundan sonra, çok ender rastlanan, bir şansızlık ve yanlış bir anlaşılma yüzünden, haksız yere bölük komutanımız tarafından, "oğuz33" timinden kovulduktan sonra, bölüğümüzün yemekhanesine mahkûm edilmiş ve gözü gibi baktığı, silahı elinden alınarak, bu aslan parçası arkadaşımız, en ağır şekilde cezalandırmıştı, sonraki günlerde bölüğümüzün yemekhanesinde, bir nevi sorumlu kişi olarak, yalnız başına kalmaya başlamıştı.
(keşke teskeresini alana kadar, Murattımız hep cezalı kalsaydı.)
Murat bölüğümüz genelde operasyonlarda iken, aylarca sıcak yemeğin çıkmadığı, sırf kap kaçaklara, baksın ve bölüğün, demirbaş malzemesini korusun diye, bir başına kaldığı yemekhanede, kendini teselli etmek, can sıkıntısını gidermek ve geçmek bilmeyen vaktini geçirmek için kendi kendine iplerden ve mermi çekirdeklerinden, bir şeyler yapar dururdu, memleketindeki arkadaşlarına hediye etmek için, 2 kleş mermisinin boş kovanını yan yana getirerek, süper çakmaklar dahi yapardı, ayrıca çok kalın bir anı ve bir hatıra defteri tutardı, çoğu günlerini bu defterine ayırırdı, birde arada kendi başına bulmaca çözerdi, tabii birkaç günün öncesine ait gazetenin bulmacasını çözerdi, çünkü o yıllarda ohal bölgesinde, günlük gazete okunması, bir yerde mümkün değildi, batıda herkesin haberdar olduğu bir mevzuu ve bir havadisi, bizler ancak birkaç gün sonra öğrenebiliyorduk, bunların haricinden kendisi başkada bir şey yapmazdı.
Sonuçta; Murat bölük komutanımız tarafından, timden kovularak cezalı olmasına rağmen, 1992 yılında Kuzey Iraktaki PKK’ın zap kampına yapılan çok kapsamlı sınır ötesi askeri operasyonuna, Alay’da herkes gibi oda katılmış ve eve dönüş yolunda, yaşanan bir çatışmada Mehmetçiğin silahından çıkan kurşunlarla, şehit düşmüş ve aramızda ayrılmıştı.
İki ateş arasında kaldığımız, korkunç silahlı çatışmada, kollarımın arasında bana söylediği o son sesi, ömrüm sürdükçe asla unutmayacağım, her andığımda, o an ki, kadar canlı olan bu ses "bana yardım et" diye, gözlerimin içine baka baka söylediği son sözüydü, onu korumayı ne kadar isterdim, yardım edebilecek halde olsaydım, bunu murat için, gözümü kırpmadan, seve seve yapardım, o kadar tükenmiş ve çaresizdik ki?
—böylesine güzel boylu bir fidanı, bir hiç uğruna kaybetmek, insana zor geliyor, böylesine gözü pek yiğit bir kahramana, çaresizlik içerisinde ve bir şey yapmadan, kollarının arasında akıp gitmesi, insana zor geliyor, böylesine insan sevdalısı insanı kaybetmek, gerçekten insana, çok zor ve çok güç geliyor.
Çünkü murat tabura gelmiş geçmiş; en fakir, en temiz, en fedakâr, en alçakgönüllü ve en savaşan bir cengâverdi, yüreğinin yalın sevgisiyle kötülükleri kıskandıracak, bütün bir güzelliği taşıyan, sırtını güven içerisinde dayayabileceğin, benzersiz dost doğru bir kişiydi, onun gibisini, biz bu hırçın ve dumanlı dağ başlarındaki, siperlerde ve çatışmalarda, az gördük.
Senin şahadetinin ardından, çok şey olupbitti Muradım.
Ancak bir şey var ki, o hiç değişmedi ve değişmeyecek, o da sana, insanlığına, kahramanlığına ve kapkara bahtımıza inat, delice yiğitçe siperlerde, dağlara, taşlara ve çakallara, gözlerdeki cesaretle, parıltı dolu ışıklarla gönlünden aktığı gibi adeta insanı komalık edercesine haykırdığın beter bela türkülerine, olan bitmek tükenmek nedir bilmeyen, hayranlığım ve sana olan, sonsuz özlemimdir.
ŞÜKRAN,
GURUR ve ÖZLEMLE seni hep anıyorum,
ruhun şad olsun, kahraman aziz kardeşim.
—yiğit ve fakir şehidimizin, işi gücü rast gelsin, mekânı cennet, ebediyete giden yolu hep açık olsun, şehit muradımızın kahramanlıklarını ve özellikle, çatışmalardaki cengâverliklerini, kartal tepesinde, lekelenmesin, kirlenmesin, hiçbir zaman, masmavi göklerden ve yükseklerden, inmesin diye, göğsünde taşıdığı ve düşman mevziisine gururla, öperek ve komando narasıyla astığı, kahramanlıkla dolu yüreğiyle, gönderde dalgalanarak görmek, istediği ve dik tuttuğu, Türk bayrağımızı,
—acımasız dumanlı dağ başlarında, vakit gecenin bir yarası, âlem kim bilir belki de, kaçıncı uykusunda ve kaçıncı rüyasında ama murat mevzii içerisinde, nöbetti bittiği halde, kaldırmaya kıyamadığı, silah arkadaşının, nöbetini hiç gocunmadan, gülümsemeler içerisinde tutmasını,
—şahin gözlü kahraman pilotlarımızın, helikopter ile havadan bırakarak, sağa sola gelişi güzel, dağılmış ve hiçbir daldanın olmadığı, sağanak şeklinde kıyamet gibi, yağan yağmurun altındaki, insanüstü bir çabayla, her halükarda gitmenin, güç ve çetin olduğu aşağı inmenin ise, tehlikeli olduğunu ve ölümün kaçınılmaz olduğunu bildiği halde gözünü kırpmadan, adeta ölümü pahasına, ekmek torbamızı koşa koşa onca ağırlığı sırtında taşıyarak mevziilerimize çamurlar içerisinde tırmanarak, getirmesine ve hamur olmuş bu ekmekleri, boş konserve kutuları içerisinde ya da bir parça teneke üzerinde bana ve diğer arkadaşlarına, pişirdiğini ve asla unutamayacağımız, bu fedakârlığını ve bu cefa dolu vefakârlığını,
—dumanlı dağ başlarında, isyan karası geçmeyen mahkum kapkara katran o zemheri uzun gecelerde, dibi görünmeyen dipsiz kör karanlık bahtımıza inat bir gün düşlerimize ve hayallerimize kavuşacağımız inancı ve özlemiyle; hep aydınlık, hep özlem ve hep umut dolu, dağlara taşlara ve soysuz çakallara, gururla söylediğimiz, bela beter türkülerimizi,
—canı gibi sevdiği, silahı pas tutmasın ve bir an olsun, tutukluluk yapmasın diye, ayağındaki botunun birinin bağcık sız, olmasını ve katığı olan konservesinin yağını silahının namlusunda ve bakımında kullanmasını,
—düşmanın kancık pusularına karşı, bin dertle ve bin hüzünle geçen simsiyah kapkaranlık gecenin buz gibi ayazında, üzerindeki pançoyu, çetin geçen karakışlarda üşümesin ve al al olmuş yanakları donmasın diye, soğuğun ayazında üstüne ve bedenine çiğ düşmesin diye, mevziisinde, tıpkı anasının rahminde toplanmış vaziyette ve soğuktan kıvranarak yatan arkadaşının üstünü, tebessümler içerisinde örtmesini,
—bir gün dahi yılmadan, vatan yoluna baş koymuş, bayrak sevgisini yüreğine ilmik ilmik işleyen, cennet bahçesine, gül bahçesine gireceğine, zalim kara toprağın koynuna bir şahin gibi düşen ve oyukta belki de, üzerini gecenin bir karanlığında, solukların buz tuttuğu, kurşun gibi ağır fırtınalı bir havada, üşümesin diye, kendi pançosuyla örttüğü, kıyamadığı arkadaşının, silahından çıkan kör bir kurşunla, hiç hak etmediği bu ölümünü ve Kartal tepesindeki insanüstü mücadelesini ve annesine vermiş olduğu sözü tutmak için yaptığı tüm fedakârlıkları, asla unutmayacağım.
Fakirliğin pençesinde büyük acılar çekerek yaşayan ama vatanın bölünmez bütünlüğünden yana, bir gün olsun dahi, yılmadan üstüne düşen her türlü görevi canı pahasına, kanının son damlasına kadar, mücadelesini veren ve gülümsercesine, tebessümler içerisindeki, son nefesinde dahi, vatan bayrak demesini bilen, can dostum, yattığın mekân cennet olsun.
Yüce mevla, başta kişiliği ve cesur yürekliliğiyle, hepimizin gönlüne taht kuran, kahraman şehidimiz murat olmak üzere, tüm isimsiz şehitlerimize, tekrardan Allah gani gani rahmet eylesin.(âmin)
—bu vatan, ona ve onun gibi nice yiğitlere minnettardır.

"annelerin şehidinin buz gibi mezar taşına
bayramda sarılarak, gözyaşı döktüğünü biliyor musunuz?"
  
"gelen devrildi,
bir bir devrilenlerin üzerine"
 
"bayraklara sarılıp,
 ne kadar ısınabilirsiniz ki?
"
  
 Başta 'oğuz33' timin aileleri olmak üzere, tüm şehit ailelerine tekrardan başsağlığı diliyorum.

Mustafa BİLGİN
P.KD.UZM.ÇVŞ.
'oğuz33'TİMİ UNSUR KOMUTANI

 
"oğuz33" timi
 
 
 
Sıradaki Konu Başlığını Okumak için

Ya da anasayfaya Dönmek için lütfen tıklayınız...

 
 
 
 
M U S T A F A B İ L G İ N
Ohal Bölgesinden Kareler
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol