Cengâver muratla, daha taburdaki ilk günlerimizde, arkadaşlık sınırlarını aşarak, adeta birbirimizle kardeş gibi olmuştuk, hakikaten murat benim için; candan öteye, aynı ana ve aynı babadan olma, kardeşten öteye çok sevdiğim, masum yürekli bir Anadolu insanıydı, ölümün soğuk yüzüyle, bir an olsun bile tereddüt etmeden yüzleşebilecek kadar cesur bir savaşçıydı, kesinlikle ölüm ve korku yüzüne zerre olsun yansımazdı.
Onu tanıdıktan sonra ısrarımla;
—"ben bu adama kefilim, bu adam çok iş yapar"
komutanım sözüyle, içerisinde bulunduğum bölüğümüzün; oğuz33 timine getirmiştik, çünkü o yıllarda, operasyon timleri arasında, inanılmaz bir rekabet vardı;
—"bizim tim daha derli toplu" veya "sizinkiler dökülüyor"
—"hey yavrum, hey" gibisinden,
gözle görünmese de, arazideki davranış biçimlerinden, bir gizli rekabet olduğu anlaşılıyordu, ondan bu kızışma ortamında, bölüğümüzdeki diğer timlerimize nazaran, daha girişken ve daha başarılı olduğumuzdan;
—tüm tabura ve alaya, operasyonlardaki başarılarıyla, cesur ve kahramanlıklarıyla, adeta nam salmıştı,
—alaydaki tüm komutanlar, takdirle karşılardı bu destansı, yiğit ve arsanlar timini.
Murat operasyonlarda verilen emri; hiç sorgulamadan, oflayıp puflamadan ve çıtını dahi çıkarmadan, adeta içini ve canını verircesine, seve seve yerine getirirdi, o derece benim yanımda; sağlam bir insandı, nazarımda bölüğümüzün; en mükemmel askeriydi, çünkü murat timde;
—en çok samimi olduğum ve en çok anlaşabildiğim,
—tek can ciğer arkadaşımdı, benzer taraflarımız çoktu.
Dağı taşı ve silahı, benim gibi oda severdi, birçok operasyonda aynı mevziide yer içer, düşmanla silahlı çatışmaya girerdik, birbirimizin arkasını dizlerimizin üzerinde sürünerek, kolladığımız çok çatışmamız olmuştur.
Tabii tüm bunları; övünmek olsun ya da, marifet olsun diye değil, biraz askerin hakkı için, saygı olsun, kıymeti olsun diye, anlatıyorum.
Murat, kırkpınarda güreş tutan pehlivanlar gibiydi, çok iri bir cüssesi vardı, amiyane tabiriyle, tıpkı bir boğa kadar kuvvetli ve güçlüydü.
Askere gelmeden önce, sivilde fırıncılık yapan Murat, biraz saf ve birazda geç anlardı, yani kendi halinde, dürüst bir arkadaşımızdı.
Tabii geç anlardaki kasıtım, sevmezdi öyle sağa dön sola dön tüfek omuza vs. gibi sıkıcı eğitimleri ve denetleme adı altından yapılan göstermelik tatbikatları, onun varsa yoksa tüm derdi, dağlardı ve operasyondu.
Murat çok iyi niyetli çok temiz pırıl pırıl bir kahramandı her halükarda gitmenin büyük bir cesaret istediği ve her babayiğidin harcının olmadığı, imkânsız gibi görüne en zor görevlere dahi, tebessümler içerisinde;
"ben giderim" diye, adeta koşardı.
Ama bunun yanında, kalbinde hep merhamet taşıdığından çok duygusaldı, sılanın özlemin ve içerisinde, mutluluk olan her şeyin, üzerine hayaller kurardı, bizlere hiç belli etmemesine rağmen, özelliklede annesini çok özlerdi mevziide gecenin bir karanlığında çıpla çıpla ağladığına şahit oldum.
Murat için bu dumanlı dağlarda, iki iki daha dört etmiyordu, mutlaka bir aksilik, bir terslik veya beklenmediği ani bir şeyler olabiliyordu, kaldırırdı indirirdi yahut da, tekmelerdi ama yine de, dört etmez hep eksik kalırdı.
Çocuklarla diyalogu ve arası pek bir iyiydi, köy aramalarında etrafına tüm çocukları, toplayacak kadar ve beraberinde, getirdiği bazı güzel; kumanyaları ve çikolataları, paylaşacak kadar, onları çok seviyordu.
Ayrıca, Murat iyi bir gözlemci ve çok iyi iz sürerdi, derin bir dağ kültürüyle ve doğa kriteriyle yoğrulmuştu, kısacası Murat arazideki pratiği açısından, zengin bir deneyim ve veriye sahipti, deyim yerindeyse örgüte karşı icra edilen tüm kapsamlı askeri operasyonların adeta vazgeçilmeziydi.
Tabii her normal insan gibi, Murat’ta korkardı ölümden, takır takır mermilerin, atıldığı ve gümbür gümbür bombaların patladığı çatışmalardan, her normal insan gibi elbette ki, Murat’ta kaçmak istiyordu, ölümün soğuk yüzünü gösterdiği kalleş pusulardan ve düşmanın çapraz ateşlerinden, Murat’ta her insan gibi başını ellerin arasına koyarak korkuyorum diye bağırdığı durumlarda elbette ki olmuştur, tv’deki şehitler arasına isminin geçmesini, elbette ki her insan gibi, Murat’ta istemezdi ve bunun için hep korkmuştur;
—insan ölümünü, nasıl isteyebilir ki?
—insan sevdiklerinden ve sevenlerinden, ayrılma duygusunu içinde, nasıl taşıyabilir ki?
Ama yine de, korku dağları bizi sürekli kayalara bir bir çarparak, canımızı acıtsa da, bu korkularımıza canımız pahasına yenik düşmeyerek arkamızda onca sevenimizin olduğunu bildiğimiz halde, hepsini bir kenara bırakarak, hiçbirini düşünmeden, operasyonlarda özelliklede düşmanla yaşanan silahlı çatışmalarda, defalarca korkusuzca ölümlere, koştuğumuz ve dizlerimizin üzerinde, göğsümüzün körük misali gibi, nefes nefese sürünerek, düşmanımızla savaştığımız durumlarımızda olmuştur.
Mevziilerde geçmek bilmeyen karanlık gecelerde, bizlere şöyle derdi;
—ölümün bir an olsun eksik olmadığı, acımasız dağ başlarında;
—"dur" gel teslim ol demenin, hiç kimseye, hiçbir yararı ve hiçbir faydası olmuyor, çünkü ilk fırsatta, birimiz diğerini gözümüzü kırpmadan, delik deşik edercesine ve parçalarcasına, geberterek öldürüyoruz,
—ya da, ikimiz aynı anda, zalim hırçın bir dağın başında ölüyoruz,
—birde bilmem kaç bin yıldır, kardeş olacağız,
—birde aynı kanda, et tırnak olacağız,
—dahası bu nasıl bir kahramanlık ki, bu nasıl bir savaş ki, bu nasıl bir hesap ve kitap ki, böyle halkıyla, kendi insanıyla, kendi topraklarında, kendi kardeşiyle, göğüs göğüsse ve vuruşarak, ölümüne savaşıyor?
—dahası bir kardeşin, bir kardeşini öldürmek için, fırsat kollaması ve birbirilerini kovalaması, ne büyük bir trajedi, anlamadım gitti, ne adamlarız.
Bir örgütü çözmek için, en etkili bilinen iki yol vardır diye Murat sohbetine kaldığı yerden devam ederdi;
—birincisi, kendi adamını aralarına koymak,
—ikincisi ise, onlardan adam kazanmaktır,
—birinci yol hem uzun hem de tehlikelidir, ayrıca aralarına sızmak için bile olsa, haklarında yeterince bilgi sahibi olmak lazımdır,
—ama ikinci yol, eğer dikkatli olunur ve kanca takılacak adam isabetli seçilirse, neticeye sizi daha kolay, daha çabuk ve daha hızlı ulaştırır.
Bir yerde insan düşünmeden edemiyor, askerlik çağı gelen, memleketin kodaman çocuklarından birkaçını bulup bu dağlara getirerek öldüreceksin sonra da teröristlerle çıkan silahlı çatışmada şehit oldu diye kırmızı bayrağa sarıp koca tepe ya da teşvikiye camisine göndereceksin bak o zaman ateş onlarında malikânesine düşünce bu kan nasıl duruyor diye söylenir dururdu.
Murat operasyonlarda şahit olduğu bazı olayları yorumlarken, rahat bir şekilde içinden geldiği gibi görüşlerini bizlere şöyle aktarırdı;
—bazı kansız sütü bozuklar yüzünden, bazı gözünü kan bürümüş, çakallar ve hainler yüzünden, sanki bir yerde cinayet işliyoruz, kaç leşiniz var, kelle aldınız mı, haydi göreyim sizi koçum, bu operasyonda kelle almadan arkanızda leş bırakmadan sakın dönmeyin, düşünce ve mantığıyla, bile bile öldürüyoruz ve adam vuruyoruz, hatta operasyonlardaki bu ölümler için, devletimizden törenlerle ödül ve madalya dahi alanımız oluyordu.
Ohal bölgesinde öyle bölük komutanı vardı ki, "bir kelle alanın askerliğini kısaltarak hayatını değiştireceğim" şeklinde bilinçaltına kazılarak yerleşecek olan cümlesi dahi oluyordu, sırf bu mücadele içerisinde, kendinden söz ettirmesi ve üstlerden, tebrik mesajları kendisine yağması için.
Keşke, çatışmalarda ve dağ başlarında, çürümeye terk edilen cahilliğin pençesindeki küçük yaşlardaki, kandırılmış fakir fukara teröristlere, devletimiz bir büyüklük ve bir babalık yaparak, onlara şefkatli yüzünü gösterip, topluma kazandırarak bizim saflarımıza katsa.
Kısacık bir ömür sürmelerine rağmen yaşlarının üzerinde kocaman bir beyin ile pişmiş ve yetişkin insanlar gibi, inandıkları ve kandıkları davaları uğruna canlarını nasıl verebiliyorlar?
Gerçekleşmeyecek bir hayal uğruna, bu insanlık dışı mücadeleyi ve azmi nasıl gösterebiliyorlar?
Kardeşi kardeşe aynı coğrafyada ve aynı topraklarda birbirine kırdıran bu iğrenç tezgah, nasıl bir oyun ki biri gözünü kırpmadan mücadelesi uğruna seve seve ve en önemlisi ise, son nefesini verirken dahi, propagandasını yaparak geride bıraktığı ailesini zerre olsun, düşünmeden ölüme gidiyor, diğer birisi ise, arkadaşımı kurtarırım olmasa onunla birlikte inandığım davam uğrunda ölürüm, ruhu ve düşüncesiyle harekât edebiliyor?
—bu nasıl bir dava böyle?
—bu nasıl bir inanmışlık ruhu böyle?
—bu nasıl kandırılma ve beyin yıkama olayı böyle?
—hiç insan bir başkası için ölüme böylesine koşar mı?
—seve seve bir başkası için, intiharı seçerek böylesine ölüme gider mi?
—en önemlisi ise, nasıl oluyor da, bu çocuk yaşlarındaki gençler, daha düne kadar, sıradan bir insanken ve daha düne kadar bir hiçken, bugün ölüm makinelerine dönüştürülerek, halkın birer kahramanı olarak gösterilebiliyor?
—doğrusu, insanın beynini bulandıran bu gibi sorularla, boğuşmadan insan kendini alamıyor, ayrıca burada teröristlere acıdığımdan veya onları övmek, bir kahraman yapmak, ya da kendi yaptıklarımı, bir meziyetmiş gibi göstermek için, tüm bu olan bitenleri anlatmıyorum, bu teröristlerin acılar içerisindeki, yaralı halleriyle ve her defasında, bir yerinde kurşun yarası almalarına rağmen, teslim olmamak için, her şeyi kafalarına koydukları için, o an başlarına mermide yağsa, bombada yağsa, uğrunda canı pahasına inandığı, ekmek su ve ailesinin üstünde, tutuğu ve öyle kandıkları bu davalarından ve bu mücadelelerinden asla vazgeçmeyecek, kararlığı sergiledikleri için, bu duruşlarını ve bu insanüstü, mücadelesini bağırırcasına, bireysel olarak ortaya çıkardıkları için, bunları anlatıyorum.
Keşke teröristler gibi bizlerde, bu mücadelemize içten gönülden ve bedenden, gelen istekli duygularla, canla başla inanıyor olsaydık, keşke teröristler gibi bizlerde, bu kararlığımızdan asla vazgeçmeyerek, kendimizden yapılması gereken, fedakârlıkları yaparak ve sarf ederek, yaşanacak olan tüm zorluklara ve tüm engellere yılmadan göğüs germesini bilseydik, dahası başımıza mermi de yağsa bomba da yağsa, inandığımız bildiğimiz ve kandığımız davamız uğruna her şeyimizi, hatta canımızı dahi, gözümüzü hiç kırpmadan ve çekinmeden seve seve
bu uğurda yaşanacak, onca ıstırap ve dayanılması güç acılara rağmen, teröristler gibi bunu yapa bilseydik.
Keşke teröristin yardımına koşan, arkadaşı gibi bizlerde;
—"öylesine değil, ölümüne"
güç durumdaki, kanlar içerisinde olan, yaralı silah arkadaşımızın, yardımlarına, feryatlarına ve susuzluktan, çatlayan dudaklarını ıslatmak için;
—"geldim yetiştim tertip" dercesine,
canla başla ölümüne, koşa koşa onu kucaklayabilseydik.
Kurşun yağmurları altında, savaşın orta yerinde kalan, arkadaşımızı düşmana bırakmayarak, canını canımız sayarak, dayanışma ruhu içerisinde, elinden tutup onu keşke sırtımızda taşıyabilseydik;
—"bu yükü niye taşıyorum" demeden,
böylesi ağır bir yükün altına, silah arkadaşımız için, keşke girebilseydik.
Keşke korunaklı bir kayanın arkasına geçmeyerek;
—"bana ne, memleketi ben mi kurtaracağım?" diyerek,
savaş meydanlarında ve çatışma alanlarında, gizleniyor olmasaydık.
Keşke teröristi kurtarmaya gelen arkadaşı gibi bizlerde;
—"ölüyorum" diyen,
silah arkadaşımızla, aynı yerde, aynı yolda, yan yana ve omuz omuza, onunla birlikte siperlerde can vermeyi bilseydik.
Zor koşullar içerisinde uzayıp giden, acımasız dağ başındaki bu savaşı, keşke bu memleket ve bu bayrak uğruna, onlar gibi vere bilseydik.
Elbette ki, bizlerde bu çetin yol vermeyen zalim ve acımasız dumanlı dağ başlarındaki, mücadelemizde ve bitmek nedir bilmeyen, yoğun geçen yorucu operasyonlarımızda, özelliklede düşmanla girilen pusu gibi bazı korkunç silahlı çatışmalarımızda, daha hayatının baharını yaşamadan, gencecik kınalı ana kuzusu fidanları, şehit vererek, ağır bir bedel ödeyip, bir faciayı bu uğurda, acılar içerisinde yaşayabiliyorduk.
—böylesi bir felaketi, yaşamak ne demek bilir misiniz?
—her anı ölüm, olan ve ölümden, daha beter katlanılması, güç bir acıyla, yağmur misali kurşunlar altında, yanı başınızdaki arkadaşınızla, ümitten başka hiç bir şeyin kalmadığı anlarda,
—helalleşmek,
—helallik istemek,
—nasıl nefes, alındığını ve hala nefes alıyorsa,
—nasıl yaşadığının, ne demek olduğunu, bilir misiniz?
Her ne kadar, böylesi bir durumu yaşamayan, bilmez ve anlayamasa da, tabii ki, zulmün at koşturup, cehenneme çevirdiği bu topraklarda, terörle mücadele, o kadar sanıldığı gibi;
—"tepelerine inecen, inlerine toptan gömecen"
şeklinde kolay, basit ve kısa bir iş değildir.
Sonuçta gencecik yaşlarımızda;
—"devletimizin bekası için ve yüce milletimizin, selameti için"
elimizde silahla, düşmana karşı savaşıyoruz.
Tabii ki bu mücadelenin bir bedeli o şekil bu şekil mutlaka olacaktır ve çıkacaktır çünkü bir yerde, sinsi azılı düşmanımızla ölümüne vuruşarak mücadele ediyorsun, konuşarak ya da, anlaşarak müzakere yapmıyorsun, elbette ki, şehitlerimizle teröristlerin aynı kefeye konulması, mümkün değildir ama burada şunu içtenlikle itiraf etmeliyim ki, bu uğurda verdiğimiz mücadelemizde, bazı teröristler gibi, hiçbir zaman yüreğimizle hareket etmedik, teröristler gibi, sele dönüşecek halimiz, hiçbir zaman olamadı, bazı teröristler gibi, hiçbir zaman, can veremedik ve terörist gibi, hiçbir zaman davamız uğruna böylesine, son nefesimizi verircesine, seve seve ölümlere, koşarcasına ve coşarcasına giderek, ağır bedeller ödemedik.
Murat bir tarihte, ohal bölgesinde yaptığımız, bir gece operasyonundan sonra, çok ender rastlanan, bir şansızlık ve yanlış bir anlaşılma yüzünden, haksız yere bölük komutanımız tarafından, "oğuz33" timinden kovulduktan sonra, bölüğümüzün yemekhanesine mahkûm edilmiş ve gözü gibi baktığı, silahı elinden alınarak, bu aslan parçası arkadaşımız, en ağır şekilde cezalandırmıştı, sonraki günlerde bölüğümüzün yemekhanesinde, bir nevi sorumlu kişi olarak, yalnız başına kalmaya başlamıştı.
(keşke teskeresini alana kadar, Murattımız hep cezalı kalsaydı.)
Murat bölüğümüz genelde operasyonlarda iken, aylarca sıcak yemeğin çıkmadığı, sırf kap kaçaklara, baksın ve bölüğün, demirbaş malzemesini korusun diye, bir başına kaldığı yemekhanede, kendini teselli etmek, can sıkıntısını gidermek ve geçmek bilmeyen vaktini geçirmek için kendi kendine iplerden ve mermi çekirdeklerinden, bir şeyler yapar dururdu, memleketindeki arkadaşlarına hediye etmek için, 2 kleş mermisinin boş kovanını yan yana getirerek, süper çakmaklar dahi yapardı, ayrıca çok kalın bir anı ve bir hatıra defteri tutardı, çoğu günlerini bu defterine ayırırdı, birde arada kendi başına bulmaca çözerdi, tabii birkaç günün öncesine ait gazetenin bulmacasını çözerdi, çünkü o yıllarda ohal bölgesinde, günlük gazete okunması, bir yerde mümkün değildi, batıda herkesin haberdar olduğu bir mevzuu ve bir havadisi, bizler ancak birkaç gün sonra öğrenebiliyorduk, bunların haricinden kendisi başkada bir şey yapmazdı.
Sonuçta; Murat bölük komutanımız tarafından, timden kovularak cezalı olmasına rağmen, 1992 yılında Kuzey Iraktaki PKK’ın zap kampına yapılan çok kapsamlı sınır ötesi askeri operasyonuna, Alay’da herkes gibi oda katılmış ve eve dönüş yolunda, yaşanan bir çatışmada Mehmetçiğin silahından çıkan kurşunlarla, şehit düşmüş ve aramızda ayrılmıştı.
İki ateş arasında kaldığımız, korkunç silahlı çatışmada, kollarımın arasında bana söylediği o son sesi, ömrüm sürdükçe asla unutmayacağım, her andığımda, o an ki, kadar canlı olan bu ses "bana yardım et" diye, gözlerimin içine baka baka söylediği son sözüydü, onu korumayı ne kadar isterdim, yardım edebilecek halde olsaydım, bunu murat için, gözümü kırpmadan, seve seve yapardım, o kadar tükenmiş ve çaresizdik ki?
—böylesine güzel boylu bir fidanı, bir hiç uğruna kaybetmek, insana zor geliyor, böylesine gözü pek yiğit bir kahramana, çaresizlik içerisinde ve bir şey yapmadan, kollarının arasında akıp gitmesi, insana zor geliyor, böylesine insan sevdalısı insanı kaybetmek, gerçekten insana, çok zor ve çok güç geliyor.
Çünkü murat tabura gelmiş geçmiş; en fakir, en temiz, en fedakâr, en alçakgönüllü ve en savaşan bir cengâverdi, yüreğinin yalın sevgisiyle kötülükleri kıskandıracak, bütün bir güzelliği taşıyan, sırtını güven içerisinde dayayabileceğin, benzersiz dost doğru bir kişiydi, onun gibisini, biz bu hırçın ve dumanlı dağ başlarındaki, siperlerde ve çatışmalarda, az gördük.
Senin şahadetinin ardından, çok şey olupbitti Muradım.
Ancak bir şey var ki, o hiç değişmedi ve değişmeyecek, o da sana, insanlığına, kahramanlığına ve kapkara bahtımıza inat, delice yiğitçe siperlerde, dağlara, taşlara ve çakallara, gözlerdeki cesaretle, parıltı dolu ışıklarla gönlünden aktığı gibi adeta insanı komalık edercesine haykırdığın beter bela türkülerine, olan bitmek tükenmek nedir bilmeyen, hayranlığım ve sana olan, sonsuz özlemimdir.
—ŞÜKRAN,
—GURUR ve ÖZLEMLE seni hep anıyorum,
—ruhun şad olsun, kahraman aziz kardeşim.
—yiğit ve fakir şehidimizin, işi gücü rast gelsin, mekânı cennet, ebediyete giden yolu hep açık olsun, şehit muradımızın kahramanlıklarını ve özellikle, çatışmalardaki cengâverliklerini, kartal tepesinde, lekelenmesin, kirlenmesin, hiçbir zaman, masmavi göklerden ve yükseklerden, inmesin diye, göğsünde taşıdığı ve düşman mevziisine gururla, öperek ve komando narasıyla astığı, kahramanlıkla dolu yüreğiyle, gönderde dalgalanarak görmek, istediği ve dik tuttuğu, Türk bayrağımızı,
—acımasız dumanlı dağ başlarında, vakit gecenin bir yarası, âlem kim bilir belki de, kaçıncı uykusunda ve kaçıncı rüyasında ama murat mevzii içerisinde, nöbetti bittiği halde, kaldırmaya kıyamadığı, silah arkadaşının, nöbetini hiç gocunmadan, gülümsemeler içerisinde tutmasını,
—şahin gözlü kahraman pilotlarımızın, helikopter ile havadan bırakarak, sağa sola gelişi güzel, dağılmış ve hiçbir daldanın olmadığı, sağanak şeklinde kıyamet gibi, yağan yağmurun altındaki, insanüstü bir çabayla, her halükarda gitmenin, güç ve çetin olduğu aşağı inmenin ise, tehlikeli olduğunu ve ölümün kaçınılmaz olduğunu bildiği halde gözünü kırpmadan, adeta ölümü pahasına, ekmek torbamızı koşa koşa onca ağırlığı sırtında taşıyarak mevziilerimize çamurlar içerisinde tırmanarak, getirmesine ve hamur olmuş bu ekmekleri, boş konserve kutuları içerisinde ya da bir parça teneke üzerinde bana ve diğer arkadaşlarına, pişirdiğini ve asla unutamayacağımız, bu fedakârlığını ve bu cefa dolu vefakârlığını,
—dumanlı dağ başlarında, isyan karası geçmeyen mahkum kapkara katran o zemheri uzun gecelerde, dibi görünmeyen dipsiz kör karanlık bahtımıza inat bir gün düşlerimize ve hayallerimize kavuşacağımız inancı ve özlemiyle; hep aydınlık, hep özlem ve hep umut dolu, dağlara taşlara ve soysuz çakallara, gururla söylediğimiz, bela beter türkülerimizi,
—canı gibi sevdiği, silahı pas tutmasın ve bir an olsun, tutukluluk yapmasın diye, ayağındaki botunun birinin bağcık sız, olmasını ve katığı olan konservesinin yağını silahının namlusunda ve bakımında kullanmasını,
—düşmanın kancık pusularına karşı, bin dertle ve bin hüzünle geçen simsiyah kapkaranlık gecenin buz gibi ayazında, üzerindeki pançoyu, çetin geçen karakışlarda üşümesin ve al al olmuş yanakları donmasın diye, soğuğun ayazında üstüne ve bedenine çiğ düşmesin diye, mevziisinde, tıpkı anasının rahminde toplanmış vaziyette ve soğuktan kıvranarak yatan arkadaşının üstünü, tebessümler içerisinde örtmesini,
—bir gün dahi yılmadan, vatan yoluna baş koymuş, bayrak sevgisini yüreğine ilmik ilmik işleyen, cennet bahçesine, gül bahçesine gireceğine, zalim kara toprağın koynuna bir şahin gibi düşen ve oyukta belki de, üzerini gecenin bir karanlığında, solukların buz tuttuğu, kurşun gibi ağır fırtınalı bir havada, üşümesin diye, kendi pançosuyla örttüğü, kıyamadığı arkadaşının, silahından çıkan kör bir kurşunla, hiç hak etmediği bu ölümünü ve Kartal tepesindeki insanüstü mücadelesini ve annesine vermiş olduğu sözü tutmak için yaptığı tüm fedakârlıkları, asla unutmayacağım.
Fakirliğin pençesinde büyük acılar çekerek yaşayan ama vatanın bölünmez bütünlüğünden yana, bir gün olsun dahi, yılmadan üstüne düşen her türlü görevi canı pahasına, kanının son damlasına kadar, mücadelesini veren ve gülümsercesine, tebessümler içerisindeki, son nefesinde dahi, vatan bayrak demesini bilen, can dostum, yattığın mekân cennet olsun.
Yüce mevla, başta kişiliği ve cesur yürekliliğiyle, hepimizin gönlüne taht kuran, kahraman şehidimiz murat olmak üzere, tüm isimsiz şehitlerimize, tekrardan Allah gani gani rahmet eylesin.(âmin)
—bu vatan, ona ve onun gibi nice yiğitlere minnettardır.